Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Eylül 2011 Cuma

BAŞLANGIÇ: 19 Nisan, 2010-Pazartesi

—“Ya kanser ya tüberküloz!..”
    Erkan’ın sesi sakin… Duruşu da öyle… Az önce çektirdiğim röntgen filmi çalışma masasının üstünde, elinin hemen altında… Kendi içimi yokluyorum. Korku, üzüntü, heyecan; acaba herhangi bir tepki şekillenmeye başladı mı içimde? Yo, hayır; henüz hiçbir tepki yok! Zihnim bomboş gibi… Sanki durgun, ölgün, kıpırtısız bir göl… Öyleyimdir ben; ani tepki veremem. Daha doğrusu, ani tepki verdiğim çok nadirdir. Tepki verebilmem için durumu biraz içselleştirmiş olmam gerekir. Orada ve o anda ise, durumu içselleştirmek şöyle dursun, henüz haberi tam olarak algılayabilmiş, hazmedebilmiş filan dahi değilim. Bedenimi ve zihnimi çepeçevre kuşatarak beni dışımdaki dünyaya karşı koruyan, görünmez camdan, silindir biçimi o engel, o yıkılmaz duvar anında yükselmiş… Ne dışarıdan içeri bir şey salıyor ne içeriden dışarıya…
         Erkan diyor ki:    
         —“Yarın hastaneye yatmanız gerekiyor ablacığım.”
         Hastane mi? Hangi hastane? Ah, herhalde Çamlıca GATA Göğüs Hastalıkları hastanesidir. Annem de oraya yatmamış mıydı nitekim? 2003 yılının 29 Ekim gecesi… Yatmıştı. Teşhisin konması epeyce vakit almıştı. Lenfomanın en ağır türü… Non-Hodgins mi, ne! Buna rağmen annem, teşhisten sonra da ve teşhisi de öğrenmiş olduğu halde, yaşından ve halinden umulmayan bir direnç göstererek 2004 yılının Temmuz ayı ortasına kadar yaşamıştı.
         Erkan’la orada tanışmıştık. Doktor Erkan Bozkanat… O zamanlar rütbesi yüzbaşıydı. Göğüs hastalıkları uzmanı… Annemle ilgilenen birkaç uzman doktordan biriydi. İki ayı da bir-iki hafta aşan teşhis sürecinin daha en başında, artık seksen bir yaşında olan anneme gösterdiği ve sonuna kadar muhafaza ettiği sahici ilgiyle ötekilerden farkını belli etmiş; annem de onu  kısa sürede ciddi ciddi ‘oğul’ ilan etmişti. Erkan da, daha o zaman bile en az annem kadar ciddiye almıştı bu payeyi. Hala da alıyor.
         Benim derdim ne?.. Benim derdim, iki yıl kadar önce sigarayı bırakmış olduğum halde merdiven çıkarken ve yokuş tırmanırken soluğumun hala kesiliyor olması... Yılın başından bu yana, bu soluk daralması meselesi gün be gün daha da kötüye gider gibi... Bu iş zaten canımı sıkıyor. Derken ağzımdan kan geliyor. Yaklaşık on gün arayla, peş peşe iki kere… Azıcık bir kan… Birkaç damla… A, bunlara ilaveten giderek artan bir de halsizliğim ve buna bağlı bir isteksizliğim var. Halsizlik ile isteksizlik öyle çok göze görünen bir şey değil, ancak benim hissedebileceğim kadar… Hepsi bu...
         Kan ikinci defa gelene kadar Erkan’ı aramamıştım. İkinci kandan sonra aradım. O da,
         —“Abla, Pazartesi sabahı gelin de bir bakalım,” dedi.
         Pazartesi’ye epeyce vakit vardı. Telefonda bunu düşünerek bir an duraklamış olmalıyım ki Erkan bu defa,
         —“Acil olduğunu düşünüyorsanız, yarın GATA’ya gidin. Ben Harun’la konuşurum,” dedi. Harun da GATA’da oaha genç sir doktor… O da anneme bakanlardandı ve sıfatı ‘torun’ idi.
         —“Yok, acil olduğunu düşünmüyorum. Önemli bir şey olduğunu da sanmıyorum. Pazartesi’yi beklerim,” dedim. Galiba Perşembe günündeydik. Cuma günü Erkan kendi diz röntgenini çektirecekmiş. Beni Pazartesi günü çağırmasının gerekçesi o…
         —“Tamam ablacığım. Sabahları ben erkenden burada oluyorum. Pazartesi günü siz Bakırköy’e vardığınızda beni arayın. Arabayla gelir, iskeleden alırım sizi.”
         Erkan, artık Çamlıca’da değil ve rütbesi de artık yüzbaşı değil… Albay oldu. İki yıl kadar önce de Hava Harp Okulu’na tayin edildi. Hava Harp Okulu’nun hem öğrencilere hem subaylara ve hem de civarda yaşayan emekliler başta diğer herkese hizmet veren devasa boyutlarda bir reviri var. Erkan da şimdilerde orada başhekimden sonra gelen adam… Kendisini tanıdım tanıyalı öğle tatillerinde futbol oynamayı sever. Hastanede de oynardı, burada da oynuyordu. Bir süre önce bir maç sırasında dizini incitmiş. Basit bir şey sanıyormuş, ama değilmiş. Bir türlü geçmiyormuş. O zaman bu zaman futbol oynayamaz olduğu için olacak, biraz kilo almış. Çok değil, sadece biraz… Kendisi kilolu halinden hiç memnun değil ama, aslında kilolar boyuna posuna pek yakışmış.             
         Konuşurken bir yandan da bana kahvaltı hazırlamaya başlıyor. Ritüel böyle… Hastanede de aynıydı, burada da aynı: kendisini her ziyaretimde, işlemler biter bitmez Erkan bana kahvaltı hazırlar. Tahliller için aç olmam gerekiyor; dolayısıyla yanına sabah kahvaltısı edemeden gitmiş oluyorum ya, o yüzden… Aslında Erkan bunu her sabah yapıyor ve yalnız benim için değil, herkes için yapıyor. Odasında kurulu, mükemmel bir kahvaltı düzeni var. Küçük boy buzdolabında peynirler, zeytinler, yağ, yumurta, reçel; ne aransa bulunuyor. Çaydanlığı, tavası, portatif ocağı filan da el altında… Ekmeği her sabah işe gelirken taze taze alıyor. Bu konuda fevkalade yetenekli… Hastanede, anneme refakat ettiğim bir gecenin sabahında bana soğanlı yumurta pişirmişti de, ekmeğimi bana bana mideme indirirken neredeyse parmaklarımı da yiyecektim. Öyle lezzetliydi. Sonradan evde ben de aynısını pişirmeye kalktım; o kadar lezzetli olmadı.
         Az önce kanser ya da tüberküloz olma ihtimalimden bahsedenler sanki biz değiliz. Erkan kahvaltılıkları çalışma masasının bana yakın tarafına serdiği gazeteye dizer ve bir bardağa çayımı doldururken havadan sudan neşeli neşeli konuşuyoruz. Odaya genç doktorlar girip çıkıyorlar. Kimi bir bardak çay alıyor, kimi birkaç dilim ekmek… Bu hava içinde kahvaltıma başlıyorum ve bitiriyorum. Bitirdikten az sonra da kalkıyorum. Erkan da kalkıyor. Beni kapıya bırakacak. Gelirken, bu defa her zamanki gibi Kadıköy’den deniz otobüsüne binmek yerine, motorla Kabataş’a geçip, ardından fünikülerle Taksim’e çıkıp, sonra da Tarlabaşı’na doğru yürüyerek bir Yeşilyurt dolmuşuna atlamıştım. Hava Harp Okulu nizamiyesi hizasında dolmuştan inmiş ve Erkan’a Bakırköy yerine nizamiyeden telefon etmiştim. O da arabayla gelip beni almıştı. Hava Harp Okulu’nun arazisi geniş… Nizamiyeyle revir arasında herhalde bir kilometreye yakın bir mesafe var. Yürümesine yürüyebilirdim aslında. Daha önceki gidişlerimde, kapıda giriş işlemlerimi yaptırdıktan sonra misafir kartımı alıp yürümüştüm. Bu defaysa, yoldan ziyade kapıdaki bitmez tükenmez giriş işlemleri gözümü yıldırmıştı. Erkan arabayla gelip beni alırsa kuyrukta bekleyip uzun uzun işlem yaptırmama gerek kalmayacaktı. Nitekim kalmamıştı.
         Dönüşte, Erkan’ın revire ait park yerine bırakmış olduğu arabasına doğru giderken bir ara soruyorum:
         —“Erkan, sence ne kadar kalırım hastanede?”
         —“Bir-iki hafta sürebilir.”
         —“Bir-iki hafta mı? Sahi mi?..”
         —“Evet, ablacığım!.. Bir takım testler, biyopsi filan yapılacak. Patoloji laboratuarından sonuç beklenecek. ”
         Demek ki bavulla gitmem gerekecek. Öyle olsun bakalım.        
         —“Nereye bırakayım sizi ablacığım? Bakırköy’e mi?”
         —“Yo, hayır… Yeşilyurt tren istasyonuna bıraksan yeter. Trenle döneyim diyorum.”
         —“Tamam!..”
         —“Kapıda da bıraksan olur. Yürürüm.”
         —“Hiç olur mu öyle şey ablacığım.”
         İstasyonun önünde Erkan’la vedalaşıyoruz. Sonra ardıma bakmadan yerin altına inen merdivenlere yöneliyorum. Bir yıldan kısa bir süre içinde bu merdivenlerden ikinci defadır iniyorum. Geçtiğimiz sonbaharda da gelmiştim Yeşilyurt’a… Trenle… Bu defa amaç Erkan’ı ziyaret etmek değildi. Yazdığım romanla ilgili olarak küçük bir araştırma yapma ihtiyacı hissetmiştim. Aslına bakılırsa Yeşilyurt, benim kaderimde önemli bir rol oynayan mekanlardan biri olsa da romanla ilgili olarak ziyaret etmeyi planladığım mekan Yeşilyurt değil; Yeşilköy’dü… Yani, trenin bir sonraki durağı…
         Öyle olduğu halde, o sıcak sonbahar günü zihnim bana bir tür bir oyun oynamış ve Sirkeci’den bindiğim banliyö trenini bir acele Yeşilköy yerine Yeşilyurt’ta terk edivermiştim. Trenden platforma çıkmış, alt geçide inen merdivenleri inmiş, caddeye çıkan merdivenleri tırmanmış ve birden Yeşilyurt’un fevkalade tanıdık İstasyon caddesine bakakalmıştım. O anda zihnim henüz neyi yanlış yaptığımı tam olarak kavrayabilmiş değildi galiba, ama bu işte bir aksilik olduğuna dair ilk sinyalleri almaya başlamış olmalıydı. Olduğum yere çakılmış gibi öylece bir süre durup sağıma soluma bakındıktan sonra, nihayet hatamı anlamış, kabullenmiş ve gerisin geri platforma dönerek Halkalı’ya doğru gidecek ikinci treni beklemeye koyulmuştum.
         Zaten romanda tartıştığım bir mesele de buydu: ha Yeşilköy, ha Yeşilyurt… Hiçbir çağrışımı olmayan, tarihi olmayan, hikayesi olmayan, kişiliksiz isimler… Tarihin inkarı!.. Tarih inkar edildiğinde ister istemez içine düşülen koyu karanlık… Yeşilköy’de trenden inerken yaşadığım bu karmaşayı da olduğu gibi romana yansıtmaya karar vermiştim. Tabii işin en tuhaf yanı, bu kararı uygularken, romanda bu iki ismi istemeden ve fark etmeden bir kere daha birbirlerinin yerine ikame etmem olacaktı. Romanı bitirip de okumaları ve fikir beyan etmeleri ricasıyla birkaç arkadaşıma yolladıktan çok sonra yine hata yaptığımı, Yeşilyurt’la Yeşilköy’ü bir kere daha karıştırdığımı kavrayacak, ama sesimi çıkartmayacaktım. Bakalım, arkadaşlarım yaptığım hatayı algılayabilecekler miydi? Onu bir göreyim diye…
         Sirkeci yönüne giden trene biniyorum. Deniz tarafında tek kişilik bir koltuk bulup oturuyorum. Az sonra cep telefonum çalıyor. Pınar… Biraz şaşırıyorum. Erkan’a gideceğimi biliyordu, ama çok da meraklanmış gibi değildi. Hemencecik aramasını beklemiyordum.
         —“Ne oldu? Nasıl geçti?” diye soruyor. Anlatıyorum.
         —“Erkan ciğer röntgeni çektirdi. Röntgene bakar bakmaz da…”
         Pınar anlattıklarımı dinliyor. Sonra konuşuyor.
         —“Ben hemen geliyorum.”
         —“Niye geliyorsun ki?”
         Pınar yılın hemen başında, ondört yıl aradan sonra yine Bodrum’a taşındı. O ondört yılın tamamını da İstanbul’da geçirmemişti zaten. İstanbul doğumlu olduğu, hatta küçük ailemizde İstanbul doğumlu olan bir tek kendisi olduğu ve biricik kızı Ceren’i de İstanbul’da dünyaya getirmiş olduğu halde kardeşimin İstanbul’la yıldızı bir türlü barışmıyor. Babamın tayinleri dolayısıyla çocukluğunda İstanbul’da pek az bulundu. Lüleburgaz, Tahran, Erzurum, Bonn, Münih, Ankara, İskenderun, Konya, Ankara… Dolaştı durdu. Babam emekli olduktan sonra aile yeniden İstanbul’a yerleşti ve Pınar İstanbul’u esas o vakit tanıdı ve pek de sevmedi. Nitekim 1986 yılında kendi iradesiyle Bodrum’a göçtü ile 1996’ya kadar orada yaşadı. Ceren birinci sınıf hariç, ilkokula, ortaokula ve liseye Bodrum’da gitti. Birinci sınıfı 4. Levent’te tamamlamıştı.
         Kardeşimin İstanbul’la yıldızı 1996 yılından beri de barışmış filan değil... Kaçma teşebbüsleri hep birbirini izledi. Bir ara Artur’daki yazlık evde oturdu. Bir dönem İzmir’de bir aparman dairesi kiraladı. Bir dönem de Ayvalık’ı denedi. Hiçbiri olmadı, hiçbir yerde uzun süre kalamadı. Geçen yıl Ceren’i görmek için Bodrum’a gittiğimizde kendisini yuvaya dönmüş gibi hissedince, nihai olarak yeniden Bodrum’a yerleşmeye karar verdi. Güvercinlik’te küçük bir ev tuttu. Daha gideli birkaç ay olmamıştı ki…
         Bu, Pınar’ın kaderi olsa gerek… Bodrum’a ilk gittiğinde annem felç olduydu. İzmir’e yerleşmeye kalktığında ise annem son defa hastaneye kaldırıldı. Ayvalık’a yerleştiğinde önce kendisi hastalandı. Tansiyonu tavan yapmış. Üst üste panik ataklar geçiriyor ama ne geçirdiğini de bilmediği için paniği ve tansiyonu giderek artıyor. Hızır ambulans, acil servis… Ben, tesadüfen tam tansiyonunu ölçtürmek için komşusuyla birlikte eczaneye gittiği bir anda aramışım. Aynı gece otobüse atlayıp Ayvalık’a gittim. Onbeş gün orada baktım ona; çok zordu. Ayvalık çok iyi tanıdığımız, bildiğimiz bir yer değil… Fen Liseli dostlar sağ olsunlar tabii! Hemen aklıma Balıkesir’de mukim bir doktor arkadaşım geldi. Onu aradım ve o da eksik olmasın elinden gelen yardımı yaptı; bize doktor, hastane filan önerdi ve önerilerinden yararlandık ama, yetmedi. Balıkesir’de olsak iyiydi de, Ayvalık-Balıkesir arası birkaç saat yol… Bizde araba da yok, araba olsa bile ben kullanamıyorum, çok iyi bir şoför olan Pınar’ınsa araba kullanacak hali yok! Sonunda, Pınar’ın otobüse dahi binecek hali olmadığı için bir taksi tuttuk, İstanbul’a geldik ve kardeşime onbeş gün kadar da burada, kendi evimde baktım. İşte, bir ay kadar sonra Pınar iyileşip Ayvalık’a döndü. Derken Ceren ağır bir depresyona girdi ve çöktü. Öyle bir çöktü ki, daha yıl dolmadan Pınar Ayvalık’taki kira evini kapatıp İstanbul’a geri gelmek zorunda kaldı. Eh, şimdi de bu. Bodrum’a ikinci defa yerleştiğinde sıra da bana gelmiş demek ki… Bu defa arızayı çıkaran benim.
         —“Geleceğim,” diyor Pınar.
         —“Biraz birşeyler belli olsaydı da öyle gelseydin.”
         —“Yok, hemen geleceğim.”
         —“İyi, gel o zaman.”
         Doğrusu bu ya, Erkan’dan ayrılmamla Pınar’ın araması arasında geçen süre çok kısa… Sonradan Pınar’ı Erkan’ın beni istasyona bırakır bırakmaz aradığını ve hemen gelmesini söylediğini öğrenecektim, ama o anda bunu bilmiyorum. Geçen o kısacık sürede kendi içime dönmeyi ve Erkan’dan aldığım bilgiyi içselleştirmeyi becerebilmiş değilim. Öyle, kolaycacık içselleştirebilecek gibi de değilim. Bilgi, zihnimin bir köşesinde koca bir blok halinde duruyor.  Üstüne ara sıra belli belirsiz bir ışık düşüyor. Unutmam veya görmezden gelmem mümkün değil, ama çevresinden dolanabiliyorum. Belki de bu yüzden, Pınar’la konuşurken sesim neredeyse duygusuz… Tren yolcuları söylediklerimi duyuyorlar. Kimbilir, neler düşünüyorlar. Telefonu kapattıktan sonra karşımdaki yüzlere bakıyorum. Herkes kendi halinde… Kimseyle göz göze gelemiyorum. Gözlerimin içine bakan hiç kimse yok…   
         Tren Sirkeci’ye doğru koştururken düşünüyorum: ‘Bavul toplamam lazım…’ Lazım tabii… Bavula neler konacak; önemli olan bu. ‘Doğru dürüst pijamam yok.’ Peki, ne yapacağım? ‘Üsküdar’dan kendime pijama alayım.’ İyi fikir!... ‘Sonra Kuzguncuk’a giderim.’ Bu da iyi fikir!.. Haluk’la konuşurum. Haluk bana akıl verir. Haluk Kuzguncuk’taki Deniz Eczanesi’nin sahibi… Eşi İlknur da Kuzguncuk’taki öteki eczanelerden birinin sahibi… İkisi de çok hoş insanlar… Sultantepe’de de eczane var ama ben, yıllardır ilaçlarımı Deniz Eczanesi’nden alırım. Daha doğrusu, bu iş annemin ilaçlarıyla başladı. O sıralar Sultantepe’de sağlık ocağı yoktu. Ben de annemin ilaçlarını yazdırabilmek için Kuzguncuk’takine gidiyordum. Sonra yürüyerek deniz tarafına doğru geliyor ve genellikle Asude’de bir yemek yiyor ve çıkışta, hemen karşına olan Deniz Eczanesi’ne giriyordum. O zamanlar Deniz Eczanesi sıradan bir eczane, Haluk da sıradan bir eczacıydı benim için.
         Ta ki çok keyifsiz bir günümde olanlar olana kadar… İçeri girdiğimde eczane kalabalıktı ve yalnızca böyle kalabalık olursa koltuğundan kalkan, onun dışında işleri genel olarak kalfasına bırakan Haluk da ayaktaydı. Tam önünde bir kadın durmuştu. Kadının arkasında da ben vardım. Kadın, sıradan bir ev hanımıydı. Haluk ciddi bir yüz ifadesiyle kadına ne istediğini sordu.
         —“Şey,” dedi kadın, “Fare ilacınız var mı?”
         Bir an bir sessizlik oldu. Haluk kadının yüzüne baktı. Ciddiyetini hiç bozmadan,
         —“Elbette,” dedi, “Neyi vardı farenizin?”
         Eczane birden sessizleşti. Herkesin yüzüne bir gülücük oturdu. Ben de için için gülmeye başladım. İşin doğrusu, espri hoştu tabii, ama daha da hoş olan, galiba, Haluk’un yüzündeki ciddi ifade ve espriyi yaptığı kadının, espriden hiç anlamayan biri olmasıydı. Tezgahın önünde kalakalmıştı kadıncağız. Bu arada Haluk, tekrar konuşmaya başlamış ve fare zehrini nereden temin edebileceğini kadına anlatmıştı. Kadın gitti. Eczanedeki herkes hala gülümsüyordu. Ben de… İçimin karanlığı dağılıp gitmişti. O günden sonra başka bir eczaneye gitmez oldum.  Sonradan anladım ki Haluk’un eczanesi, Kuzguncuk’un belli başlı sohbet mekanlarından biriymiş meğer. Ömer, Sadık, Mehmet, Yaşar, Sabahattin, Arif ve diğer birçokları, bazen birkaçı, bazen tamamı, her akşam değilse de haftanın birkaç akşamı ve Cumartesi günleri deniz Eczanesi’ne mutlaka uğrar ve hoş sohbetler kurarlarmış. Bazen İlknur da kalkar gelirmiş. Zamanla bu sohbetlere ben de katılır oldum ve hemen hemen herkesle bir tür bir dostluk geliştirdim. Hatta birkaç kere beni içkiye bile davet ettiler. Zira özellikle Ömer, Haluk’la ve bazen İlknur’la birlikte akşam üstü İsmet Baba’ya ya da Mülkiyeliler’e gitmekten pek hoşlanıyordu. Bir kere İsmet Baba’ya, bir kere de Mülkiyeliler’e ben de onlarla birlikte gittim. Erkekler eczanede olsun, içki sofrasında olsun; beni pek konuşturmuyorlar, kendileri anlatıp kendileri gülüp beni de güldürüyorlardı, ama benim buna hiç itirazım yoktu. Bu arada çok önemli sorunlarımı da Deniz Eczanesi’nde halleder olmuştum: döviz mi bozduracağım, Haluk bozuyordu. Marangoz mu lazım, badanacı mı, tesisatçı mı; ya Haluk ya oradaki dostlardan biri hemen tanıdığı, güvendiği birisini öneriyordu. Bir keresinde tuhaf bir kalp doktorunun benim için yazdığı tansiyon ilaçlarını gören Haluk,
         —“Ben, bu ilaçları sana vermem!” dediydi.
         —“Niye?”
         —“Çünkü bu ilaçlar çok ağır… Senin tansiyonun u ilaçları alacak kadar yüksek değil! Bunlara başlarsan bir daha bırakamazsın. Ne lüzum var?”
         Doğru söylüyordu. Tansiyonum bir-iki istisnayla hiç oynamazdı benim. 13/8 veya 12/7… Yalnızca birkaç hafta önceki sıcaklarda bir tuhaflık hissetmiş ve bir hafta süreyle ölçüm yaptırmıştım. O zaman da büyük bazen 14 çıkmıştı bazen 15… 16’yı geçtiği hiç olmamıştı. O yükseliş de ya sıcaktan olmuştu ya da kalbimi korumak amacıyla birkaç yıldır almakta olduğum 30 mg. Co-enzim Q 10’i, ilaç almaktan pek hazzetmediğimden, küt diye bırakmış olduğum için… Beni çok germiş olan ve o gerginliği yedi sayfalık bir metne dökmek suretiyle giderebildiğim malum kalp uzmanın yazmış olduğu ilaçları almadım. Buna karşılık Co-enzim Q 10’e tekrar başladım. Tansiyonum da bir daha çıkmadı.
Eh, kanser olduğumu öğrendiğimde da ilk gideceğim yer de Deniz Eczanesi’ydi tabii.
Sirkeci’de trenden inip Üsküdar vapuruna binmek için Eminönü’ne doğru ilerlerken hastaneye yiyecek birşeyler de götürmem gerektiğini düşünüyorum. Hastane yemekleri bazen pek kötü oluyor. Sonra genotip rejimi meselesi var… Buğday, patates, yoğurt filan yemiyorum. Esasında bir yığın şeyi yemiyorum. Yediklerim genellikle çok özel şeyler… Yani, biraz yemek takviyesi gerekiyor. Demek ki Haluk’tan sonra Kardeşler Market’e de uğramam gerekecek!
         Yapmam gereken başka işler de var. Ünay’ı aramam lazım mesela. Önümüzdeki haftanın başında onunla birlikte Antalya’ya gitmeyi planlıyordum. Bir hafta, on gün kalmak üzere… Erkan’a sordum,
—“Olmaz!” dedi. “Gidemezsin!”
Bu durumda arayıp gelemeyeceğimi bildirmem lazım. Melissa’yı arayıp ona da Yunanca derslerine son vermemiz gerektiğini söylemeliyim. ‘Peki ya Solmaz?..’ Solmaz bu yakınlarda babasının kanser olduğunu öğrendi. Yoğun olarak babasının hastane bakımını üstlendiği için artık bana Cumartesi günleri geliyor. Onbeş günde bir… Eğer hastaneye yatacaksam bu Cumartesi ev temizlenemeyecek demektir. ‘E, ne olacak şimdi?’ Ev de öyle kirlendi ki… Pınar da geliyor. Evde mi kalacak, hastanede mi; o da henüz belli değil… ‘Yok, Solmaz şimdilik dursun… Olmazsa Pınar, hastanede kalıyor olsa bile o gün eve gider ve…’
Ya işte… Bütün bu süreç, bu değil ve fakat geçen yılın  güzel bir Nisan sabahı tam da böyle başladıydı.                      
        
         
        
          

1 yorum:

  1. Canım yaaaa.........
    Kalemine kuvvet!
    Sevgiyle,
    Funda

    YanıtlaSil