Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

9 Ekim 2011 Pazar

GÜHER ve ÖZEL SAĞLIK SİGORTALARIYLA İLGİLİ ÇOK ÖNEMLİ BİLGİ



Bizim FL'li bir Güher'imiz var... Güher Erbil... Hoş kadındır; uzaktan hep sempati beslemişimdir, ama kendisiyle hiçbir zaman yakın arkadaş olamadık.
Bloğumda durmaksızın sözünü ettiğim Güher o Güher değil... Güher Mörel... Bu Güher benim ikinci kardeşim gibidir. Hayatımda önemli bir olay varsa Pınar arar, Ceren arar, Güher arar ve tabii bir de Hayriye...

en insanlardan iyilik görüp de ne kadar şanslı olduğumu söylediğimde, ötekiler "Haklısın," demekle yetirken, bu Güher, "Tatlım o şansı sen yaratıyorsun," deyiverir.

Güher'ciğimin büyük bir ailesi var ve o ailenin çoğu yükünü tek başına o üstlenir. Özellikle sağlık konusunda... Onlar ailecek toplu halde özel sağlık sigortası yaptırmışlar. Güher çeşitli incemeler ve araştırmalar sonucu sigortalının sigortasından tam anlamıyla yararlanabilmesi için, henüz sağlıklıyken sigortacısından bazı taleplerde bulunması gerekiyor. Ceren'in de özel sağlık sigortası olduğu için bu bilgisini benimle paylaşmasını istedim. Eksik olmasın, aşağıdaki eposta masajını yolladı. Ben de böyle bilgiden yalnızca Ceren değil ve fakat herkes yararlansın diye mesajını burada yayınlamaya karar verdim. 
Bahar’cigim,

Özel Sağlik sigortalarında inandığımm bir kaç vazgeçilmez husus var;

1- Ömür boyu yenileme garantisi mutlaka olmalı.
Olmadigi zaman; önemli bir rahatsızlık sonucu şirketten yüklü miktarda hasar tazminatı alan bir kişinin yenileme zamanı gelince şirket; hasar pirim oranındaki açık fark nedeniyle sigortanızı yenileyemiyoruz diyebiliyor.

2- Ömür boyu yenileme garantisinin yanı sıra muhakkak “yenilemelerde her hangi bir hastalik hariç tutulamaz” ibaresi de olmalı.
Olmadığı zaman; yenilemeyi yapiyorlar ancak son sigortalılık döneminde geçirilmis olan rahatsızlığı kapsam dışı tutuyorlar. (Mesela kalp krizi geciren bir hastanın yeni poliçesine "kalp ve damar hastaliklari kapsam dışıdır" diye yaziyorlar ve o alandaki hiç bir hastalığın masraflarını ödemiyorlar.

3- Police yenileme dönemlerinde uygulanacak sür prim oranları üst sınırı belirlenmelidir. Olmadigi zaman, gene yukarıdaki örneği verirsek, kalp ameliyatı geçiren bir hastanın ameliyat parasini ödüyor, ancak yenileme döneminde yeni poliçede o yaş grubu icin geçerli  olacak prim miktarına %300-%500 sür prim uygulayarak rakamı ödenemez hale getiriyorlar.

Her üc durumda da sigortalı icin sigortasını yenilemek manasız veya cok külfetli hale geliyor ve büyük ihtimalle sigortadan çıkıyor. Bu da şirketin çok işine geliyor tabii.Yıllarca sağlıklı iken primlerini almış oldukları kişinin sağlik sorunları başladığı zaman, şirketlerinden ayrılması bulunmaz bir nimet oluyor.

Benim aklıma gelenler bunlar; başka aklınıza takılan konu olursa konuşuruz.

Sevgiler,
g.

7 Ekim 2011 Cuma

ACIBADEM

Hayatta en sevdiğim kurabiye o: acıbadem kurabiyesi... Birbirinin üstüne kapanmış iki yuvarlak ve gevrek kabuk... En iyisini de, elbette, hiç tartışmasız, Ali Muhittin Hacı Bekir yapar. Ve ben, yılda en az birkaç kere kendime o kurabiyeden alma ve yeme izni veririm. Son zamanlarda, biliyorum, neredeyse İstanbul'un bütün fırınlarında, bütün marketlerinde görünür oldular; ama onlar sahici değil... Fındıktan yapılıyorlar. Arada büyük bir lezzet farkı oluyor ve ben upuzun bir geçmişi olan bir değer daha böylece yok ediliyor diye üzülüyorum. Başka şeylere de üzüldüğüm gibi... Mesela baklavanın içine ceviz yerine antep fıstığı doldurulmasına, mesela favanın üstüne de, sanki humusmuş gibi kırmızı biber serpilmesine, mesela güzelim midye dolmaya karabiber yerine yine kırmızı biber basılmasına, mesela zeytinyağlı diğer dolmalara, biber, yaprak,  patlıcan, vesaire, çam fıstığı yerine yine antep fıstığı konmasına, mesela palamutun lüfer gibi pişirilmesine filan üzüldüğüm gibi... 
          Acıbadem tabii semtin adı... Acıbadem ağaçları mı vardı acaba o semtte? Belki... Belki hala vardır. Badem ağacı baharda pembe çiçekler açar. Görüntüsü çok güzeldir. Gerçi meyve ağaçlarının tamamının bahar çiçeklenmesi çok güzeldir. Japonlar boşuna beklemiyorlar her yıl kiraz çiçeklerinin açtığı o günü... Artık eskisi gibi değilim ve uzak ülkelere ve uçakla seyahat etmeyi  filan  çok da istemiyorum ama, kiraz çiçeklerinin açtığı bir gün Japonya'da olmayı isterdim doğrusu. 
          Ve Acıbadem elbette hastanenin de adı... Şu yaşadığım kanser sürecinde beş hastane ile ilişkim oldu: GATA, Siyami Ersek, Acıbadem, Bodrum Devlet ve Medical Park... Bu ilişkilerin en tatsızını ne yazık ki Acıbadem ile yaşadım. Hele son aşaması o kadar tatsız, o kadar tatsızdı ki, aradan bir ayı aşkın bir süre geçtiği halde yaşadıklarımı hazmedebilmem hala mümkün değil gibi görünüyor. 
      2010 yılının o 19 Nisan, Pazartesi günü Erkan, elindeki röntgen filmine bakarak, "Ablacığım, ya kanser bu, ya tüberküloz," dediğinde hemen ertesi günü bavulumu elime alıp gidip yattığım hastane GATA idi elbette... Çamlıca Göğüs Hastalıkları hastanesi...  Yalnız mıydım? Değildim, gazeteci arkadaşım ve yan komşum Taner Atilla yanımdaydı. Ünay da gelmiş olabilir. Ya da Ünay benimle orada buluşmuş olabilir. Pınar herhalde henüz yola çıkmamıştı. Bir gün sonra gelecekti. Bodrum'dan... Esasında Erkan'ın bana söylediği ile Pınar'a söylediği arasında fark varmış galiba. Beni duruma alıştırmak için tüberkülozdan da bahsetmiş. Pınar'a ise net olarak kanser olduğumu söylemiş. 
         Benim anladığım, kanserler birbirinden çok farklı... Kimisi daha ölümcül kimisi değil... Benimki belli ki pek ölümcül... Ayrıca , yine benim anladığım akciğer kanserlerinin en kötü olanları ameliyatla alınamayanları... Erkan'ın esas telaşı da, galiba,  benimkinin de onlardan olması ihtimali...
          O sabah ve onu izleyen birkaç gün boyunce GATA'da olanları pek hatırlamıyorum. Galiba ilk iş gidip "torun "Harun"u gördüm ve o da hastaneye yatış işlemlerimi başlattı. İşlemler birkaç saat sürmüş olabilir. Servis kapısı önünde, elimde bavulumla uzun süre beklediğimi biliyorum. Taner de yanımdaydı.      
          Neyse işte, sonunda bana serviste bir oda hazırlandı. Güzel, kocaman, iki yataklı bir oda... Buzdolabı var ve banyosu da içinde... O odaya gittik. Ben yerleştim. Taner ve belki Ünay, sağolsunlar,  eksiğimi gediğimi tamamladılar zannedersem... Su, tuvalet kağıdı filan...  O arada hemşireler gelip ölçüm almaya başladılar... Eh, herşey yolunda... Anladığım o ki, hemen ertesi sabah teşhis süreci başlayacak. Öyle kolay bir süreç değil o... Adım adım izlenmesi gereken protokollar var; yani en azından GATA gibi bürokratik bir yapılanma içinde... Nitekim, ertesi sabah ilk iş bronoskopi denen bir işlem uygulanacak üstümde. Nefes borumdan içeri ince bir tüp sokup ciğerlerime bakacak ve hatta tümörlerden minik minik parçalar koparmaya çalışacaklar ki, neyin ne olduğunu anlayabilsinler. Kadrosu hala burada olduğu halde Erkan artık burada fiilen görevli olmadığı için sözkonusu işlemi servisin başındaki başka bir arkadaşı uygulayacak ama, söz verdi; o da gelip elimi tutacak. Şahane!.. Şanslı kadınım vesselam. 
          Erkan başta hastanede bir-iki hafta filan kalacağımı söylemişti ama birkaç gün sonra 23 Nisan Bayramı başlayınca izinli olarak eve çıkmamı sağladı ve sonra da bir daha GATA'ya dönmeme izin vermedi. İçi ışıklı kardeşim Pınar da artık gelmişti. Teşhis sürecini evden yürütür olduk. 
         Anlaşılan, insanın kanser olduğunu öğrenmesi bir tür travmaya yol açıyor. Bu, yalnızca bana özgü birşey değil... Yine anlaşılan, bütün dünyada kanser olan bütün insanlar, bu travmayı, travma sonrası sendromuyla birlikte yaşıyorlar. Bu travma sonrası sendromu denen durumun da, belli ki, gayet belirgin beş aşaması var: öfke, inkar, pazarlık, depresyon ve kabullenme... En azından Amerikalılar böyle olduğunu söylüyorlar. 
         O ara kendi içimi yoklayıp duruyorum. Kanser olduğuma kızıyor filan değilim. Ama belki de inkarlardayım. Galiba öyleyim. Depressif olduğum kesin... Ama ben zaten yıllardır depresyon hastasıyım. Teşhis süreci de belimi büküyor. Bunların dışında neyi nasıl yaptığımı pek de bilmiyorum. 
          Kardeşimi gözlemliyorum. Herhalde o da kendi travmasını ve travma sonrası sendromunu yaşıyor. İçindeki ışığın gün be gün solduğuna tanık oluyorum. Nitekim böyle onbeş gün geçirdikten sonra bana diyor ki, "Ben Bodrum'a dönüyorum. Bu çok uzun bir süreç... İşin içine bütün olarak girmeden önce kendimi toparlamak zorundayım." Haklı herhalde ama, o arada ben ne olacağım? Solmaz'ın babasına da kanser taşhisi kondu, ameliyat oldu, radyoterapi görüyor; ondan ekstra yardım almam sözkonusu değil... Ama arkadaşlarım var... Kurmuş olduğum düzenler var... Birşeyler yaparım herhalde...
        Böylece Pınar içindeki ışığı tekrar yakmak için Bodrum'a dönüyor. Ben de evimde yalnız kalıyorum. İşin aslı o ki, yalnızlık her zaman değilse de çoğu zaman iyi bile geliyor.
            Bu arada buna benzer bir süreci epeyce sonra yine İstanbul'da  bu defa birkaç gün için Ceren'le de yaşıyoruz. Sonra o da gidiyor. O zaten daha geldiğinde bile içinde ışık yanmıyordu maalesef... Bunun sorumlusu da ne oydu ne de ben... Ama farketmeyecekti. Neyse ki sonradan bütün bunlar düzelecek ve ben biricik kardeşimle biricik yeğenimin içindeki o pırıl pırıl ışıkları yeniden görecek ve hem onlar  adına hem kendi adıma çok sevinecektim.
        Neyse işte, teşhis süreci, başta Erkan, Güher'in ve hatta Deniz'in, Ünay'ın, Hayriye'nin, Nurhan'ın, Taner'in, Kamil'in, Yaşar'ın, Muzaffer'in, Neslihan'ın, Hüseyin'in yardımları, destekleriyle tamamlandı. Ultrason, bilgisayarlı tomografi, tomografili ince iğne biyopsisi (en korkunçlarından biri buydu; uzman güya sırtımdan girecekti; onun yerine sağ mememin ucundan girdi; evet, önce uyuşturdu ama et uyuşuyor da oradaki kaburga kemikleri katiyen uyuşmuyor. Öyle bir feryat koparmışım ki, kapı önünde beklemekte olanlarden Deniz odaya  dalıp uzmana saldırmaya karar vermiş ve zor engel olmuşlar), sonra efendim pet ct, ardından beyin MR'ı... Sonunda Erkan dedi ki, "Ablacığım ameliyat olma ihtimaliniz var." "Nerede, GATA'da mı?" "Yok, Siyami Ersek'te..." "Niye GATA değil?" "Çünkü Siyami Ersek'te Göğüs Cerrahisi'nin başında Dr. Ilgaz Doğusoy var ve bu işi yaparsa ancak o yapar."
          30 Mayıs'ta, elimde yine bir bavul Siyami Ersek'e gittim. Güher'le buluştuk. Az sonra Pınar da geldi. Bodrum'dan... Ilgaz'la görüştük. Yapılmış bütün araştırma sonuçlarını eline tutuşturdum. Kısa bir incelemeden sonra, "Ben bu ameliyatı yaparım," diye kesin hükmünü bildirdi. "Şimdi sen bugün git, yarın gel... Boş oda yok. Yarın boşalacak." 
          Bu süreci daha önce anlatmıştım. Ameliyat ertesi taburcu olduktan sonra Ilgaz diyor ki, "Şimdi sana kemoterapi yapılacak ve onu da ben ayarlayacağım. Ya Kartal'da olacaksın ya Acıbadem'de..." Eh, canıma minnet!... Sonunda Ilgaz ile Erkan'cığım işbirliği yapıyorlar ve Ilgaz'ın baskısı, Erkan'ın yılmaz  gayretleriyle Acıbadem'de kemoterapi sırasına giriyorum. Kolay bir iş değil bu,; zira Acıbadem'de en erken kemoterapi randevusu dört-beş ay sonraya verilmekte... 
         Sıraya girdikten zonra Ünay'cığım Pınar'la beni Güvercinlik'e getiriyor. Birkaç gün hep birlikte burada kalıyoruz. Köhne'de denize giriyoruz. İyi bir yüzücüyüm ben ama, o ilk gün, tek akciğerimle ne yapabileceğimi kestiremediğimden suyun içinde resmen korkudan ağlıyorum; üçüncü gün ise suya yine dalarak giriyorum ama belli ki yüzmek, uzun uzun yüzmek artık ancak uzak bir hayal... 
          Sonra Pınar'ı bırakıp Ünay'la ben İstanbul'a dönüyoruz  ve Acıbadem kemoterapi kürleri başlıyor. Onkologum gencecik bir doktor hanım: Yeşim Yıldırım. Benim için dört kür planlamış bulunuyor. İki ayrı ilaç kullanıyor: Cisplatin ve Navelbine.  Bunlar esas kemoterapi ilaçları... Bunların yanısıra aldığım başka ilaçlar da var; bulantı önleyiciler filan gibi... Bir hafta  bir doz alıyorum, ertesi hafta bir doz daha; sonra iki hafta istirahat ediyorum ve süreç tekrarlanıyor.  Süreç tekrarlanmadan önce de mutlaka kan değerlerim ölçülüyor. Kan değerleri bu süreçte düşüyor. O iki haftalık arada onları tekrar yükseltmem gerekiyor ki o da ancak beslenmeyle mümkün olabiliyor. İşte o noktada işin içine yine dostlar giriyorlar... Ülker'le Ünay, Güzide ile Yaşar, Tülin ile Kamil,  Filiz ile Atilla, Nurhan, Güher, Muzaffer, zaman zaman yan komşum Selma, üst komşum Füsun kötü beslenmeme asla izin vermiyorlar. Ve ben de kan değerlerim konusunda mucizeler yaratıyorum. Terapi üçüncü küre kadar aksaksız yürüyor. Üçüncü kürde azıcık tökezliyorum. Yeşim Hanım, bir hafta kadar bekleme kararı alıyor. O bir hafta yetiyor ve dördüncü  kürü de tamamlıyorum ve bitiyor.  Taramalar yapıyor. Temizim. Temizim ama depressifim. Bu, Yeşim Hanım'ı şaşırtıyor. Beni de şaşırtıyor. Şimdi kendi kendime, belki de bu işin orada bitmediğini sezmiştim diye düşünüyorum. Öyle olmalı... İçimde kanseri yendiğime dair bir sevinç yok... Niye yok, bilmiyorum ama yok işte... Üç ay sonrası için sözleşip Yeşim Hanım'dan ayrılıyorum. Döngüye girdim. Artık üç aylık kontrollarla yaşayacağım.  Önce üç aylık, sonra, altı aylık, sonra yıllık filan... Beş yıl boyunca... Söylenen bu.
          O üç ayın sonuna gelmeden Acıbadem hastanesinden bir telefon geliyor. Genç bir ses, "Efendim, Dr Yeşim Yıldırım hastanemizden ayrıldı. Yerine artık Dr. Mehmet Teomete bakıyor. Onunla devam etmeyi ister misiniz?" diye soruyor. Biraz şaşkın, "Evet, tabii, olur," diye yanıtlıyorum. Başka bir şansım mı var ki?
         Mehmet Bey'le tanıştığım gün yanımda Pınar da var. Hoş bir adam Mehmet Bey. Esprili, belli ki insancıl, bire bir ilişki kuran cinsten... "Vintage" diye tabir edilen bir model araba koleksiyonu var ki ofisinin çeşitli yerlerinde sergiliyor.  Pınar da hoşlanıyor kendisinden, ben de... Biraz hoşbeşin ardından hemen bir tomografi çektirmemi istiyor. Çektiriyorum. Sonuç kötü... Sol akciğerimin  yakınında bir ve sağ böbreğimin yakınlarındaki iki lenf nodülünde metastaz var. Mehmet Bey tomografi sonuçlarını görünce bir de pet ct çektirmemi talep ediyor. Pet ct bu kadar sık çektirilemiyor ama, beklenmedik olumsuz bir gelişme sözkonusu olduğundan anlaşılan buna hakkım var... Pet ct de tomografi sonucunu destekleyince, bana yeniden kemoterapi yolları görünüyor.  Bu defaki ilaçlar kısmen farklı... Cisplatin yine var ama Navelbine yerine Vinorelbin kullanılıyor. Ayrıca bu defa kürler yirmibir gün arayla... Üç kürden sonra yine yirmi bir gün beklenecek ve tomografi çekilecek. İyileşme varsa, sürece devam; yoksa ne olacak, en azından ben bilmiyorum.
          Bu defa işler geçen seferki gibi gelişmiyor. Aşırı ölçüde hırpalanıyorum. Tansiyonum akıl almayacak kadar düşüyor. Ne yapacağımı bilemez haldeyim. Yirmibir günlük süre çok uzun geliyor. Mehmet Bey'e ulaşamıyorum. Ben de oturup blog yazıyorum. Yazdıklarımı Mehmet Bey'e de yolluyorum. Okuduğunu ve etkilendiğini söylüyor ki, ailesinda ünlü bir yazar varmış. Hatta sonunda cep telefonunun numarasını bile veriyor.
         Ama ben iyi değilim. İyi olmadığım çok belli. Bir gün Yaşar ile Güzide ziyaretime geliyorlar. Yaşar'la kavga ediyoruz. O kemoterapiye derhal ara verilmesini ve tümör boyutlarının izlenmesi gerektiğini söylüyor. Ben Mehmet Bey'den bunu talep edemeyeceğimi... Böyle şeyler refakatçilerin işi... Benim yanımda her zaman refakatçi oluyor olmasına ama hep farklı insanlar. Sürecin bütününü kimse görmüyor.
         Zaman geçiyor, malum tomografi çekiliyor. Yaşar haklıymış; tümörler küçülmemiş, aksine büyümüşler. Mehmet Bey kemoterapiyi orada noktalıyor ve Tarceva deen akıllı moleküllerden söz etmeye başlıyor. O gün yanımda Leyla var. Leyla, Mehmet Bey'in Tarceva planını dinliyor, Roche firmasını arayıp bir kutu ilacı parasız talep etmesini izliyor ve çok etkileniyor. Şimdi artık ilacın elimize ulaşmasını bekleyeceğiz. Çıkarken Mehmet Bey'e "Ben mi sizi arayacağım?" diye soruyorum. "Hayır, ben sizi arayacağım," diyor.  O beni arayacak. Birkaç gün içinde... Leyla bu sözün tanığı... Ama Mehmet Bey beni aramıyor. Hem de haftalarca... 
          Tarceva konusu daha önce yazmıştım. GATA onkologu Bülent Bey'in isabetle tespit ettiği gibi benim o ilacı kullanmam mümkün değil... Iyi de yapacak başka hiçbir şey yok mu? Yoksa dahi, Mehmet Bey'in bunu bir zahmet bana açıklaması gerekmez mi? Beni beyin metastazı konusunde uyarmış olması gerekmez mi?
         Arada olanlar oluyor ve biz Bodrum Devlet Hastanesi'nden yola üç doktorla iletişim halinde çıkıyoruz. Erkan, Nihat ve Mehmet Bey... Acıbadem Kozyatağı'nın acil servisinden giriş yapacğız, beni bir odaya yerleştirecekler ve seçenekleri gözden geçireceğiz.
     Ondokuz saat sonra bu dediğim oluyor. Mehmet Bey gerçekten uyarısını yapmış. Kayıt kabulde, görgü, nezaket  ve empati yoksulu genç bir kadın, beni, bilmem kaçıncı katta bir koğuşa yerleştireceklerini söylüyor. Pınar buna şaşırınca da, "Ay, aslında sevinmeniz lazım. Çünkü bodrum kat dolu, "diyor. Pınar, "Ne bodrumu, ne katı?" diye soruyor. Genç kadın, büyük bir kalp ferahlığıyla, "Ay, biz Sosyal Güvenlik Kurumu hastalarını bodrum katta, penceresiz bir koğuşta yatırırız," deyiveriyor. Pınar bugün hala o genç kadını neden katlayıp bir köşeye tıkmadığını soruyor kendine. Bu arada hemen bir beyin MR'ı çekiyorlar. Sonuçları da elimize tutuşturuyorlar. Evet, beynimde tümör var; ödemiyle birlikte beş santim çapında birşey... Felcin nedeni o... Ve kayma başlamış.
          Bilmem kaçıncı kattaki koğuş az sonra arkadaşlarımla doluyor. Bu arada Mehmet Bey de geliyor. "A, doktorcuğum gelmiş," diye sevinerek iki elimle Mehmet Bey'in elini tutmaya çalışıyorum. Mehmet Bey, yüzünde soğuk bir ifadeyle buna izin vermiyor ve çıt, oracıkta kalbim kırılıyor. Çıt sesini ben açık seçik duyuyorum; o ise duymuyor. 
         Mehmet Bey gittikten az sonra hayatımıza kara gözlüklü K. Bey duhul ediyor. Genç bir adam... Beyin cerrahıymış besbelli... Uzun uzun birşeyler anlatıyor. O anlatırken ben, tümörlü beynimle bir gerçeklik kayması yaşıyorum. Elli yıllarda bir Hollwood filmindeyiz sanki. Kara gözlüklü K. Bey de bir araba satıcısı... Sesi, sesinin tonu, konuşurken seçtiği kelimeler... 
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              Ben özel sağlık sigortamı Koray'dan boşandıktan kısa bir süre sonra iptal ettirmiş bulunuyorum. O zaman bu zaman babamın Emekli Sandığı sigortasından yararlanmaktayım. Babam, malum, tümgeneraldi. Devlete tam kırksekiz yıllık bir hizmeti sözkonusu...  Daha on yaşındayken vermişler babamı galiba Erzincan'daki veya Erzurum'daki askeri ortaokula... Kırksekiz devleet hizmeti yıl öyle oluyor. Üstelik babacığım, bu sigortanın bedelini de o kırksekiz yıl boyunca ödemiş durumda... Dile kolay: tam kırk sekiz yıl... İşin esasına bakılırsa, babam, bugün özel sigorta yaptıran pek çok kişiden kıyaslanamayacak ölçüde yüksek miktarda prim ödemiş bulunuyor. Kendisini tam elli sekiz yaşında kaybettik. Yani, bir anlamda ödediği primlerin çok küçük bir yüzdesini dahi geri alabilmiş değildi. Pınar'la ben öyle doktor doktor, hastane hastane dolaşan insanlardan hiç olmadık. Annem oldum olası hastaydı, ama o dahi Emekli Sandığı'na büyük harcamalar yaptırmadı. Kaldı ki onun kendi sigortası da vardı ve izin verildiği sürece kullanmakla iftihar ederdi. Sonra onu da bir seçim yapmaya zorladılar ve tabii babamınkini seçmek zorunhda kaldı. 
          Öyle zannediyorum ki, küçük ailemizin en büyük sağlık harcamaları, işte bu benim kanserim yüzünden gerçekleşti. Böyle bir şansım olduğu için babama minnet duyuyorum. Duymamamak mümkün mü? Bu, ömrü boyunca parayla pulla hiç ilgisi olmamış; çoğu benzerlerinden çok farklı olarak şahsi çıkarını hiçbir zaman devlet çıkarlarının önüne koymamış ve çok erken ölmüş bir adamın  boynu bükük kalmış eşiyle iki kızına bıraktığı en önemli miras... 
      Emekli Sandığı şimdi artık sağlık cüzdanı vermiyor. Elimde kalmış olan son defterin girişinde: "General/Amiral ailesi, 1. sınıf hizmet" yazıyor. Evet, bence de doğrusu bu... Yaptığı hizmetin tam karşılığını hiç almamış ve almayı da hiç beklememiş bir adamın ailesi, gerektiği zaman 1. sınıf sağlık hizmeti almalı...
          Annem almıştı. Annem tabii o hizmeti GATA'da almıştı. 2004 yılında rahmetli olduğunda henüz özel hastaneler emeklilere sağlık hizmeti veriyor değildiler. Ben de aldım. Ben de önce GATA ve Siyami Ersek, sonra Bodrum gibi devlet hastanelerinde aldım. Arada da, Ilgaz ve Erkan sağolsunlar, Acıbadem'de... Almasına aldım ama, son dakikada çok sevimsiz işler oldu. Aşırı sevimsiz... Neyseki mucizeler dönemindeydim, galiba hala öyleyim ve o sevimsizlikleri de aştık, ama diyorum ya, bu konuyu hazmetmem ya çok zaman alacak ya da hiç mümkün olmayacak. 
          Kara gözlüklü K Bey az sonra çekip gidiyor. Dediği mealen şu; "Size bir beyin ameliyat yapılması gerekiyor. Bunu ben de yapabilirim ama biz, N. hocamızın yapmasını daha uygun buluyoruz. Dolayısıyla siz artık Mehmet Bey'in değil ve fakat N. Bey'in hastasısınız. N. Bey yeni bir MR ve tahliller istedi. Önve bunları yapacağız, sonra da sizi ameliyata alacağız."
         "Allah Allah!.."
         Bu arada adama diyorum ki, "Doktor bey, yirmi saattir yoldayım ve sırtım ağrıyor. Bana bir ağrı hapı verilmesini sağlar mısınız?" Adam da bana diyor ki, "Biz böyle durumlarda en kötü ihtimali göz önüne alırız. Demek ki bir de sırt MR'ırızın çekilmesi lazım!" Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum. Oysa gayet fütursuz çekip gidiyor.
          Kara gözlüklü K. Bey odadan çıktıktan sonra hayretler içinde birbirimize bakıyoruz. Belli ki birşeyler, bir tür dümen dönüyor da ne? 
         Biraz sonra Ceren, "Ben gideyim de ne olduğunu anlamaya çalışayım," diyor. Ceren genç, yorgun, endişeli... Sinirlerine hakim olabilecek mi? Ardındın Güher, "Ben de gideyim, " diyor. Biraz sonra ikisi de dönüp geliyorlar. Evet birşeyler dönüyor tabii... Ben o ana kadar Mehmet Bey'in hastasıyım. Mehmet Bey, kendisinden önceki Yeşim Hanım gibi bir Sosyal Güvenlik Kurumu doktoru... Dolayısıyla o ana  kadar bana yapılan harcamaların tamamını Emekli Sandığı karşılamış durumda... Ne var ki N. Bey bir SGK doktoru değil... Yani onun hastası olduğumda her türlü ödemeyi ben cebimden karşılamak durumundayım. Mesela neyi? Beyin ameliyatımı... Ederi? Kara gözlüklü K. Bey, Ceren'e kapıyı kırk bin liradan açıp yirmi bin liraya iniyor. Ben orada ölüyorum; kara gözlüklü K. Bey çaresiz yakınlarımla pazarlık etmekte...  Ha, tabii N. Bey yeni MR ister. Çünkü o da para... Yeni tahlil ister. Çünkü o da para... Belli ki kara gözlüklü K. Bey'in gözünde dolar işaretleri yanıp sönüyor. 
          O arada ben Erkan'ı arıyorum. "Durum böyleyken böyle, ne dersin bu parayı vermeli miyim?" diye soruyorum. Nasıl vereceksem! "Yok ablacığım, bu daha yolun başı... Biz bunlarla başa çıkamayız," diyor Erkan. "Peki ne yapayım?" "Öncelikle oradan çıkın," diyor Erkan, "Mümkünse hemen..." Bu arada Ceren geliyor, "Teyze bunlar seni N. Bey'in hastası yapmışlar bile," Ekranda artık öyle görünüyorsun."
         İşte o noktada çıldırıyorum. Mehmet Bey'i çağırtıyorum. Her nasılsa geliyor. "Siz böyle birşeyi benim onayım olmadan nasıl yaparsınız?" diye bağırıyorum, "Kim verdi size o yetkiyi?" "Siz, akciğer kanseri en çok beyine metastaz yaparken benim beynimi nasıl izlemezsiniz?" diye de bağırıyorum galiba... Mehmet Bey bembeyaz bir yüzle uzaklaşıp gidiyor. Tam o ara Nihat arıyor. Önce, "Siz derhal Medical Park'a geçin, ben de az sonra orada olacağım," diyor. Sonra para meseleleriyle ilgili ayrıntıları öğrenip "Ameliyatı ben yapacağım. Kendim ve ekibim için hiçbir para talep etmeyeceğim; ameliyatın beş-altı bin liralık bir masrafı olur, onu ödersiniz, olur biter," diyor.
          Acıbadem'den bir an önce çıkmak istiyorum. Hastaneden kendi isteğimle ayrıldığıma dair bir kağıt imzalayacakmışım. Hiçbir  şey imzalamaya niyetim yok... İmzalamıyorum da... Hazırlanıyoruz, sarı naylon perdeli sevimsiz koğuşu ardımızda bırakıp aşağıya iniyoruz. Atilla bizi bekliyor. Medical Park'a girip kaydımızı yaptırıyoruz. Güzel bir odam oluyor yine ve az sonra Nihat'cığım geliyor.   
                   
        
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            
       
         

6 Ekim 2011 Perşembe

ESKİLERDEN BİR TUHAF DOKTOR HİKAYESİ

Bir süredir sözünü edip durduğum tuhaf kalp doktoru hikayesi aşağıda: 

28 Ağustos Pazartesi, 2007

Yaz başında bundan böyle Co-enzim Q 10 almamaya karar verdim. Bir süredir, “Pahalı bir ilaç…  Ne gerek var? Bütün bu vitaminlere, takviyelere ne gerek var? Bunların hepsi para tuzağı… Yetti artık bu tuzaklar!” diye düşünmeye başlamıştım.  Zaten en düşük dozu alıyordum. Genç satıcıların doz yükseltme yönündeki ısrarlarına rağmen… Evet, insan o takviye  ilaçların da bağımlısı haline geliyor, getiriliyor galiba. “Bağımlılık yapacak hiçbir şeye çok yüz vermemeli!”
            Söylendiğine göre Co-enzim Q 10 kalbi güçlendiren ve tansiyonu regüle eden bir şey… Yaşım elli beş… Hala biraz kiloluyum. Buna rağmen, tansiyonum, ne zaman ölçtürsem ya 13/8 ya 12/7…  Çok sık da ölçtürmüyorum, çünkü öyle bir ihtiyaç hissetmiyorum.
            Böylece Co-enzim Q 10’i bıraktım. Ne var ki Temmuz ayında hava aşırı ısındı. Birden kendimi kötü hissetmeye başladım. Neyim var, anlayamıyorum. Halbuki insan bu yaşta kendisini bilir hale geliyor. En azından ben öyleyim. Neyi, nereye kadar yapabilirim, kendimi ve sınırlarımı hangi anda ve hangi noktada aşabilirim, nerede durmam gerekir; bunları hep bilirim. En azından bir süredir bilirim. Dolayısıyla anlıyorum ki bir aksilik var; ama o aksiliğin ne olduğunu anlamıyorum.
            Haluk’a uğruyorum. Tansiyonumu ölçtürüyorum. Tansiyon biraz yüksek çıkıyor. 15/10…
            —“Hava çok sıcak,” diyor Haluk.
            —“Evet!”
            —“Ondan olmalı!..
            —“Evet!”
            —“Yine de bir süre takibe al sen bunu…”
            —“Nasıl yani?”
            —“Bir hafta süreyle her gün ölçtür.”
            —“Masasının çekmecesini açıp bir kart çıkartıyor ve bana uzatıyor. Alıyorum. Bir tür tansiyon izleme çizelgesi…
            Ondan sonraki bir hafta boyunca her gün tansiyonumu ölçtürüyorum. Hep yüksek çıkıyor. Neyse ki en yükseği bile 16/11’i geçmiyor. Buna rağmen Erkan’ı arıyorum.  
—“Hemen gelin abla,” diyor. Ertesi gün için randevulaşıyoruz ve kalkıp GATA’nın Çamlıca Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ni gidiyorum. Ben durumu anlatırken Erkan her zamanki gibi bana kahvaltı hazırlıyor. O arada kan tahlillerimi yaptırtıyor. Bir de nefes ölçümü… Sonra birlikte çay içerek kahvaltı ediyoruz. Çamlıca’da kalp uzmanı yokmuş. Erkan Haydarpaşa GATA’yı arıyor. Orada bir arkadaşı varmış. E. Bey… E. Bey’e durumumu anlatıyor. Ablası olduğumu söylüyor ve ertesi gün için bir randevu alıyor. Sonra bana dönüyor ve diyor ki,
—“Sabah bana uğrarsınız, kan tahlili sonuçlarını veririm. Randevunuza buradan gidersiniz.”
Ertesi gün erkenden yine Çamlıca’ya gidiyorum. Tahlil sonuçları hazır… Erkan beni uğurlamak için kapıya kadar çıkıyor. Çamlıca GATA ile Haydarpaşa GATA arasında gidip gelen hasta servisleri var… Kapı önünde bir tanesi hareket etmek üzere… Erkan beni, servise binmek üzere olan bir sivil görevliye emanet ediyor: İsmail Bey… Gideceğim servisin ve doktorun adını İsmail Bey’e de söylüyor ve doktorun odasına kadar bana eşlik etmesini tembihliyor. Vedalaşıp ayrılıyoruz. Servis yola çıkıyor. Tangır tungur bir midibüs… Sarsıla sarsıla yol alıyor ve az sonra Haydarpaşa GATA’ya varıyoruz.          
    Servisten iniyorum. İsmail Bey benden önce davranmıştı, ama servis kapısında durup beni bekliyor. Kendisine teşekkür ediyorum. Birlikte yürümeye koyuluyoruz. Geçitten iç avluya giriyor; avluyu hızlı adımlarla geçiyoruz. İsmail Bey hep az önden gidiyor. Ara sıra bana bakarak hızını düşürmeye çalışıyor, ama onun yavaş yürüyüşü bile benim hızlı yürüyüşümden hızlı…
—“Hızlı mı gidiyoruz?” diye soruyor bana, gülümseyerek. Nefesimi kontrol etmeye çalışıyorum. Ben de gülerek,
—“Zarar yok!” diyorum.
—“Yavaş yürümeye çalışıyorum aslında,” diyor. Farkındayım. Ne olsa hem erkek hem de benden epeyce genç… Aramızda bir hız farkı olacak elbet…
            Yine bir geçitten geçerek yeni binanın sahanlığına çıkıyoruz.Bu binayı daha önce görmemiştim. Yapıldığından haberim bile yoktu. Epeydir gitmiyorum Haydarpaşa GATA’ya. Epeydir; yani annem öldüğünden, yani 2004 yılından beri hiçbir hastaneye ve Erkan hariç hiçbir doktora gitmiyorum zaten.  
Binaya girip beşinci kata çıkıyoruz. Asansörün tam karşısındaki kapıdan küçük bir koridora giriyoruz. İkinci kapının üstünde Doktor E. Bey’in adı yazılı. İsmail Bey kapıyı tıklatıyor, biraz bekledikten sonra açıyor. Aralıktan Doktor E. Bey’i görüyorum. Karşısında biri olmalı. Onunla konuşuyor. Kapı açılınca başını bize doğru döndürüyor. İsmail Bey,
—“Erkan Hocam…” der demez Doktor E. Bey,
—“Tamam!” diye cevap veriyor. “Sen, eko odasına götür. Hemşirelere de haber ver, ben geliyorum.”
Kapıyı kapatan İsmail Bey yine önüme düşüyor. Koridor az ilerde sola kıvrılıyor. Kapısında, pirinç levha üstünde ‘Ekokardiyoloji’ diye bir yazı bulunan oda küçücük… İsmail Bey beni içeri sokuyor.
—“Siz burada bekleyin. Ben hemşirelere haber vereceğim ve sonra sizi bırakıp gideceğim artık,” diyor.
—“Elbette,” diyorum. Buraya kadar getirmesi ve bütün bunları yapması bile büyük nimet… Teşekkür ediyorum. Gidiyor.
Küçük odanın içinde, sağıma soluma bakınarak salak salak dikiliyorum. Bir takım yerleşik aletler var; bir de tekerlekli bir sehpa üstüne oturtulmuş bir şey… Bir muayene yatağı, bir küçük masa ve önünde bir döner sandalye… Birkaç dakika sonra koyu mavi gömlek ve pantolon giymiş genç bir hemşire hanım geliyor.
—“Çabuk, çabuk çabuk!” diyor bana.
            —“Nasıl çabuk?.. Ne yapacağım?” diye soruyorum şaşkın bir tavırla.
—“Uzanın,” diyor. “Göğsünüzü sıyırın!” 
—“Takılar?..” diye soruyorum. Cevap vermiyor. Boynumdaki kolyeyi çıkartıp elime alarak yatağa uzanıyorum. Hemşire hanım tekerlekli alete konsantre olmuş durumda. Alete bağlı çengelleri bacaklarıma ve kollarıma geçiriyor. Birkaç metal topu da göğsüme tuttururken.
            —“Eteğiniz de çok seksiymiş,” diyor.
—“Öyledir,” diyorum. Seksi filan değil; anvelop bir etek işte. Nesi seksi olacak? O arada hemşire hanım işini bitiriyor.
—“Konuşmayın ve hareket etmeyin!” diye buyurduktan sonra aleti çalıştırıyor. Sonra kendi kendine konuşmaya başlıyor. Ne dediğini anlayamıyorum.
—“Efendim?” diyorum.
            —“Şşşt, siz konuşmayın,” diyor. Sonra alete bakarak,
            —“Nesinde yanlışlık varmış üçle beşin?” diye soruyor. “Değil işte yanlış!” Bunu dedikten sonra göğsümdeki toplardan iki tanesinin yerini azıcık değiştiriyor.
            —“Hah işte! Oldu!” Makine çalışıyor. O arada bana bir açıklama yapıyor:
            —“Ben yoğun bakımın hemşiresiyim. Buranın hemşiresi meşguldü. Çağrılınca, ‘Ben yaparım,’ dedim. Onun da canına minnet…” Sonra susuyor. Ben de susuyorum.
O işine devam ederken içeriye bir başka doktor giriyor. Bana gülümsüyor. Ben de ona gülümsüyorum. Yüzünü hatırladım. Adını da… Bekir Bey… Yıllar önce yine Haydarpaşa GATA’da, ama amirallerle generallere ve ailelerine ayrılmış olan V.I.P. merkezinde annemle ilgilenmişti galiba. Belki de benimle… O beni hatırlamıyor tabii.
—“Kimin hastası? Eko yapılacak mı?” diye soruyor hemşireye. Hemşire
—“Bilmem!” diyor. Garip bir sessizlik oluyor. Bunun üzerine ben,
            —“E. Bey yolladı beni buraya,” diyorum. Doktor hemşireye birşeyler söyleyip çıkıyor. Duymuyorum. Zaten ilgilenmiyorum. Aklım iyice karıştı.
—“Kalkın !” diyor hemşire.
—“Bitti mi?” diye soruyorum.
—“Bitti!” diyor. Ben doğrulurken o aletten bir kağıt çıkartıp elime tutuşturuyor. Bakıyorum; eski elektro kayıtlarına benzeyen bir kayıt var üstünde.
—“Bu ne?” diyorum.
—“Doktora vereceksiniz bunu,” diyor ve çekip gidiyor. O arada ben üstüme başıma bir çekidüzen veriyorum. Kolyem yatakta kalmış; alıp yine boynuma geçiriyorum. Sonra elimde malum kağıt, eko odasından dışarı çıkıyorum. Ben çıkar çıkmaz iki kadın giriyor odaya. Artlarından da Doktor Bekir Bey…
Bense Doktor E. Bey’in odasına doğru yürüyorum. Kapıyı tıklatıyorum. İçerden hiç ses gelmiyor. İnanamıyor ve bir daha tıklatıyorum. Yine ses yok… Bunun üzerine kolu zorluyorum. Nafile! Kapı kilitli… Şaşkın, kalakalıyorum olduğum yerde. Peki, şimdi ne yapacağım? Bekleyeceğim herhalde. Bekliyorum. Olabilir. Bir hastaya çağrılmıştır belki. Tuvalete gitmiştir. Sağıma soluma bakınıyorum. Tuvalet, E. Bey’in odasının tam karşısında. Kadın-erkek ayrı… İkisi de boş… Kadın tuvaletine girip yüzüme su çarpıyorum. Şapkamı çıkarttığım için saçlarım biraz dağınık… Suyla şekil vermeye uğraşıyorum. Pek olmuyor. Umursamıyorum.  
Biraz daha bekliyorum. Sonra koridoru arşınlamaya başlıyorum. Koridorla birlikte sağa dönüp eko odasının önünden geçince bir başka kapı… O kapının ardında daha geniş ve daha uzun bir koridor… Koğuşlar, özel odalar bu koridorda… Sağ tarafta iki adam… Duvara dayanmış, kendi aralarında fısıl fısıl konuşuyorlar. Geri dönüyorum. E. Bey’in kapısını bir daha yokluyorum. Yine kilitli… Ne yapsam diye düşünürken, küçük koridorun asansör karşısındaki kapısından içeriye biri giriyor. O mu acaba? Benziyor ama… Neyse ki o beni tanıyor.
            —“A,” diyor, “Ben sizi tamamen unutmuştum.” Unutmuş beni! Unutmuş! Aman ne hoş! Bir de söylüyor üstelik! Yani, iyi ki Erkan’ın ablasıyım; öyle olmasa ne olacak kimbilir halim? Bir gayret gülümsüyorum. Elimdeki kağıdı ona veriyorum. Pek ilgilenmiyor.
            —“Gelin diyor, “Eko yapacağım.”
            Eko odasına doğru yürürken,
            —“İçerde hasta var,” diyorum.
            —“Kimmiş?” diyor. O arada Eko odasının önüne geldiğimizden yarı aralık kapıyı açıp içeriye bakıyor. Bekir Bey’i görünce geri çekiliyor. Bana dönüp,
            —“Oda boşalıncaya kadar bekleyeceğiz. Siz içerde istirahat edin!” diyor. Sesimi çıkartmıyorum. Bu arayı konuşarak değerlendirmeyeceğiz demek ki! Peki! Öyle gerekiyor herhalde. Sakince,
            —“Nerede istirahat edeyim?” diye soruyorum şaşkın şaşkın. Ne küçük koridorda ne büyük koridorda istirahat edebileceğim tek bir yer yok! Ne bir iskemle ne de bir bank! Önüme düşüp beni o büyük koridora çıkartıyor. Tam karşıda yan yana iki oda var. Birinin kapısındaki levhada, ‘Asistan Odası’ gibisinden bir şey yazıyor. O odayı işaret ederek,
            —“Burada oturabilirsiniz,” diyor ve gidiyor. O giderken arkasından zayıf bir sesle,
            —“Yine unutmazsınız beni, değil mi?” diyorum.
            Ağzının içinde birşeyler mırıldanıyor. Belki unutmayacağını söylüyor, belki de bambaşka birşey. Anlamıyorum.
Asistanların odası boş… Girişte büyükçe bir masa ve çevresinde rahat koltuklar; bir küçük buzdolabı, iç kısımda da dolaplar bulunuyor. Koltuklardan girişe yakın bir tanesine ilişiyorum. Zaman geçmek bilmiyor. Bir süre sonra ayaklanıyorum. Yan odada iki doktor hararetli hararetli birşeyler konuşuyorlar. Birini Doktor E. Bey’e benzetiyorum ama, emin olamıyorum. Adamın yüzünü bir kere kapı aralığından gördüm, bir de demin, asansörün karşısındaki kapıdan küçük koridora girdiğinde… İkisinde de alıcı gözüyle bakmadım.
            Geniş koridoru arşınlamaya başlıyorum. Koğuşlarda hastalar… Sessizce yatıyorlar. Ortalıkta hiç hemşire yok. Bir yerlerde bir hemşire odası da olmalı… Oradadırlar belki… Peki, Bekir Bey’in işi bittiğinde, bundan nasıl haberimiz olacak? Birkaç kere gidip geliyorum. Kendimi bir tür korku filminde gibi hissetmeye başladım. Daha doğrusu sanal bir gerçekliğe geçmiş gibiyim. Ortamı yadırgıyorum. Sessizliği ve hareketsizliği yadırgıyorum. E. Bey’in tavrını yadırgıyorum. Niye benimle konuşmuyor? Neden onun odasında beklemiyoruz da böyle ortalıkta dolanıyoruz? Bir daha ortadan kaybolursa, yine beni unutursa nasıl bulacağım ben bu adamı?  Bu olanlar normal mi? Olanlar normalse, ben mi anormalim?
Asistan odasının tam karşısındaki tabloyu inceliyorum. Doktorların, hemşirelerin, sekreterlerin, görevlilerin resimleri ile isimleri, titrleri, rütbeleri, vb… Bir kere daha öbür uca doğru ilerlerken uzaktan denizi görüyorum. Mavi pijamalı bir genç adam, muhtemelen bir asker, otomatik sürgülü kapıyı koluyla engellemek suretiyle açık tutmaya çalışıyor. Oraya doğru gidiyorum. Kadıköy, vapurlar, martılar… Bir parça gerçeklik… Yeniden dünyaya döndüm. Kapının dışında merdiven sahanlığı var. Ötesinde de deniz… Mavi pijamalıların sayısı üçe çıkıyor.
—“Geçmiş olsun,” diyorum. “Buradan deniz görünüyormuş; ne güzel!”
İlgisizce,
—“Burası güzel,” diyor bir tanesi. Çocukları rahatsız etmemek için geri dönüyorum. Biraz da E. Bey’i kaçırırım veya, eko odası boşalır da yeniden dolar gibi korkularla… Bu korkuya kapılınca gidip eko odasının kapısında beklemeye karar veriyorum. Eko odası hareketsiz… Başımı uzatıp içeri bakıyorum. Doktor gitmiş; ama hanımlar hala oradalar ve biri yatağa uzanmış durumda… Demek işleri bitmemiş.
 —“Geçmiş olsun,” diyerek geri çekiliyorum. Masadaki yaşlıca hanım bana gülümsüyor. Koridorda bir hareketlenme var. Bakıyorum; asansörün karşısındaki kapıdan içeri üç tane adam giriyor; içlerinden birinin bir bacağı ampüte: koltuk değnekleriyle yürüyor...  Buna rağmen üç adamın da yüzünde sevinçli ifadeler var. Bekir Bey, E Bey’inkine bitişik olan odasından fırlıyor ve gerçek bir sevinçle üç adamı karşılıyor. Sarılıp öpüşüyorlar. Kendi kendime, “Eyvah!” diye düşünüyorum, “Şimdi de bunlar mı girdi sıraya?” Arkamı dönüp tekrar büyük koridora doğru yollanırken, göz ucuyla, Bekir Bey’in odasının tam karşısındaki boşluğa iki genç kadının yerleşmekte olduklarını görüyorum. Boşlukla koridoru ayıran setin üstündeki pirinç levhada “Sekreterler” yazıyor.
Büyük koridor bıraktığım gibi… Yalnızca sağ tarafta duvara dayalı duran adamlar artık yoklar. Koridorun denize yakın kısmından beyaz önlüklü bir hemşire beliriyor. Saçını düzelterek gelip küçük koridora giriyor. Tam o sırada diğer taraftaki kapıdan yaşlıca bir adamla başı örtülü bir kadın çıkageliyor. Hiç konuşmadan koridoru arşınlıyorlar. Bir şey arar gibi bir halleri var. Onların ardından iki hademe geliyor. Onlar da küçük koridora giriyorlar. Sanki bir şey için keşif yapar gibiler. Keşiflerini yaptıktan sonra geldikleri yoldan çıkıp gidiyorlar.
            Ben tekrar küçük koridora giriyorum. Bekir Bey, üç adamla vedalaşıyor. Benim önümden geçip eko odasına giriyor. Kapıyı kapamak için dönüyor. Gözgöze geliyoruz. Gülümsüyorum. O gülümsemiyor.
            —“Ben değil!..” diyor bana ve kapıyı örtüyor.
            “”Ben değil!..” Ne demek istedi şimdi bu adam? O değil, biliyorum. O ne değil? Benim doktorum değil… E. Bey değil… Peki, şimdi durup dururken bunu söylemek gereğini niye duydu ki şimdi bu adam? Eyvah, taciz ettim galiba adamcağızı! Canım sıkılıyor. Canım çok sıkılıyor. İnsanları taciz etmekten nefret ederim. Bu hastane çok tuhaf… Bu hastanedeki insanlar da çok tuhaf… Herşey tuhaf… Küçük koridordan büyüğe geçiyorum. Kapının sağ tarafında sırtımı duvara yaslayarak bekliyorum.
Yaşlıca adamla kadın, aradıklarını bulamamış olarak geri dönüyor ve küçük koridora giriyorlar. Bekir Bey’in odasıyla eko odası arasındaki köşe odaya gidip kapıyı yokluyorlar. Kapı kilitli… Geri dönüyorlar. Küçük koridorla büyük koridoru birleştiren kapının sol yanında da onlar dikiliyorlar. Sessizce… Ne yapacaklarını bilmez bir halleri var.
O sırada az önceki keşfi yapmış olan iki hademe, bu kez beyaz metal bir sedye üstünde taşıdıkları biçimsiz metal bir dolapla birlikte büyük koridora giriyorlar. Sedyeyi ite kaka küçük koridorun kapısına kadar getiriyorlar. Bana ve yaşlıca çifte geri çekilmemizi söyledikten sonra bir manevra yaparak küçük koridora giriyorlar. Ağır ağır köşe odaya yaklaşıyorlar. Bir tanesi anahtarla odanın kapısını açıyor.
Yaşlıca karı-koca, az önce yokladıkları oda kapısının anahtarla açıldığını görünce, içinin boş olduğunu kavrıyorlar.
—“Gidelim,” diyor adam ve devam ediyor:
—“Ben Pazartesi günü gelirim artık.”
—“Sabah erkenden gelmen gerek ama,” diyor kadın.
—“Sekiz buçukta burada olurum,” diyor adam. Sessizce ayrılıyorlar. Burası böyle bir yer anlaşılan: kimse kimseye bir açıklama yapmıyor, insanlar birileriyle görüşebilmek için saatlerce, belki günlerce beklemek zorunda kalıyorlar! Korkulu, endişeli, umutsuz bekleyişler… Zor! Kalbim sıkışıyor. “Ben de bu insanlar gibi mi olacağım? E. Bey’le görüşebilmek için günler boyu gidip gidip gelecek miyim? Ne yapacağım?” Bir panik duygusu yükseliyor içimden. 
Hademeler sedyeden indirdikleri dolabı köşe odaya sokmaya uğraşırlarken Doktor E. Bey de ayaklanıyor ve bana hiç bakmaksızın önümden geçerek kendi odasına doğru yollanıyor. O geçer geçmez, Bekir Bey eko odasından çıkıyor. Önünde koskoca sedye ile dolap…
—“Bu ne?” diye soruyor. Hademelerden biri,
—“Dolap, hocam…” diyor çaresizce.
—“Böyle çirkin şeyleri getirmeyin buraya,” diyor Bekir Bey ve o da yürüyüp odasına gidiyor. Hemen arkasından eko odasındaki hanımlar da çıkıyorlar. Oda boşaldı. Telaşlanıyorum. Hademeler, Bekir Bey’le hanımlara yol vermek için ittiklerinden, beyaz sedye küçük koridorun kapısını tıkamış durumda… Sedyeyi çeke çeke büyük koridora çıkartıp kenara alıyorum. Küçük koridora dalıp Doktor E. Bey’in odasına koşturuyorum. Nefes nefese,
—“Oda boşaldı diyorum.”
—“Geliyorum,” diyor. Ben önde o arkada nihayet eko odasına vasıl oluyoruz. Odaya girer girmez,
—“Uzanın,” diye buyuruyor. Uzanıyorum. Uzanmadan önce elimde tuttuğum kağıdı kendisine veriyorum. Şöyle bir bakıyor. Sonra çıkartıp birkaç gün önce yapılmış olan kan tahlillerinin sonuçlarını ve daha önceki sonuçlarımı içeren dosyayı da eline tutuşturuyorum. Son olarak da tansiyon izleme çizelgem ile bir gece önce hazırladığım not kartonlarını… Üç tane küçük karton: Belirtiler, ailedeki kalp hastaları ve durumları ve son olarak da kullandığım ilaçlar. Bunları hazırladım; zira doktorla konuşurken telaşlanıp ya birine ya ötekine değinmeyi genellikle unutuyorum. Ben yatağa uzanırken o koltuğa oturuyor. Galiba elektro kağıdının arkasına bir takım notlar alıyor. Ardından ayağa kalkıp yanıma geliyor.
—“Yan yatın,” diyor. Yan yatıyorum.
—“Böyle mi?” diye soruyorum. Cevap vermeye zahmet etmiyor. Eh, demek ki doğru yatmışım.
—“Üstünüzü sıyırın,” diyor. Sıyırıyorum.
—“Yok, olmadı. Şeyi de sıyırmanız lazım,” diyor. Şey, sütyen olsa gerek. Olduğum yerde doğruluyorum. Sütyenin arkasındaki kopçaları açıyorum.
—“Sıyırsanız yeterdi,” diyor. “Kopçalarını açmazsam eğer, bu sütyen sıyrılmaz, çünkü alttan desteği var,” demiyorum tabii. Kopçaları açtıktan sonra sütyeni yukarı çekip yine yan yatıyorum. Tekerlekli alet yine başucumda… Ama bu defa, doktorun elinde ince uzun ve ucu tostoparlak ve galiba hastanelere özgü o sevimsiz jelatinle sıvalı bir tür ölçüm cihazı var. Cihazı kalbimin çevresinde dolaştırıyor. Aletten sonucu izliyor. Bana açıklama yapmıyor. Bir süre sonra aleti bırakıp ayağa kalkıyor. Tekrar koltuğa otururken bana da,
—“Giyinebilirsiniz,” diyor.
Giyineceğim ama, göğsümün çevresi jelatin oldu. İğreniyorum. İğrendiğimi anlıyor. Tam o sırada ben yatağa serili kağıt örtüyü fark ediyorum. Bir parçasını yırtarak temizlenmeye çalışıyorum. O da hemen hemen aynı anda,
—“Kağıt örtüyü kullanabilirsiniz,” diyor.  Kullanıyorum. Ben yataktan kalkarken o da dosyayı filan toparlayıp odadan çıkıyor. Çıkarken de dönüp bana,
—“Odama gelin de konuşalım,” diyor. İçimden oh çekiyorum. Nihayet! Demek konuşacağız.
Odaya girdiğimde kendisi masasının başında tahlil sonuçlarına bakıyor. İki koltuktan kapıya bakana oturuyorum. Konuşmadan bekliyorum. Sessizlik uzadıkça uzuyor. Ben gerildikçe geriliyorum. E. Bey, dosyaya bakarken elektro kağıdının arkasına notlar alıyor habire. Bunu yaparken birkaç kere başını kaldırıp soru soruyor bana. Birinde ailede kalp hastası olup olmadığını soruyor. Bir de kullandığım ilaçları soruyor.
—“Notlarda yazıyor,” diyorum, ama yine de kırık dökük bir sözlü ifade de veriyorum. Yazmaya devam ediyor. Susup bekliyorum. Son olarak boyumu ve kilomu soruyor. Boyumu biliyorum, kilomu bilmiyorum. Herhalde üç yıldan fazladır, tartılmadım.
 —“Seksen,” diye sallıyorum.
Sessizlik!.. Sessizlik yoğun bir sıvı gibi gelip üstüme iniyor.  Ilık bir sıvıyla dolu bir kavanozun içindeyim sanki. Dibe doğru çöküyorum. Boğuluyorum. Çırpınarak kendimi bu duygudan kurtarmaya çalışıyorum. Sık sık nefes almaya başlıyorum. Bir ara,
—“Hasta olmaktan nefret ederim,” diyorum. “Naz yapacak kimse yoksa hasta olmanın da bir yararı yok.” Ne vesileyle, hiç hatırlamıyorum. Cevap vermiyor. Upuzun bir başka suskunluğun ardından,
—“Neyim var benim?” diye soruyorum.
—“Anlatacağım,” diyor.
Anlatacakmış! Ne anlatacak? Neyim var? Ölmek üzere miyim neyim? Ne oluyor? İçimdeki fırtınayı dışa yansıtmamak için bütün gücümü harcamam gerekiyor. Sonra sakin sakin,
—“Önemli bir şey değil ama, değil mi?” diye soruyorum.
—“Önemli bir şey yok!” diyor.
            O arada aklıma geliyor. Dudaklarımı işaret ediyorum.
            —“Bunu görün diye bugün ruj sürmedim,” diyorum, “Dudaklarımda mor bir çizgi oluyor zaman zaman.”
            Şöyle bir bakıyor.
—“Bunun bizimle ilgisi yok,” diyor. “O, akciğerlerinizle ilgili bir sorun…” Bunu bilmiyordum.
            —“Kalp hastalarında görüyorum bunu genellikle de…” diye kekeliyorum. Ardından,
            —“Bir de bacağımdaki şişlikler var,” diyorum.
            —“Nasıl şişlik?” diye soruyor.
            Bacağımı öne doğru uzatıyorum. Aksilik bu ya, bugün o kadar da belirgin değiller. Sağ bacağımın alt kısmında ceviz iriliğinde birkaç tane şişlik var. Zaman zaman belirginleşiyor, ağrı da yapıyorlar. Evdeki küçük masaj aletini tutuyorum üstlerine. Ağrıyı hafifletmeye çalışıyorum. Ne olduklarına dair en ufak bir fikrim yok.
            —“Bunlar da bizimle ilgili değil,” diyor. Neyle ilgili acaba? Sormuyorum. Sorsam, söyler miydi?
            Son olarak kolumdaki çay tabağı iriliğindeki morluğu gösteriyorum.
            —“Nasıl oldu bu?” diye soruyor.
            —“Tahlil için kan alırlarken…” diye cevap veriyorum.
            —“Yeni bir şey mi? İlk defa mı oluyor?” diye soruyor bu defa.
            —“Hayır!” diyorum “Uzun zamandır böyle…”
            —“Bir hematologa gösterdiniz mi?”
            —“Göstermedim.”
            —“Çok aspirin içiyor musunuz?”
            —“Coraspin içiyorum.”
            —“Coraspin’den sonra mı başladı bu?”
            —“Hayır, önceden de vardı. Sonra biraz daha vahim bir hal aldı.”
            Demiyorum ki, “Anneme trombositopeni teşhisi konmuştu. Kanı pıhtılaşmak bilmezdi. Ama anneme bakılırsa, ne bende ne kardeşimde bu hastalığın belirtileri yokmuş! Kontrol ettirmişler. Öte yandan, anneme konmuş olan teşhis de kesin değildi zaten. Çünkü kanı bazen pıhtılaşmazdı evet, ama bazen de pıhtılaşırdı. Aslında annemin hastalığına asla kesin bir teşhis konamamıştı ki.” Bunları demiyorum. desem ne olacak?   
Yine sessizlik… Yine boğulma hissi… Sanki yokum ben. Çok az insan, çok az yerde böyle hissettirmeyi başarmıştır bana kendimi. E. Bey bu konuda anında zirve yapmış durumda!.. Kendisi bu konunun da uzmanı herhalde… İnanılmaz bir şey bu. Hala benimle hiç ilgilenmiyor. Not almayı bitirince hesap yapmaya başlıyor. Elinde bir hesap makinesi, harıl harıl bir şeyleri hesaplıyor. Eh, pek ala!.. Ben de rujumu sürerim o zaman. Çantamdan makyaj çantamı, onun içinden de pudriyerimi ve rujumu çıkartıp pudriyerin aynasına bakarak sürüyorum rujumu. O iş de bitiyor. E. Bey elindeki makineden başını kaldırmadı bile. Yine dayanamıyor ve
—“Ne yapıyorsunuz?” diye soruyorum.
—“Riskinizi hesaplıyorum,” diyor.
—“Risk mi? Ne riski? Felç olma riski mi? Kalp krizi geçirme riski mi?”
—“Yok!” diyor. E, yok da ne peki? Israr etmiyorum. Belli ki konuşmayı sevmiyor.
Hesabı bitirince,
—“Riskiniz yüzde onaltı… Biz buna orta derece risk diyoruz,” diyor. Ne riski bu anlamadım ki!      
—“Size ilaç yazacağım,” diyor.
—“Öyle mi? Ne ilacı?” diyorum.
—“Trigliseritinizi düşürmek için… Bir de tansiyon ilacı…”
—“Tamam!”
—“Coraspin de almalısınız.”
—“Alıyorum zaten.”
—“Her gün yarım saat yürüyüş yapacaksınız.” Gülüyorum.
—“O, biraz zor…”
—“Sigarayı da bırakmalısınız. Kilo vermelisiniz. Bol meyve ve sebze yeyeceksiniz.”
—“Sigara… Evet, bırakmam lazım… Kilo veriyorum. Meyve ve sebze dışında bir şey yediğim yok pek. Kan grubu rejimi uyguluyorum iki yıla yakın bir zamandır.”
            Boş boş bakıyor yüzüme. Beni duymuyor sanki.
—“Bunları yapın, ilaçları alın, bir buçuk ay sonra görüşelim,”
—“Bir buçuk ay sonra…”
—“Evet!”
—“Olur, tabii…”
İlaçları defterime yazıyor. Ayağa kalkıyorum. Teşekkür ederek defteri alıyorum.
—“Bununla gidip eczaneden ilaçlarımı alabilir miyim?” diye soruyorum.
—“Hayır,” diyor, “Önce poliklinikte tasdik ettirmelisiniz sayfayı.”
—“Poliklinik nerede?”
—“Aşağıda…”
—“Tamam, sorar yerini öğrenirim,” diyorum. Ayrılırken teşekkür ediyorum. Yüzünde bir anlık bir tereddüt oluşuyor.
            —“Aslında sizinle daha yakın bir zamanda görüşsek iyi olacak. Ama ben tatile çıkıyorum. Ayın onikisine kadar yokum. O tarihte bir gelseniz…”
            —“Gelemem. Ben de Eylül’ün başında yazlık eve gideceğim. Ekim başından önce dönmeyeceğim.”
            —“ O zaman bir buçuk ay sonra…”
            —“Evet!” diyorum ve teşekkür ederek ayrılıyorum. Kapı, asansör boşluğu, asansör, zemin katı… Asansörden çıktığımda sağıma soluma bakınıyorum. Poliklinik neresi acaba? İlerde bir pencere ve pencerenin ardında bir kişi, önünde de birkaç kişi var. Danışmaya benziyor, ama üstüne koca koca  harflerle ‘DANIŞMA DEĞİLDİR’ yazılı bir karton asılı bir kenarında. Demek ki herkes o pencerenin ardındaki her kimse ona danışmaya sorulması gereken bir takım sorular soruyor ve demek ki bunda rahatsız edici bir yan var ve demek ki buralarda bir yerde bir danışma da var diye fikir yürütüyorum. Kapıya doğru gitmem lazım. Danışma varsa, kapının yakınlarında olmalı… Çok doğru; kapının karşısında bir danışma var ama danışmada hiç kimse yok. E, şimdi ne yapacağım? Birilerine sormam lazım. Beyaz önlüklü bir hemşireye soruyorum, sorarken tersleneceğimden korkarak. Terslenmiyorum. Yalnızca hangi bölümün polikliniğini sorduğumu anlamak istiyor hemşire hanım. Kardiyoloji deyince önüm sıra yürüyor ve beni polikliniğe ulaştırıyor. Sonra defterimi istiyor,
            —“Protokol numarası mı alacaksınız?” diyerek.
            —“Evet!”
            Köşedeki tezgahın ardında bir hemşire ile bir hastabakıcı, defterleri işliyorlar. Benimki de işleniyor. Teşekkür ederek oradan da ayrılıyorum.
            Geldiğim yoldan nizamiyeye doğru ilerlerken düşünüyorum. Hastane kalabalık. Ağır hastalar, hafif hastalar, şu ya da bu nedenle hasta numarası yapanlar, numara yapmadan hasta olmadıkları halde kendilerini hasta zannedenler, hasta olup olmadıklarını anlamaya çalışanlar… Ben bu sonuncu gruptayım. Hasta mıyım, değil miyim, anlamaya çalışıyorum. Galiba değilim. Bazı belirtiler var tabii… Ama bu belirtiler yaşım dolayısıyla ortaya çıkmış belirtiler herhalde. Yaş demek, yaşamışlık demek… Yaşamışlık demek, yıpranmak demek. Organların ağır ağır iflası demek… Ayrıca yaşamışlık demek, bilerek yanlışlar yapmak demek. Bir de doğru yapmaya çalışırken yanlış yapmak demek. Ayrıca doğru ne ki? Ya da yanlış?..
            Doktorların işi zor diye düşünüyorum. Yukarıdaki kategorilerin hepsini birden görmek ve önce kimin ağır hasta, kimin hafif hasta, kimin sahte hasta, kimin hastalık hastası olduğunu anlamak zorunda. Ayrıca hasta olup olmadığını anlamaya çalışanları da dinlemek ve bir karara varmak zorunda. Bunların birbirlerine oranı nedir acaba diye soruyorum kendime. Bir doktorun bir günde ya da daha doğru belli bir zaman diliminde, mesela bir yılda gördüğü hastalardan kaçı ağır hastadır ya da kaçı hastalık hastası? Böyle bir istatistik tutulmuş mudur diye merak ediyorum.
            Sonra kendime dönüyorum. Anlaşılan o ki ben hasta değilim. Henüz değilim. Yine anlaşılan o ki belli bir hastalanma riski taşıyorum. Ama kim taşımıyor? Yüzde onaltı bu riskse eğer, bence harika! Önümüzdeki on yıl içinde hastalanma olasılığım yüzde onaltı ile sınırlıysa daha ne isterim? Zira bu yalnızca bir olasılık! Öyle ya: yüzde onaltı hastalanma riskim varsa eğer, yüzde seksen dört de hastalanmama olasılığım var. Bundan iyisi can sağlığı! Bütün risklere rağmen hiç hastalanmayabilirim. Risk ne olursa olsun hastalanabilirim de. Ne olacağını bilmiyorum. Kimse bilmiyor. İşin aslı o ki, hasta olmadığıma göre, bu konuyla ilgilenmek istemiyorum. Trafikte ölme riskim var diye trafiğe çıkmaktan vazgeçiyor muyum? Yo!.. O zaman kalp hastası olma riskim var diye yaşamaktan da vazgeçemem herhalde. Hastalanmamak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Bundan sonra da yapacağım. Ama abartmaya gerek yok!
            Bu düşüncelerle Kuzguncuk’a varıyorum. Haluk her zamanki gibi keyifle karşılıyor beni. Biraz hoş beşten sonra,
            —“Haydi ilaçlarımı ver!” diyerek defterimi önüne bırakıyorum. Deftere bir göz atıyor ve
            —“Bu trigliserit ilacını veremem ki!” diyor.
            —“Niye?”
            —“Tahlil sonucu lazım.”
            —“Tamam! O da var!” Çıkartıp tahlil sonucunu kendisine takdim ediyorum.
            —“Bu olmaz!” diyor.
            —“O niye?”
            —“Reçeteyi yazan doktorun, tahlil sonucunu da onaylaması gerekiyor.”
            Eyvah! Ne olacak şimdi? İş mi yani bu? Ben bunu nereden bilebilirdim? Bunu bilmek doktorun işi değil mi? O niye bilmiyordu acaba? Yoksa protokol mü değişti yine? Değişmiştir! İllallah bu değişip duran protokollerden, illallah! Bu sıcakta ben o hastaneye tekrar nasıl gideceğim? Gitsem, malum doktoru nasıl bulacağım, bulsam bu işi yapmaya nasıl ikna edeceğim? İlacın fiyatını soruyorum Haluk’a. Söylüyor. İlaç fiyatı, gidiş-geliş taksiye vereceğim parayla hemen hemen denk… Üstelik sıkıntısı, derdi de daha az… Haluk önce kalfasına, sağlık ocağı başhekiminin bu sonucu onayladıktan sonra yeniden reçete yazıp yazmayacağını soruyor. Kalfanın yanıtı olumsuz. Başhekim, “Bu işin sorumluluğu var; hasta kendi uğraşsın,” demiş bir gün önceki benzeri bir olayda.
            —“E, tamam! O ilacı ben paramla alırım, sen ötekini ver!” diyorum.
            Öteki, tansiyon ilacı… Haluk tahlil sonuçlarını ve tansiyon çizelgesini incelemekle meşgul… Biraz sonra kafasını kaldırıyor ve ötekini de vermese daha iyi olacağını söylüyor.  Bu ilaçların bu belirtiler için fazla olduğu kanısında... Kanısını beyan ettikten sonra benden bir kere daha düşünmemi istiyor. Önce şaşırıyorum. Sonra memnun oluyorum. Kararımı hemencecik veriyorum: ilaçları almayacağım. Hiçbirini!.. Bu kararı verdikten sonra eczanede iki saate yakın kalıyorum. Sohbet müthiş… Zaten Haluk’un eczanesinde sohbut her zaman müthiştir. O arada kalfadan rica ediyorum; tansiyonumu ölçüyor. On üçe sekiz… Güzel! Endişe edecek hiçbir şey yok! Hasta filan değilim ben! Nokta!
           
                       
                      

5 Ekim 2011 Çarşamba

DÜN GECE YİNE ATEŞİM ÇIKTI

Birkaç gündür hissediyorum; ateşim var. Buralarda da hava dönüyor artık. Biraz üşüyorum. Hatta birazdan fazla üşüyorum... Kanser olduğum için midir nedir, eskisinden daha da fazla üşüyorum.  Öyle olurmuş; kanserliler daha çok üşürmüş. Buralılarsa pek benim gibi değiller; onlar açık havayı seviyorlar; camı-kapıyı mümkün olduğunca açık tutuyorlar ve çok sıkı giyinmekten hiç hoşlanmıyorlar. Özellikle kadınlar... Peri, Pınar, Ceren... Hepsi öyle... Bense cidden üşüyorum. Üstüm başım da pek kalın değil... İstanbullu kıyafetler işte... Hafif giyinirsin; üşürsen kombiyi biraz açar ve evi ısıtırsın, değil mi?  Eh, orada öyleydi; burada pek böyle olmuyor.  
         Üstüne üstlük, dün çok yoruldum. Milas'a gittik... Pınar, Hakan ve ben... Gözlük camlarımı yenilemem gerekiyordu. Süreç içinde, ne kadar özen göstermiş olursam olayım, çok yıprandılar. Gözlüklerim gözlerim gibi benim... Onlar olmadı mı, kör gibiyim... Körlüğe dayanmak çok zor... 
         Milas'ta İZAN diye bir özel hastane var; çok güzel bir yer... İsmi ve çağrışımı da güzel...  İsmiyle müsemma denirdi galiba eskiden... Aynen öyle... Bizimkiler çoğu sağlık sorunlarını orada hallediyorlar. Şimdi kervana ben de katılmış oldum. İyi de oldu. Ne var ki, gitmesi-gelmesi, inmesi-çıkması, heyecanı... Yoruldum işte. Önce kayıt, sonra göz doktoru, ölçümler filan, sonra gözlükçü, sonra Pınar'ı Tansaş'a bırakıp Hakan'la küçük bir şehir turu... Ne kadar güzelmiş meğer Milas... Ne kadar güzel evleri varmış... Hakan'la karar verdik, fotoğraf makinalarımızı hep yanımızda taşıyacağız ve fırsat buldukça veya fırsat yaratıp bütün o güzellikleri belgeleyeceğiz.
     Pınar'ı Tansaş'ın önünden aldıktan sonra bir de fotoğrafçıya gittik. Sonra acıktığımızı farkedip bir de yemek yedik. Bütün bunlar iyiydi ve hoştu ama benim arabadan defalarca inmemi ve tekrar binmemi gerektirdi. Sonunda Güvercinlik yoluna koyulduk. İşimiz hala bitmemişti. Pınar arabasının hem içini hem dışını yıkatmak istiyordu, bu bir; benimse arabaya benzin koydurmam ve sonra da KEPRA denin ilaçtan edinmem gerekiyordu, bu da iki ve üç.. Yani önce bir benzinci, sonra bir eczane... En sonunda da ev... Akşam programı: Ufuk da gelecek ve hep birlikte Madagaskar adlı çizgi filmi seyredeceğiz. Onların hepsi seyretmiş; bir ben bilmiyorum. Komik ötesi birşeye benziyor. Ben aylardır TV seyretmiyorum. Bu ilk olacak.
         Pınar'da yön duygusu, kerteriz alma yeteneği, filan nasıl desem, biraz sınırlıdır. Milas'tan çıktık, Bodrum'a doğru gidiyoruz. Arabasının hem içini hem dışını yıkattığı bir benzinci var ama hangisi olduğunu tam olarak kestiremiyor. Arabayı Hakan'cığım kullanıyor. Pınar'ın arzusuyla hepsinin önünde yavaşlıyor ve aradığımız yer orası mıdır, deeğil midir; anlamaya çalışıyoruz. Şimdi, metropol insanlarına bu durum çok manasız gibi görünebilir. Bize öyle görünmüyor; biz acayip eğleniyoruz. Pınar'ın azıcık emin olduğu birşey var; o da aradığımız benzincinin Bargilya sapağına yakın olduğu... İşte böyle, dere tepe düz gittik ve sonunda Pınar, "İşte burası!" dedi. Bir Lukeoil... Sonradan anladık ki, aslında orası değilmiş. Ama olsun. İyi ki orada durmuşuz. Çünkü orada Coşkun adlı genç bir adam vardı ve herhalde hem arabaları hem hayatı seviyor ve kendi kendisine saygı duyuyordu. Arabanın içini ve dışını öyle bir özenle, öyle bir beceriyle, öyle uzun uzun uğraşarak temizledi ki, hepimizin ağzı açık kaldı. Hepimiz çok mutlu olduk.
         Coşkun arabayı yıkarken biz benzinliğin küçük ve boş kafesinde bekledik. Pınar ile Hakan bana iki koltukla bir düzenek hazırladılar ve ben uzanarak bekledim. Şal yokmuş; üstüme bir polar ceket örttüler. Rüzgar esiyordu. Galiba orada da üşüdüm. Dinlenmesine dinlendim ama, evet, epeyce de üşüdüm. Herhalde bundan böyle biz, arabada polarlar, şallar filan bulundurmak zorundayız. Hatta bunu bir an önce gerçekleştirmeliyiz. Öğreniyoruz işte, ne yapalım. Yavaş yavaş öğreniyoruz. Öğreneceğiz. Ben mesela eşofman giymeye başlayacağım herhalde. Hayatımda ilk defa... Ceren söz verdi; Cumartesi günü bana birkaç tane eşofman alacak ve ben de bundan sonra onlarla dolanacağım ortalıkta... Çok komik... Komik olsun; yine de yapacağım.
          Neyse efendim, benzinciden sonra yolumuza revan olduk. Benzinimizi Shell'den aldık. İlacımızı Güvercinlik'teki eczaneden aldık. Hemen oracıkta bir tane içtim. Çünkü ilacın bitişini atlamışım; iki gündür içmiyorum. Oysa, malum beyin ameliyatından beri epilepsi krizi geçirme ihtimalim var. O ilaç o ihtimali azaltıyor. Geçen  hafta da kortizon ilaçlarım bitmişti.  Onları tekrar almam gerekmiyormuş, ama Kepra öyle değil... Sabah Nihat'ın ekibinden Dr. Atilla Kırçelli ile konuştum; Kepra'ya devam... 250 mg... Sabah-akşam birer tane... Tamam! Bu işi daha önce de becerebilirdik ama, Kepra'nın bu miligramı yeni çıkmış; eczanelerde pek bulunmuyor. O yüzden Milas'a giderken ısmarladık; getirtmişler; dönüşte de aldık. 
         Dönüşte gökyüzünde bir ilginç renk oyununa da tanık olduk. Gökyüzünde sanki bir yıldız kapısı vardı. Üç-dört renkli bir yıldız kapısı... Uçuk sarı, uçuk eflatun, uçuk pembe ve beyaz gibi birşey... Bir tür küçük gökkuşağı... Tarifi kolay değil... Belki Hakan  resmini çekebilmiştir.  Dolayısıyla yolculuğumuzun sonu da masalsı bir havayla geldi.
         Sonunda evimize vasıl olduk. Pınar ile Hakan beni hemen Peri'nin katına çıkardılar. Peri ile Erdener evde yoktular. Ben odama girdim ve hemencecik yatağıma uzandım. Yorgunluk dışında pek bir derdim yok gibiydi. O arada Yaşar'cığım aradı; işiyle ilgili güzel haberler verdi. Pek mutlu oldum.
        Birkaç saat sonraydı herhalde, Pınar, Ceren, Hakan ve Ufuk geldiler. Filmi DVD oynatıcısına yerleştirdiler. Pınar kabak pişirmiş; bana bir tabak verdiler. Yedim. Hafifti ve güzeldi. İyi geldi. Kendimi iyi hissediyordum zaten. O arada herkes bir koltuk bulup yerleşti ve filmi izlemeye koyulduk. Evin içinde köpekler, kediler... Hepsi birbirinden güzel... Film de gerçekten çok komik... Derken Peri ile Erdener geldiler. Peri'nin elinde bir paket... İçinde ne var? Tabii ki kokoreç... Günlerdir kokoreçe aş eriyorum. Peri, "Yer misin?" dedi. Oburluk ettim ve "Yerim," dedim. Bir bardak ayran ile o kokoreçi de yedim. Peri filmi izlemiyor; dizüstü bilgisayarını aldı, terasa çıktı, birşeyler yazıyor. Galiba Erdener de orada... İçeride ise Madagaskar filmi sürmekte...
    Birden fenalaştım. Biraz bekledim. Baktım geçmiyor; fenalaştığımı söyledim. "Bana birşeyler oluyor." Hayat o an durdu. Koşup derece ve tansiyon aleti getirdiler. Ateşim 37,8... Tansiyon düşük... Nabız 115 filan... Tansiyon, nabız önemli değil... Önemli olan, ateş... Geçen sefer, tümör kendisini ilk olarak ateşle beyan etmişti. Yine 37,8 idi... Kötü olan bu... Halbuki sabahtan, yani ateşim olduğunu farkettiğimden beri Geralgine alıp duruyorum.Yeni bir tümör mü gelişiyor kafatasımın içinde? Of! Of yani, of, of, of... Her ihtimale hazırım ben aslında da, bu çok hızlı bir gelişme... Oflamam ondan. Kızıyorum. Çok güzel bir gündü bu; sabahleyin , Peri'ciğim sayesinde eşek sütümü bile içmiştim; ılık ılık... Böyle sonlanmasını istemiyorum.
          O arada bakıyorum, Erkan aranmış tabii... O da dalgasını geçmiş: "Eh işte onkologlara o kadar yüklenirse olacağı budur!" Bir önceki girişte onkologlarla ve onkolojiyle ilgili birkaç olumsuz düşüncemi diye getirmiştim ya, Erkan'cığım dayanamayıp bir yorum yazmış ve fazlasıyla abarttığımı söylemişti. Hem de altını "Zoraki kardeş" diye imzalayarak...
          Erkan ateşimin izlenmesini tavsiye ediyor. Bir saat sonra tekrar ölçüm... Hala ateşliysem bir Geralgine daha ve mutlak istirahat... "Hemen aklınıza en kötüsünü getirmeyin! Viral enfeksiyondur." Her aileye bir Erkan şart aslında...
           Bir konuya bir açıklık getirmek zorunda hissediyorum kendimi. Bu kanser meselesi ilk ortaya çıktığında biraz tefekkür etmem gerekti. Önümde iki  ana yol var gibiydi: birincisi konvansiyonel tıb, ötekisi alternatif tıb... Bu, bir hayli keskin bir ayırım... Ben yetişme tarzı, kafa yapısı, vb.  itibariyle bilimsellikten yanayım. Ne var ki bir süredir şunun da farkındayım: bilim, bize öğretildiği kadar mutlak değil... Bilim, bizim zannettiğimiz kadar geniş alanları kapsamıyor ve asla kapsamayacak. Bilim, büyük ihtimalle, hiçbir zaman bütün soruların cevaplarını veremeyecek. Bilimin kapsayabildiği daracık alanın ötesinde inanılmayacak kadar geniş bir alan daha var... Ancak benim şahsen o alana hiçbir erişimim yok.  Ve şimdi bu haldeyken, birdenbire o alana yönelip fetihler yapmam filan da mümkün değil... Dolayısıyla ben bildiğim alanda kalmak ve bu yolda ilerlemek zorundayım. 
           Doğru ya da yanlış, verdiğim karar buydu ve bu karara da  sürecin neredeyse tamamında harfiyen uydum. 
       Onkologları ve onkolojiyi kısmen de olsa eleştirdiğim bir önceki girişe üç önemli tepki aldım. Birincisi, dediğim gibi Erkan'cığımdan geldi. Aynen şöyle diyor: 
        "Değerli ablacığım, onkologları bu kadar acımasız eleştirilerinize katılamayacağım. Belki sizin yaşadıklarınız çok hoş şeyler değil ama takdir edersiniz ki, onkoloji pozitif bir bilim dalıdır, kanıta dayalıdır, tedavilerinde "cure" olan pek cok kanser hastalığı ve kanserli olan olgular vardır. Sizin ugrasmakta oldugunuz akciğer kanserinde de -belki lösemi, testis ca, meme ca, lenfomalar vb. kadar değil- surveye ve yasam kalitesine katkıları vardır ve bu, yapılan bilimsel çalışmalarla ortaya konmuştur. Evet, kabul ediyorum ki bazı akciğer kanseri türleri ve hastalarında başarı gerçekten düşüktür. Yine de bloglarınızı izleyenler açısından yanlış bir yönlendirme olsun istemezsiniz diye düşünüyorum. Her ne kadar sizin yazdıklarınızda "rehber olma gibi bir takıntınız" olmasa da :-) ... Eşek sütü fikrine gelince, karşı değilim ve umarım size ve immun sisteminize iyi gelir. Solmaz'ın babasının durumu biraz özel bir durum ve umuyorum ki ondaki iyilik hali süreklilik arzeder. Hafıza kaybınızla ilgili takıntılarınız içinse hatırladıklarınızın sizi yeterince memnun ve meşgul ettiğini düşünüyorum. Arada hatırlanması çok da gerekmeyen bir kaç küçük ve dahi önemsiz detay konusunda bu kadar ısrarcı davranmayın ne olur :-)) Sürdürmekte olduğunuz masal tadındaki Güvercinlik günlerinizin daim olmasını diliyorum, saygılarımla..."
          Erkan (zoraki kardeş)
          Öteki tepki, gençliğinden bu yana her zaman alternatif arayışlar içinde olmuş olan sevgili FL dönem arkadaşım Mete Şenocak'tan geldi. O ise aynen şunu söylüyor: 
 "Sevgili Bahar,
Yazılarını büyük ilgi ile okuyorum. İlgi duymamak da mümkün mü? O kadar güzel yazıyorsun ki. Yazılarından, bir serüven ve arayış içinde olduğun çok belli oluyor. Önce, olaylar düzeyinde kalıp onları bir güzelce yoğurup anlatışın, ve bilhassa son yazında ise kanserin temelinde yatan sebeplere eğilişin, "bu neyin nesidir?" diye sorular sorman, beni hiç şaşırtmadı. Sende olan o araştırıcı ruh, zaten bunu eninde sonunda soracaktı.
          Amacım seni ve yazılarını analiz etmek değil. O konuda pek de iyi bir is yapabileceğimi sanmıyorum, sadece izlemlerimi açıkladım. Sana asıl yazma sebebim, "tıbbi onkolojiye" olan itimadının sarsılmış olması ve alternatif tedavi sekillerine açık olmuş olman. Seninle, az da olsa bildiğim bazı şeyleri paylaşmak için yazıyorum. Kanser olduğunu ilk duyduğum zaman da "acaba yazayım mı?" diye düşünmüştüm ama, herkes alternatif konusuna açık olmadığı ve çoğu zaman da aksi tepki gösterdikleri için bekledim. Eğer yanılmıyorsam, son yazılarında bu konuya açık olduğunu ibraz etmişsin.         
         Sana şimdiye kadar okuduğum iki-üç konuyu yazayım, eğer ilgin olursa sen araştırmana bunları da kat ve istersen ben de bulduğum bilgileri sana aktarayım. İstemezsen, sadece "hayır" de, ben de bir daha bu konuda yazmam.

1. Bundan bir müddet önce, kanser hücrelerinin bol oksijenli ortamda büyüyemediklerini okumustum. Bunu 1930larda Otto Warburg isimli bir doktorun bulduğunu ve bu buluşu ile Nobel ödülü  kazandığını okumuştum. Tabii bazıları hemen, peroxide ve ozon tedavisi denilen şeyleri çıkardılar ve büyük tartışmalara yol açtılar.

2. Gene bir müddet önce kanser hücrelerinin şekersiz ortamda büyüyemediklerini okumuştum. Yani tavsiye edilen şu: ya şekeri azaltın, ya da tamamen kesin. Bilmem, bu yapılabilir mi?

3. Ayrıca, "
The Cancer Prevention Diet, Revised and Updated Edition" diye bir kitap tavsiyesi almıştım Yazarı: Michio Kushi. Bir bak istersen.

Piyasada, alternatif tedavi şarlatanları da cok. Onları ayıklayıp içlerinde doğruyu söyleyeni bulabilmek ise oldukca zor, ama dikkatli ve sistematik bir yaklaşımla epeyce faydalı şeyler bulunabilir. Belki de hayat senin önüne böyle bir projeyi koyuyor olabilir mi?

Simdilik bu kadar Bahar'cığım. Eğer istersen bu konuda yazışmaya devam ederiz, ama istemezsen de OK derim. Karar senin. Hoşçakal arkadaşım.
Mete "

Bir önceki blog girişime aldığım üçüncü tepki ise yine FL dönem arkadaşlarımdan Melek'inki oldu. O yazmadı ama, telefon etti ve bana psikosomatik bir siğil hikayesi anlattı. Melek sanatçı bir yanı da olmakla birlikte esas olarak bilimselcidir, ODTÜ eğitim kadrosundandır ve anlattığı hikaye bence önemli... Gençliğinde elinde siğiller çıkmaya başlıyor, birbirinin peşisıra ve onlarca... Ve buna  uzun süre hiçbir çare bulunamıyor. Sonunda annesi Melek'i kapıp bu tür şeyleri iyileştirmesiyle ünlü bir kadına götürüyor. Sözkonusu kadın yanlarında bir de ciğer getirmelerini istemişmiş. Anne kız ciğeri de yanlarına alıp kadına gidiyorlar. Kadın birşeyler okuyor üflüyor ve ciğeri toprağa gömüyor. Melek, "E, şimdi ne olacak?" diye soruyor. Kadın, "Ciğer çürüdüğünde senin siğillerin de geçecek," diyor. Melek, "Kaç zamanda çürür bu?" diyor. Kadın, "bir haftada..." diye cevap veriyor. Ve, Melek'in elindeki siğiller gerçekten de bir hafta sonra geçiyor. 
         Ya, işte böyle... Hayat böyle birşey...
       Ayrıca şu da var: eğer onkologlar işlerini, Bargilya sapağının oradaki Lukeoil tesisinde, Pınar'ın minik ve ucuz arabasının hem içini hem de dışını  temizleyen Coşkun adlı o genç adam kadar şevkle, zevkle, istekle yapsaydılar, benim de onkologlara dahi söyleyecek olumsuz bir sözüm olmazdı herhalde.