Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Eylül 2011 Cuma

BAŞLANGIÇ: 19 Nisan, 2010-Pazartesi

—“Ya kanser ya tüberküloz!..”
    Erkan’ın sesi sakin… Duruşu da öyle… Az önce çektirdiğim röntgen filmi çalışma masasının üstünde, elinin hemen altında… Kendi içimi yokluyorum. Korku, üzüntü, heyecan; acaba herhangi bir tepki şekillenmeye başladı mı içimde? Yo, hayır; henüz hiçbir tepki yok! Zihnim bomboş gibi… Sanki durgun, ölgün, kıpırtısız bir göl… Öyleyimdir ben; ani tepki veremem. Daha doğrusu, ani tepki verdiğim çok nadirdir. Tepki verebilmem için durumu biraz içselleştirmiş olmam gerekir. Orada ve o anda ise, durumu içselleştirmek şöyle dursun, henüz haberi tam olarak algılayabilmiş, hazmedebilmiş filan dahi değilim. Bedenimi ve zihnimi çepeçevre kuşatarak beni dışımdaki dünyaya karşı koruyan, görünmez camdan, silindir biçimi o engel, o yıkılmaz duvar anında yükselmiş… Ne dışarıdan içeri bir şey salıyor ne içeriden dışarıya…
         Erkan diyor ki:    
         —“Yarın hastaneye yatmanız gerekiyor ablacığım.”
         Hastane mi? Hangi hastane? Ah, herhalde Çamlıca GATA Göğüs Hastalıkları hastanesidir. Annem de oraya yatmamış mıydı nitekim? 2003 yılının 29 Ekim gecesi… Yatmıştı. Teşhisin konması epeyce vakit almıştı. Lenfomanın en ağır türü… Non-Hodgins mi, ne! Buna rağmen annem, teşhisten sonra da ve teşhisi de öğrenmiş olduğu halde, yaşından ve halinden umulmayan bir direnç göstererek 2004 yılının Temmuz ayı ortasına kadar yaşamıştı.
         Erkan’la orada tanışmıştık. Doktor Erkan Bozkanat… O zamanlar rütbesi yüzbaşıydı. Göğüs hastalıkları uzmanı… Annemle ilgilenen birkaç uzman doktordan biriydi. İki ayı da bir-iki hafta aşan teşhis sürecinin daha en başında, artık seksen bir yaşında olan anneme gösterdiği ve sonuna kadar muhafaza ettiği sahici ilgiyle ötekilerden farkını belli etmiş; annem de onu  kısa sürede ciddi ciddi ‘oğul’ ilan etmişti. Erkan da, daha o zaman bile en az annem kadar ciddiye almıştı bu payeyi. Hala da alıyor.
         Benim derdim ne?.. Benim derdim, iki yıl kadar önce sigarayı bırakmış olduğum halde merdiven çıkarken ve yokuş tırmanırken soluğumun hala kesiliyor olması... Yılın başından bu yana, bu soluk daralması meselesi gün be gün daha da kötüye gider gibi... Bu iş zaten canımı sıkıyor. Derken ağzımdan kan geliyor. Yaklaşık on gün arayla, peş peşe iki kere… Azıcık bir kan… Birkaç damla… A, bunlara ilaveten giderek artan bir de halsizliğim ve buna bağlı bir isteksizliğim var. Halsizlik ile isteksizlik öyle çok göze görünen bir şey değil, ancak benim hissedebileceğim kadar… Hepsi bu...
         Kan ikinci defa gelene kadar Erkan’ı aramamıştım. İkinci kandan sonra aradım. O da,
         —“Abla, Pazartesi sabahı gelin de bir bakalım,” dedi.
         Pazartesi’ye epeyce vakit vardı. Telefonda bunu düşünerek bir an duraklamış olmalıyım ki Erkan bu defa,
         —“Acil olduğunu düşünüyorsanız, yarın GATA’ya gidin. Ben Harun’la konuşurum,” dedi. Harun da GATA’da oaha genç sir doktor… O da anneme bakanlardandı ve sıfatı ‘torun’ idi.
         —“Yok, acil olduğunu düşünmüyorum. Önemli bir şey olduğunu da sanmıyorum. Pazartesi’yi beklerim,” dedim. Galiba Perşembe günündeydik. Cuma günü Erkan kendi diz röntgenini çektirecekmiş. Beni Pazartesi günü çağırmasının gerekçesi o…
         —“Tamam ablacığım. Sabahları ben erkenden burada oluyorum. Pazartesi günü siz Bakırköy’e vardığınızda beni arayın. Arabayla gelir, iskeleden alırım sizi.”
         Erkan, artık Çamlıca’da değil ve rütbesi de artık yüzbaşı değil… Albay oldu. İki yıl kadar önce de Hava Harp Okulu’na tayin edildi. Hava Harp Okulu’nun hem öğrencilere hem subaylara ve hem de civarda yaşayan emekliler başta diğer herkese hizmet veren devasa boyutlarda bir reviri var. Erkan da şimdilerde orada başhekimden sonra gelen adam… Kendisini tanıdım tanıyalı öğle tatillerinde futbol oynamayı sever. Hastanede de oynardı, burada da oynuyordu. Bir süre önce bir maç sırasında dizini incitmiş. Basit bir şey sanıyormuş, ama değilmiş. Bir türlü geçmiyormuş. O zaman bu zaman futbol oynayamaz olduğu için olacak, biraz kilo almış. Çok değil, sadece biraz… Kendisi kilolu halinden hiç memnun değil ama, aslında kilolar boyuna posuna pek yakışmış.             
         Konuşurken bir yandan da bana kahvaltı hazırlamaya başlıyor. Ritüel böyle… Hastanede de aynıydı, burada da aynı: kendisini her ziyaretimde, işlemler biter bitmez Erkan bana kahvaltı hazırlar. Tahliller için aç olmam gerekiyor; dolayısıyla yanına sabah kahvaltısı edemeden gitmiş oluyorum ya, o yüzden… Aslında Erkan bunu her sabah yapıyor ve yalnız benim için değil, herkes için yapıyor. Odasında kurulu, mükemmel bir kahvaltı düzeni var. Küçük boy buzdolabında peynirler, zeytinler, yağ, yumurta, reçel; ne aransa bulunuyor. Çaydanlığı, tavası, portatif ocağı filan da el altında… Ekmeği her sabah işe gelirken taze taze alıyor. Bu konuda fevkalade yetenekli… Hastanede, anneme refakat ettiğim bir gecenin sabahında bana soğanlı yumurta pişirmişti de, ekmeğimi bana bana mideme indirirken neredeyse parmaklarımı da yiyecektim. Öyle lezzetliydi. Sonradan evde ben de aynısını pişirmeye kalktım; o kadar lezzetli olmadı.
         Az önce kanser ya da tüberküloz olma ihtimalimden bahsedenler sanki biz değiliz. Erkan kahvaltılıkları çalışma masasının bana yakın tarafına serdiği gazeteye dizer ve bir bardağa çayımı doldururken havadan sudan neşeli neşeli konuşuyoruz. Odaya genç doktorlar girip çıkıyorlar. Kimi bir bardak çay alıyor, kimi birkaç dilim ekmek… Bu hava içinde kahvaltıma başlıyorum ve bitiriyorum. Bitirdikten az sonra da kalkıyorum. Erkan da kalkıyor. Beni kapıya bırakacak. Gelirken, bu defa her zamanki gibi Kadıköy’den deniz otobüsüne binmek yerine, motorla Kabataş’a geçip, ardından fünikülerle Taksim’e çıkıp, sonra da Tarlabaşı’na doğru yürüyerek bir Yeşilyurt dolmuşuna atlamıştım. Hava Harp Okulu nizamiyesi hizasında dolmuştan inmiş ve Erkan’a Bakırköy yerine nizamiyeden telefon etmiştim. O da arabayla gelip beni almıştı. Hava Harp Okulu’nun arazisi geniş… Nizamiyeyle revir arasında herhalde bir kilometreye yakın bir mesafe var. Yürümesine yürüyebilirdim aslında. Daha önceki gidişlerimde, kapıda giriş işlemlerimi yaptırdıktan sonra misafir kartımı alıp yürümüştüm. Bu defaysa, yoldan ziyade kapıdaki bitmez tükenmez giriş işlemleri gözümü yıldırmıştı. Erkan arabayla gelip beni alırsa kuyrukta bekleyip uzun uzun işlem yaptırmama gerek kalmayacaktı. Nitekim kalmamıştı.
         Dönüşte, Erkan’ın revire ait park yerine bırakmış olduğu arabasına doğru giderken bir ara soruyorum:
         —“Erkan, sence ne kadar kalırım hastanede?”
         —“Bir-iki hafta sürebilir.”
         —“Bir-iki hafta mı? Sahi mi?..”
         —“Evet, ablacığım!.. Bir takım testler, biyopsi filan yapılacak. Patoloji laboratuarından sonuç beklenecek. ”
         Demek ki bavulla gitmem gerekecek. Öyle olsun bakalım.        
         —“Nereye bırakayım sizi ablacığım? Bakırköy’e mi?”
         —“Yo, hayır… Yeşilyurt tren istasyonuna bıraksan yeter. Trenle döneyim diyorum.”
         —“Tamam!..”
         —“Kapıda da bıraksan olur. Yürürüm.”
         —“Hiç olur mu öyle şey ablacığım.”
         İstasyonun önünde Erkan’la vedalaşıyoruz. Sonra ardıma bakmadan yerin altına inen merdivenlere yöneliyorum. Bir yıldan kısa bir süre içinde bu merdivenlerden ikinci defadır iniyorum. Geçtiğimiz sonbaharda da gelmiştim Yeşilyurt’a… Trenle… Bu defa amaç Erkan’ı ziyaret etmek değildi. Yazdığım romanla ilgili olarak küçük bir araştırma yapma ihtiyacı hissetmiştim. Aslına bakılırsa Yeşilyurt, benim kaderimde önemli bir rol oynayan mekanlardan biri olsa da romanla ilgili olarak ziyaret etmeyi planladığım mekan Yeşilyurt değil; Yeşilköy’dü… Yani, trenin bir sonraki durağı…
         Öyle olduğu halde, o sıcak sonbahar günü zihnim bana bir tür bir oyun oynamış ve Sirkeci’den bindiğim banliyö trenini bir acele Yeşilköy yerine Yeşilyurt’ta terk edivermiştim. Trenden platforma çıkmış, alt geçide inen merdivenleri inmiş, caddeye çıkan merdivenleri tırmanmış ve birden Yeşilyurt’un fevkalade tanıdık İstasyon caddesine bakakalmıştım. O anda zihnim henüz neyi yanlış yaptığımı tam olarak kavrayabilmiş değildi galiba, ama bu işte bir aksilik olduğuna dair ilk sinyalleri almaya başlamış olmalıydı. Olduğum yere çakılmış gibi öylece bir süre durup sağıma soluma bakındıktan sonra, nihayet hatamı anlamış, kabullenmiş ve gerisin geri platforma dönerek Halkalı’ya doğru gidecek ikinci treni beklemeye koyulmuştum.
         Zaten romanda tartıştığım bir mesele de buydu: ha Yeşilköy, ha Yeşilyurt… Hiçbir çağrışımı olmayan, tarihi olmayan, hikayesi olmayan, kişiliksiz isimler… Tarihin inkarı!.. Tarih inkar edildiğinde ister istemez içine düşülen koyu karanlık… Yeşilköy’de trenden inerken yaşadığım bu karmaşayı da olduğu gibi romana yansıtmaya karar vermiştim. Tabii işin en tuhaf yanı, bu kararı uygularken, romanda bu iki ismi istemeden ve fark etmeden bir kere daha birbirlerinin yerine ikame etmem olacaktı. Romanı bitirip de okumaları ve fikir beyan etmeleri ricasıyla birkaç arkadaşıma yolladıktan çok sonra yine hata yaptığımı, Yeşilyurt’la Yeşilköy’ü bir kere daha karıştırdığımı kavrayacak, ama sesimi çıkartmayacaktım. Bakalım, arkadaşlarım yaptığım hatayı algılayabilecekler miydi? Onu bir göreyim diye…
         Sirkeci yönüne giden trene biniyorum. Deniz tarafında tek kişilik bir koltuk bulup oturuyorum. Az sonra cep telefonum çalıyor. Pınar… Biraz şaşırıyorum. Erkan’a gideceğimi biliyordu, ama çok da meraklanmış gibi değildi. Hemencecik aramasını beklemiyordum.
         —“Ne oldu? Nasıl geçti?” diye soruyor. Anlatıyorum.
         —“Erkan ciğer röntgeni çektirdi. Röntgene bakar bakmaz da…”
         Pınar anlattıklarımı dinliyor. Sonra konuşuyor.
         —“Ben hemen geliyorum.”
         —“Niye geliyorsun ki?”
         Pınar yılın hemen başında, ondört yıl aradan sonra yine Bodrum’a taşındı. O ondört yılın tamamını da İstanbul’da geçirmemişti zaten. İstanbul doğumlu olduğu, hatta küçük ailemizde İstanbul doğumlu olan bir tek kendisi olduğu ve biricik kızı Ceren’i de İstanbul’da dünyaya getirmiş olduğu halde kardeşimin İstanbul’la yıldızı bir türlü barışmıyor. Babamın tayinleri dolayısıyla çocukluğunda İstanbul’da pek az bulundu. Lüleburgaz, Tahran, Erzurum, Bonn, Münih, Ankara, İskenderun, Konya, Ankara… Dolaştı durdu. Babam emekli olduktan sonra aile yeniden İstanbul’a yerleşti ve Pınar İstanbul’u esas o vakit tanıdı ve pek de sevmedi. Nitekim 1986 yılında kendi iradesiyle Bodrum’a göçtü ile 1996’ya kadar orada yaşadı. Ceren birinci sınıf hariç, ilkokula, ortaokula ve liseye Bodrum’da gitti. Birinci sınıfı 4. Levent’te tamamlamıştı.
         Kardeşimin İstanbul’la yıldızı 1996 yılından beri de barışmış filan değil... Kaçma teşebbüsleri hep birbirini izledi. Bir ara Artur’daki yazlık evde oturdu. Bir dönem İzmir’de bir aparman dairesi kiraladı. Bir dönem de Ayvalık’ı denedi. Hiçbiri olmadı, hiçbir yerde uzun süre kalamadı. Geçen yıl Ceren’i görmek için Bodrum’a gittiğimizde kendisini yuvaya dönmüş gibi hissedince, nihai olarak yeniden Bodrum’a yerleşmeye karar verdi. Güvercinlik’te küçük bir ev tuttu. Daha gideli birkaç ay olmamıştı ki…
         Bu, Pınar’ın kaderi olsa gerek… Bodrum’a ilk gittiğinde annem felç olduydu. İzmir’e yerleşmeye kalktığında ise annem son defa hastaneye kaldırıldı. Ayvalık’a yerleştiğinde önce kendisi hastalandı. Tansiyonu tavan yapmış. Üst üste panik ataklar geçiriyor ama ne geçirdiğini de bilmediği için paniği ve tansiyonu giderek artıyor. Hızır ambulans, acil servis… Ben, tesadüfen tam tansiyonunu ölçtürmek için komşusuyla birlikte eczaneye gittiği bir anda aramışım. Aynı gece otobüse atlayıp Ayvalık’a gittim. Onbeş gün orada baktım ona; çok zordu. Ayvalık çok iyi tanıdığımız, bildiğimiz bir yer değil… Fen Liseli dostlar sağ olsunlar tabii! Hemen aklıma Balıkesir’de mukim bir doktor arkadaşım geldi. Onu aradım ve o da eksik olmasın elinden gelen yardımı yaptı; bize doktor, hastane filan önerdi ve önerilerinden yararlandık ama, yetmedi. Balıkesir’de olsak iyiydi de, Ayvalık-Balıkesir arası birkaç saat yol… Bizde araba da yok, araba olsa bile ben kullanamıyorum, çok iyi bir şoför olan Pınar’ınsa araba kullanacak hali yok! Sonunda, Pınar’ın otobüse dahi binecek hali olmadığı için bir taksi tuttuk, İstanbul’a geldik ve kardeşime onbeş gün kadar da burada, kendi evimde baktım. İşte, bir ay kadar sonra Pınar iyileşip Ayvalık’a döndü. Derken Ceren ağır bir depresyona girdi ve çöktü. Öyle bir çöktü ki, daha yıl dolmadan Pınar Ayvalık’taki kira evini kapatıp İstanbul’a geri gelmek zorunda kaldı. Eh, şimdi de bu. Bodrum’a ikinci defa yerleştiğinde sıra da bana gelmiş demek ki… Bu defa arızayı çıkaran benim.
         —“Geleceğim,” diyor Pınar.
         —“Biraz birşeyler belli olsaydı da öyle gelseydin.”
         —“Yok, hemen geleceğim.”
         —“İyi, gel o zaman.”
         Doğrusu bu ya, Erkan’dan ayrılmamla Pınar’ın araması arasında geçen süre çok kısa… Sonradan Pınar’ı Erkan’ın beni istasyona bırakır bırakmaz aradığını ve hemen gelmesini söylediğini öğrenecektim, ama o anda bunu bilmiyorum. Geçen o kısacık sürede kendi içime dönmeyi ve Erkan’dan aldığım bilgiyi içselleştirmeyi becerebilmiş değilim. Öyle, kolaycacık içselleştirebilecek gibi de değilim. Bilgi, zihnimin bir köşesinde koca bir blok halinde duruyor.  Üstüne ara sıra belli belirsiz bir ışık düşüyor. Unutmam veya görmezden gelmem mümkün değil, ama çevresinden dolanabiliyorum. Belki de bu yüzden, Pınar’la konuşurken sesim neredeyse duygusuz… Tren yolcuları söylediklerimi duyuyorlar. Kimbilir, neler düşünüyorlar. Telefonu kapattıktan sonra karşımdaki yüzlere bakıyorum. Herkes kendi halinde… Kimseyle göz göze gelemiyorum. Gözlerimin içine bakan hiç kimse yok…   
         Tren Sirkeci’ye doğru koştururken düşünüyorum: ‘Bavul toplamam lazım…’ Lazım tabii… Bavula neler konacak; önemli olan bu. ‘Doğru dürüst pijamam yok.’ Peki, ne yapacağım? ‘Üsküdar’dan kendime pijama alayım.’ İyi fikir!... ‘Sonra Kuzguncuk’a giderim.’ Bu da iyi fikir!.. Haluk’la konuşurum. Haluk bana akıl verir. Haluk Kuzguncuk’taki Deniz Eczanesi’nin sahibi… Eşi İlknur da Kuzguncuk’taki öteki eczanelerden birinin sahibi… İkisi de çok hoş insanlar… Sultantepe’de de eczane var ama ben, yıllardır ilaçlarımı Deniz Eczanesi’nden alırım. Daha doğrusu, bu iş annemin ilaçlarıyla başladı. O sıralar Sultantepe’de sağlık ocağı yoktu. Ben de annemin ilaçlarını yazdırabilmek için Kuzguncuk’takine gidiyordum. Sonra yürüyerek deniz tarafına doğru geliyor ve genellikle Asude’de bir yemek yiyor ve çıkışta, hemen karşına olan Deniz Eczanesi’ne giriyordum. O zamanlar Deniz Eczanesi sıradan bir eczane, Haluk da sıradan bir eczacıydı benim için.
         Ta ki çok keyifsiz bir günümde olanlar olana kadar… İçeri girdiğimde eczane kalabalıktı ve yalnızca böyle kalabalık olursa koltuğundan kalkan, onun dışında işleri genel olarak kalfasına bırakan Haluk da ayaktaydı. Tam önünde bir kadın durmuştu. Kadının arkasında da ben vardım. Kadın, sıradan bir ev hanımıydı. Haluk ciddi bir yüz ifadesiyle kadına ne istediğini sordu.
         —“Şey,” dedi kadın, “Fare ilacınız var mı?”
         Bir an bir sessizlik oldu. Haluk kadının yüzüne baktı. Ciddiyetini hiç bozmadan,
         —“Elbette,” dedi, “Neyi vardı farenizin?”
         Eczane birden sessizleşti. Herkesin yüzüne bir gülücük oturdu. Ben de için için gülmeye başladım. İşin doğrusu, espri hoştu tabii, ama daha da hoş olan, galiba, Haluk’un yüzündeki ciddi ifade ve espriyi yaptığı kadının, espriden hiç anlamayan biri olmasıydı. Tezgahın önünde kalakalmıştı kadıncağız. Bu arada Haluk, tekrar konuşmaya başlamış ve fare zehrini nereden temin edebileceğini kadına anlatmıştı. Kadın gitti. Eczanedeki herkes hala gülümsüyordu. Ben de… İçimin karanlığı dağılıp gitmişti. O günden sonra başka bir eczaneye gitmez oldum.  Sonradan anladım ki Haluk’un eczanesi, Kuzguncuk’un belli başlı sohbet mekanlarından biriymiş meğer. Ömer, Sadık, Mehmet, Yaşar, Sabahattin, Arif ve diğer birçokları, bazen birkaçı, bazen tamamı, her akşam değilse de haftanın birkaç akşamı ve Cumartesi günleri deniz Eczanesi’ne mutlaka uğrar ve hoş sohbetler kurarlarmış. Bazen İlknur da kalkar gelirmiş. Zamanla bu sohbetlere ben de katılır oldum ve hemen hemen herkesle bir tür bir dostluk geliştirdim. Hatta birkaç kere beni içkiye bile davet ettiler. Zira özellikle Ömer, Haluk’la ve bazen İlknur’la birlikte akşam üstü İsmet Baba’ya ya da Mülkiyeliler’e gitmekten pek hoşlanıyordu. Bir kere İsmet Baba’ya, bir kere de Mülkiyeliler’e ben de onlarla birlikte gittim. Erkekler eczanede olsun, içki sofrasında olsun; beni pek konuşturmuyorlar, kendileri anlatıp kendileri gülüp beni de güldürüyorlardı, ama benim buna hiç itirazım yoktu. Bu arada çok önemli sorunlarımı da Deniz Eczanesi’nde halleder olmuştum: döviz mi bozduracağım, Haluk bozuyordu. Marangoz mu lazım, badanacı mı, tesisatçı mı; ya Haluk ya oradaki dostlardan biri hemen tanıdığı, güvendiği birisini öneriyordu. Bir keresinde tuhaf bir kalp doktorunun benim için yazdığı tansiyon ilaçlarını gören Haluk,
         —“Ben, bu ilaçları sana vermem!” dediydi.
         —“Niye?”
         —“Çünkü bu ilaçlar çok ağır… Senin tansiyonun u ilaçları alacak kadar yüksek değil! Bunlara başlarsan bir daha bırakamazsın. Ne lüzum var?”
         Doğru söylüyordu. Tansiyonum bir-iki istisnayla hiç oynamazdı benim. 13/8 veya 12/7… Yalnızca birkaç hafta önceki sıcaklarda bir tuhaflık hissetmiş ve bir hafta süreyle ölçüm yaptırmıştım. O zaman da büyük bazen 14 çıkmıştı bazen 15… 16’yı geçtiği hiç olmamıştı. O yükseliş de ya sıcaktan olmuştu ya da kalbimi korumak amacıyla birkaç yıldır almakta olduğum 30 mg. Co-enzim Q 10’i, ilaç almaktan pek hazzetmediğimden, küt diye bırakmış olduğum için… Beni çok germiş olan ve o gerginliği yedi sayfalık bir metne dökmek suretiyle giderebildiğim malum kalp uzmanın yazmış olduğu ilaçları almadım. Buna karşılık Co-enzim Q 10’e tekrar başladım. Tansiyonum da bir daha çıkmadı.
Eh, kanser olduğumu öğrendiğimde da ilk gideceğim yer de Deniz Eczanesi’ydi tabii.
Sirkeci’de trenden inip Üsküdar vapuruna binmek için Eminönü’ne doğru ilerlerken hastaneye yiyecek birşeyler de götürmem gerektiğini düşünüyorum. Hastane yemekleri bazen pek kötü oluyor. Sonra genotip rejimi meselesi var… Buğday, patates, yoğurt filan yemiyorum. Esasında bir yığın şeyi yemiyorum. Yediklerim genellikle çok özel şeyler… Yani, biraz yemek takviyesi gerekiyor. Demek ki Haluk’tan sonra Kardeşler Market’e de uğramam gerekecek!
         Yapmam gereken başka işler de var. Ünay’ı aramam lazım mesela. Önümüzdeki haftanın başında onunla birlikte Antalya’ya gitmeyi planlıyordum. Bir hafta, on gün kalmak üzere… Erkan’a sordum,
—“Olmaz!” dedi. “Gidemezsin!”
Bu durumda arayıp gelemeyeceğimi bildirmem lazım. Melissa’yı arayıp ona da Yunanca derslerine son vermemiz gerektiğini söylemeliyim. ‘Peki ya Solmaz?..’ Solmaz bu yakınlarda babasının kanser olduğunu öğrendi. Yoğun olarak babasının hastane bakımını üstlendiği için artık bana Cumartesi günleri geliyor. Onbeş günde bir… Eğer hastaneye yatacaksam bu Cumartesi ev temizlenemeyecek demektir. ‘E, ne olacak şimdi?’ Ev de öyle kirlendi ki… Pınar da geliyor. Evde mi kalacak, hastanede mi; o da henüz belli değil… ‘Yok, Solmaz şimdilik dursun… Olmazsa Pınar, hastanede kalıyor olsa bile o gün eve gider ve…’
Ya işte… Bütün bu süreç, bu değil ve fakat geçen yılın  güzel bir Nisan sabahı tam da böyle başladıydı.                      
        
         
        
          

28 Eylül 2011 Çarşamba

VE GÜVERCİNLİK!..









25 Eylül 2011, Pazar gecesinden bu yana artık Güvercinlik'teyim.  Yani üç sabahtır, Peri'nin geniş terasında oturduğum yerden tam karşımdaki tepeyi süsleyen çam ağaçlarına veya tam sağ yanımda kalan denize veya aşağıdaki küçük, ama olağanüstü ilginç bahçeye, bahçenin ayrıntılarına bakıyor ve Peri'nin ve Erdener'in ve Pınar'ın ve Ceren'in ve Solmaz'ın, hatta hatta Hakan'ın  beni eve yerleştirme; eve ve özellikle, Peri'nin o büyük cömertliğiyle bana devretmiş olduğu yatak odasına alıştırma çabalarını izliyor ve mutluluk  katsayımın an be an artışını izliyorum.
          Buraya ulaştığım günün ertesi sabahı, yani Pazartesi günü çok erken uyandım. Belki de, aşağıda, annesinin evinde kalan Ceren'le birlikte... Ceren çok erken kalkıp işe gidiyor. Çok erken... Buna rağmen o ilk sabah, gitmezden hemen önce bana yeşil çay ve güzel bir dilim salamlı, yeşillikli ekmek hazırlayıp getirmeyi bile başardı ki, günün o saatinde ve o zaman darlığında çok da olacak iş değil gibiydi. Herkes henüz uyuyor olduğundan  - ki  elbette onlar da haklıydılar; çünkü bir süredir hem benim hayatımda hem de elbette herkesinki gibi her birinin kendi şahsi hayatında sürüp giden ve çoğunlukla bir arada durduklarından her biri her birine de yansıyan telaşlardan perişan düşmüştüler aslında - yine de yaptı Ceren'im yavrum ve  sonra,  bana el sallayarak ve bahçe kapısını ardından çekerek acele acele uzaklaşarak gözden kayboldu gitti. Az aşağıdaki anayola inecek, Milas'tan gelen servise binip Yalıkavak yakınlarında bir yerde olan işyerine ulaşacak. Her zamanki gibi zorlu bir iş günü daha onu bekliyor. Bodrum deyip geçmeyin. Burası; yani Bodrum,  yani esasında Güvercinlik  ve çok daha öteleride dahil yarımadanın tamamı,  kimileri için şık bir tatil yeri filan olabilir ama, Ceren gibi kimi gençler için, metropollerden bir anlamda farksız; bir anlamda da  metropollerden  da çok çok zorlu çalışma mekanları... Zorlu; çünkü metropollerde, hayatı çalışma babında kolaylaştırsın diye  mekanlara katılan unsurlar, ulaşım kolaylıkları, alışveriş kolaylıkları  falan feşmekan burada pek yok... Tabii bana sorarsanız iyi ki de yok!.. Galiba Ceren için de öyle... Yoksa burada değil ve fakat  o da çoğu yaşıtları, benzerleri gibi, İstanbul'da olurdu.  Orada olmayı istediğini düşünmüyor, hissetmiyor da değilim bazen. Yine de , hiç değilse şu aralar yine, geçmişte, yani 1986 ile 1996 yılları arasında, ömrünün çok önemli on yılını geçirmiş olduğu burayı yeğlemiş olduğu için minnet duyuyorum. Onun  da burada olması sanki yaşama sevincimi birkaç misli artırıyor. Bencillik mi ediyorum? Zannetmiyorum. Çünkü birkaç yıl önce geçirdiği ve kesinlikle kendi kabahati olmayan ve esas itibariyle yalnızca iyi niyetlerinden kaynaklanan, korkunç, lüzumsuz ama can yakıcı travmadan sonra buraya gelme kararını kendisi  verdi ve o korkunç travmayı da atlatabilmesi de, galiba o sayede mümkün oldu. İleride ne olur, tabii belirsiz... Ama şimdi o da burada; komünün içinde ve bu da beni biraz daha mutlu etmeye yetiyor.
         Pazartesi sabahının ikinci heyecanı Hakan'ın da Güvercinlik'e erişmesi oldu tabii... Biz yola çıkmazdan evvel Ceren,  Hakan'ın da geri gelmek istediğini söyleyerek beni yine sevindirmiş ve arabada yer olup olmadığını sormuştu, ama ben olmadığını söylemiştim. Sonra da yol boyu için için buna pek pişman olmuştum. Yer varmış. Pekala da sığışabilirmişiz. Beynim hala tam çalışmıyor demek ki!  Çok eşya var, Solmaz var, ben varım; sığışamayız sanmıştım. Bunun üzerine Hakan'cığım da Pazar akşamı otobüse binmiş. Pazartesi sabahı otobüs biraz erken gelince Pınar'ı rahatsız etmeye de kıyamamış anlaşılan... Ceren gittikten sonra bir baktım, kapı önünde bir taksi... İçinden Hakan çıktı. Her zamanki gibi sakin, güleryüzlü ve kararlı... Sevinçle el salladım ona... Hemen gelip beni öptü. Çok güzel olduğumu ve saçlarımın çıktığını söyledi. Saçlarımı okşadı.
        Güzel filan değilim tabii. Hala Kortizon almaktayım ve  her gün giderek  biraz daha şişiyor, biraz daha biçimsizleşiyorum. Perulu kadınlara benzedim. Koskocaman ve şiş şiş yanaklar... Derinlere, çukurlara gömülü, bakışlarını anlamını kısmen de olsa yitirmiş gözler... Tek eksik sanki, Perulu kadınların başlarından eksik etmedikleri o tuhaf, siyah, melon şapkalar ve kat kat o etekler. ile garip çorapları... 
            Şekilsiz, yusyuvarlak bir bedenim var artık... Ve kısacık saçlarım... Uzuyorlar, evet, ama hala kısacıklar işte... Olsa olsa bir-iki numara traşlı gibi... Öyle... Ne yapalım? Bu da gelir, bu da geçer belki... 
          Evet, çirkinim. Ama Hakan'ın şefkatli sözleri yine de içimi ısıtmadı değil... O kadar genç bir insanın bu kadar anlayışlı olması ne kadar olağanüstü... 
           Solmaz'cığım hala burada... Her gün Satı abisine telefon ediyor ve biz de her telefonda, geri gidişini her gün bir-iki gün daha ertelemeye çalışıyoruz. Hiç olmazsa Cumartesi ve Pazar da kalsın da Ceren de o günlerde çalışmayacağı için gençler olarak birlikte biraz keyif yapsınlar istiyoruz. Yoksa Solmaz'cığımın yavrumun burada tatil filan yaptığı yok... Hatta hala iş yapmaya çalışıyor. Temizlik, çamaşır, yemek... Dışarlıklı biri olarak değil; komünün hayatı içinde tabii... Hatta dün en sonunda ütü bile yapmaya kalkmış ve neyse ki Pınar o noktada artık resti çekmiş. Ama Solmaz çalışkan insanlardandır. Boş durmayı bilmez... Belki biraz onu öğrense iyi olacak da, o da kolay değil tabii. Öyle iki günde olmaz. Boşluk bana bile zor geliyor. Hala... 
       Pazar yolculuğumuz, yani İstanbul-Güvercinlik yolculuğumuz, Selçuk Shell'de yaşadığımız tek bir tatsızlık dışında, inanılmayacak kadar keyifli geçti. Muzaffer müthiş bir şoför... Hep öyleydi ve hala öyle... İnsanı asla germiyor, keyfini asla bozmuyor, hiçbir hırs, hiçbir iddia yapmıyor ve yalnızca yoluna gidiyor. Müthiş... Ben İstanbul'da arabayla gitmem gereken hemen her yere onunla gitmişimdir ama birlikte uzun yol yapmamıştık. Sayesinde, yolun uzunluğunu fark etmedim bile...
         Muzaffer, arabayı,  yolda gelirken arka koltuğa uzanma ihtimalimi de hesaba katarak yerleştirmiş, ama ben öyle bir ihtiyaç hissetmedim. Belki de ön koltukta oturup etrafa bakınmak hoşuma gittiğinden... Galiba biraz bencillik ettim o konuda; arkada hep Solmaz oturdu. O da bize daha arabaya girerken demişti ki, "Siz beni düşünmeyin; ben hep uyurum uzun yollarda..." Onlar, yani Yenibosna'daki o evde birlikte oturan o dokuz kardeşten son üçü: en büyük abi Satı, en küçük kız Solmaz ile en küçük erkek  Ergin, bayramlarda seyranlarda,  güzel havaları Cide'nin dağlarından birindeki köylerinde geçirmeyi yeğleyen anababalarını görmeye giderken araba kiralıyorlar... Ergin genç tabii... Anladığım o ki, arabayı hızlı kullanmayı seviyor. Cide'nin yolu ise, yine anladığım kadarıyla İstanbul-İzmir yoluna pek benzemiyor. Solmaz biraz geriliyor olsa gerek o seyahatlerde... Uyuma alışkanlığı belki biraz ondandır. Halbuki bizimle birlikteyken, yol boyu gözünü bile kırpmadı.
          Yolda ne yiyeceğimizi Muzaffer'le önceden kararlaştırmıştık: Ramiz köfte, İzmir'in meşhur boyozu ve kumru... Ramiz köfte yemiştim ben; hem Akshisar'da hem İstanbul'daki kimi zincir dükkanlarda... Kumruyu duymuştum, ama hiç tatmamıştım. Boyoz ise benim için bir sır... Ne duymuşluğum var ne yemişliğim...  Ancak bu yaşta haberim oldu. Pek meraklandım. Yani esas önemli olan boyoz idi.
          Pazar sabahı Hayriye ile erken kalktık. Son hazırlıkları da tamamlarken Muzaffer geldi. O arada Solmaz aradı. Metrobüs durağına gelmiş. Biraz önce aramış olsa Muzaffer gidip alabilecekti; olmadı. Muzaffer arabayı yüklemeye koyuldu. Derken yan komşularım, Kuzguncuk'taki Ausude lokantasının sahipleri olan Ahmet, eşi Selma ve oğulları Hüseyin... Güzelce vedalaştık. Selma son anda dayanamadı ve evine gitti. Nihai bir vedalaşmayı kaldıracak gibi değildi. Ahmet ile Hüseyin ise son taşınma işlerine yardım ettiler. Bu arada Hayriye'ciğim kendi hazırlıkların tamamladı ve nihayet Solmaz da eve ulaştı. Herşey hazırdı. Beni evde biraz yalnız bırakmalarını istedim. Evime son bir kere baktım. Boğaz'a baktım. Karşı kıyıya baktım. İçimde acıyan hiçbir şey olmadığını gördüm. Bu evde mutlu günlerim de oldu, mutsuz günlerim de benim. Evimi sevdim. Ama bu ev, benim için Kemal Tahir'in tarif etmiş olduğu bir "Mülkiyet Kalesi" değil!.. Hayır! Asla!.. Buna izin vermeyeceğim. Evin bekçiliğini yapmayacağım. Ev yaşasın diye ben kendimi öldürmeyeceğim burada. En azından şimdiki düşüncem bu. Sonrasını bilmiyorum. Bilmek veya bu konuyu düşünmek deahi istemiyorum. Yüreğim rahat... Ben, şimdi Güvercinlik'te olmak istiyorum. 
          Az sonra herkes geri geldi. Oturduğum iskemleden kalktım. Evden çıktım. Kapımı son defa kendim kilitledim. Bundan sonrası, onların işi: Hayriye, Muzaffer, Solmaz... Belki biri, belki öteki, belki hep birlikte, belki ayrı ayrı, sahip çıkacaklar, koruyabildikleri kadar koruyacaklar; yapamadıkları noktada da, muhtemelen ne yapabileceğimize tekrar bakacağız... Amaç, şimdilik evi eşyalı olarak kiraya verip bana bir miktar daha bir gelir sağlamak... Büyük beklentilerim yok... Mütevazi bir miktar birşey yeter. Ben mütevazi bir kadınım. Hep öyleydim ve hep öyle kalmayı umuyorum. 
        Yola çıktık. Bütün itirazlarına rağmen, elbette ki Hayriye'ciğimi de biz götürüyoruz. İtirazlarını da anlamıyoruz zaten, çünkü evi yolumuzun üstü... Araba varken ne diye otobüsle-minibüsle, yorularak ve çok zaman harcayarak filan gitsin ki? Eli kolu da dolu... Kısa zamanda Kartal civarına varıyoruz. Hayriye 9 Palmiye sitesinin hemen ilerisindeki başka br sitede yaşıyor. Eşi Cüneyt'le birlikte... Önce o elindekileri oturduğu sitenin güvenlikçilerine bırakıyoruz. Sonra yine arabaya doluşup Kartal sahilindeki güzel bir fırına yollanıyoruz ki, az sonra evini dolduracak olan kahvaltı konuklarına sıcak birşeyler daha alsın.  Poğaça mı, açma-çatal mı, simit mi; her neyse... Orada arabadan iniyor canım. Ve artık o orada kalıyor. Birbirimize öpücükler yollayarak, gülerek, gözlerimiz hafif yaşlı (en azından benimkiler)  vedalaşıyoruz ve biz, ister istemez yolumuza devam ediyoruz. 
           İlk istikamet Darıca... Orada arabalı vapura binip, karşı kıyıya geçeceğiz: Topçular... Artık karşı kıyıya geçmek için bambaşka su  güzerahları da var elbette, ama ben en çok bu yolu seviyorum. Onun için buradan gitmek istiyorum ve Muzaffer de beni kırmıyor. 
        Yemekler konusundaki kararlığımız daha gemiye binmeden, püf... Karnım acıktı. Canım kaşarlı ve sucuklu tost istiyor. Canım, yıllardır ilk defa sahici çay istiyor. Öyle zannediyorum ki Solmaz ile Muzaffer de benimle aynı durumdalar... Kaldı ki, biliyorum, onlar sigara içmek de istiyorlar. İkisi de akıllı insanlar ve ikisi de bana olanlarla kırk yıl süren sigara tutkum arasında bir bağ olabileciğinin pekala farkındalar. Ama yine de... E, istiyorlar işte... İnsanoğlu bu; asla kendi zannettiği kadar rasyonel bir yaratık değil... Asla, asla, asla değil... Muhtemelen hiç olmamış ve muhtemelen hiç olmayacak. Ve galiba olmaması da gerekiyor. Niye, bilmiyorum. Belki diyorum, evrenin yapısı gereğidir. İşin içinde olasılıklar filan olduğu içindir... Ya da bu da böyle bir sırdır işte! Ben ne bileyim! Öğrenmek, bilmek filan iyi şeyler tabii... Doğamızda merak var. Araştıracağız, öğreneceğiz. Ne var ki günün birinde evrenin bütün sırlarına insanın vakıf olabileceği inancına da bir tür ahmaklık ggömülmüş, gizlenmiş, saklanmış gibi..  Bugünlerde böyle hissediyorum. Hele hele şimdiden herşeyi bildiğini sananlara sadece gülmek istiyorum bu aralar... Öyle alay ederek filan değil de, biraz acıyarak, merhamet duyarak galiba... Şefkatle, rikkatle, incelikle...  "Ah, acaba sen ne zaman olgunlaşacaksın? Hiç olgunlaşacak mısın acaba sen? Günün birinde?... Hangi sınavlardan geçerek? Yoksa böyle geldin ve böyle mi gideceksin?" dercesine... 
          Aslında arabalı vapurda da sigara içmek yasak artık. Hatta gemi dolduğunda anonslar filan da yapılıyor. Benim anladığım, kimsenin o yasağı ve anonsları taktığı yok... Tiryakiler ellerinde sigara paketleriyle arabalardan, otobüslerden, kamyonlardan inip geminin bir yerlerinde kayboluyor ve sigaralarını içiyorlar. Ha bunlar sanmayın ki yalnızca modern görünümlü genç insanlar... Başı şöyle ya da böyle bağlı, yaşlı veya genç kadınlardan, şöyle veya böyle giyimli yaşlı ve genç erkeklere kadar hemen herkes bu dediğimi yapıyor; yani o arabalı vapurda sigarasını içiyor. Nokta! Eminim, bu da bir yolla engellense, yine de bir yol bulacak ve bunu yapacaklar. Bir nokta daha! Yani, emir her zaman demiri kesmez. Kesmez! Bu da üçüncü nokta!..
            Arabalı vapurdan sonra yola devam... İlk molayı Bursa çevre otoyolunun çıkışlarından birindeki bir kestane şekercisinde veriyoruz. Küçük bir paket şekerleme... Hiç güzel değil... Birer lokma yiyor ve onu unutuyoruz. Esas molayı Susurluk'ta vereceğiz. Bu arada ben farkediyorum ki, canım katiyen Ramiz köfte istemiyor. Ne istiyor? İnanmayacaksınız ama: fasulye pilav! Yok, bu istemek filan değil; resmen aş eriyorum. Ve dediğimi de yapıyorum. Susurluk'taki molada, yeniye ayak uydurmuş eski usül bir lokantada koskoca bir tabak fasulye pilav yiyorum. İşin komiği şu: Solmaz ile Muzaffer de bana uyuyorlar ve biz hep birlikte fasulye pilav yiyoruz. Tabii sonra o ikisi yol boyu benimle gırgır geçiyorlar. Çünkü hem yemek acayip ucuza çıktı hem de hepimizin sanki giderek artıyormuş gibi görünen iştahına bir haller oldu. Ondan sonra kimsenin canı pek birşey yemek istemedi. Ama inanın, ben bunu planlayarak yapmadım. Olaylar öyle gelişti işte.
         Yemekten sonra bir başka köşede kahve-çay ve onlara sigara... Sonra bir tuvalet ziyareti... Ulusoy tesisleri güzel ama biraz büyük...  Solmaz kolumda olduğu halde çok yol yürümem gerekiyor. O kadarına gücüm yetmeyebilir. Yoldan geçen komilerden birine tekerlekli iskemle soruyorum; varmış. Çocuktan bir tane getirmesini rica ediyorum ve beni kırmıyor. Böylece hayatımız epeyce kolaylaşıyor.            
           Sonunda tekrar yola koyuluyoruz. Yorulduk mu? Çok değil... Muzaffer? İyi... Solmaz? İyi... Ben?.. Gayet iyiyim. Dayanıyorum. Sohbetler ederek yol alıyoruz. Genellikle Muzaffer'e hayatını anlattırıyoruz. Daha doğrusu bunu ben yapıyorum. Muzaffer aslında Boşnak... Ailesi sonradan Akhisar tarafına yerleşmiş. Arazileri ta Söke'ye kadar uzanırmış. Yoldan geçerken bana çocukken yüzdüğü, şimdi kurumuş dere yataklarını, amcalarının arazilerini bölen ağaçları, tatan toplayıp dizdiği tarlaları gösteriyor. İyi ber adam Muzaffer... Babası sertmiş; erken kaybetmiş. Annesi tütün fabrikasında çalışmaya başlamış. Ama hiç sigara içmemiş. Akşam yorgun argın eve gelir, banyo yapar ve tütün kokusunu üstünden tamamen atarmış. Muzaffer askere gideceği gan bir buçuk kilo sigara getirmiş oğluna. "Al, bunu da götür  gittiğin yere ve sakla.... Sana lazım olacak orada bu," demiş. Muzaffer sigara içtiğini külliyen inkar edecek olmuş. Annesi oturup bir bir evdeki zulaları saymış oğlunun. Muzaffer diyecek söz bulamamış. 
           Sonra Ayten'le evliliğini anlattırıyorum. Ayten Rizeli... Bir araya gelmeleri hiç de kolay olmamış. Ama sonunda becermişler. İyi ki öyle yapmışlar. Birbirlerini çok iyi tamamlıyorlar. Birbirinden akıllı ve güzel iki kızları var: Yaren ile Beran... Araları birkaç yaş...  Yaren bu yıl, yanlış hatırlamıyorsam eğer 6. sınıfa başladı. Ayten çok iyi bir anne, çok iyi bir eş ve çok da akıllı.. Kızlarını çok iyi tanıyor ve onlarla birlikte çalışıyor.  Gerekirse matematik, gerekirse Türkçe... Ne gerekirse o... Eminim, ikisini de üniversiteden mezun edecek. Muzaffer ise ekmeğini taştan çıkartan adamlardan... Gözü asla yükseklerde değil; uyanık, açıkgöz filan şeklinde tanımlanması  asla mümkün değil;  ille velakin ne istediğini ve ne istemediğini çok iyi biliyor. Diyorum ya, iyi bir adam... İyi bir insan... Çok iyi... Ve çok becerikli... Ben çok şanslıyım. Böyle insanlar tanımış, etrafımda böyle insanlar tutabilmiş olduğum için çok şanslıyım.

           Akhisar' durmadan geçiyoruz. Hiçbirimizin canı köfte filan çekmiyor. Sonra Manisa ve nihayet İzmir... Bir tek Boyoz'dan taviz vermeye niyetimiz yok... Ama geç kaldık. Şimdi Kordon'a girsek geç kalacağız. Onun yerine Bornovae'ya dalıyor ve aradığımızı buluyoruz. Yola devam... İzmir çıkışında bir mola yeri... Çay-kahve ile Boyoz ve tabii onlara sigara... İlginç bir şeymiş bu Boyoz... Yanında yumurta filan yemek de gerekirmiş galiba ama biz o kısmı atlıyoruz. Milföy hamuru gibi bir hamuru var... Biraz yağlı, çokça lezzetli... İyi, hiç olmazsa neye benzediğine dair bir fikrimiz oldu işte.
            O mola yerini ben hatırlıyorum. Felçten sonra İstanbul'a dönerken ilk dirdiğumuz yer orası... Halası benim gibi kanser olan ve eşek sütüyle iyileşen genç adamla karşılaştığımız yer... Güzel bir yermiş aslında... 
             İşte tam o mola yerinde Muzaffer bana, benim durumumla (artık engelli sayılıyormuşum meğer ben) ve arabalarla ilgili inanılmaz bir bilgi aktarımı yapıyor ki, şaşkınlıktan zavallı aklım  yerinden bir daha uçuyor. Söylediklerini anlamaya, hazmetmeye çalışıyorum. Eğer dedikleri gerçekse ve biz bu gerçeği hayata geçirmeyi başarabilirsek, belli ki hayatım önemli oranda kolaylaşacak. Bakalım, kısmet... Güvercinlik'e gider gitmez bu işi Pınar'la ve Ceren'le ve komünle paylaşmalıyım.
        Yine yol, yine sohbet... Aydın otoyolundayız artık. Hızla gidiyoruz. Muzaffer meğer gündüz yol almayı çok da sevmezmiş. Çünkü gündüz vakti yollara polis tuzaklar kuruyormuş ve insan ister istemez düşebiliyormuş o tuzaklara... Ama biz hiçbirine düşmüyoruz.          Söke sapağından çıkarken, a Mizaffer frene basıyor. "Ne oldu?" diye soruyorum. "Eeşek girdüm," diye cevap veriyor. Gülmeye başlıyorum. "Bırak artık Muzaffer, eşeği de Güvercinlikliler bulsun yahu!"  Nitekim aramaya başladılar. Kimbilir, belki de bulurlar. Zaten bulunursa eğer, burada bulunur. İstanbul'da değil a!
          Son molayı, felçten önceki gibi, yani Leyla ve Mehmet'le başladığım ve Pınar ile Erdener ile tamamlamış olduğum seyahatte yapmış olduğumuz gibi, Bafa gölünün kıyısında Kamil Dayı'nın yerinde veriyoruz. Tam tesise girerken telefonum çalıyor: Ramiz!.. Epeydir aramıyor, sormuyordu. O da meğer aynı gün yazlık evinden çıkmış, annesinin İzmir'deki evine gidiyormuş Annesine katarakt ameliyatı mı yaptırtacakmış, ne! Biraz konuşuyoruz. O arada Kamil Dayı bana bahçeden topladığı yapraklarla bir adaçayı yapıveriyor.  Sahici adaçayı... Bizimkiler her zamanki gibi çay, sigara...  Fosurduyorlar. Deniyorum, ama kimse çöp şiş yemek istemiyor. Halbuki geçen sefer yemiştik; çok güzeldi. Sahiciydi. Zaten orada bir hanım, galiba Kamil Dayı'nın eşi eliyle dizip sarıp duruyordu.
           Yine yol... Hava artık kararıyor. Güvercinlik'e yaklaştıkça azıcık tedirginleşiyorum. Ev, yol üstü değil... Yerini tam olarak hatırlayabilecek miyim? Sonra nirengi noktaları birer birer beliriyor. Seviniyorum. Hatırlıyorum. Evi bulacağım. Buluyorum. Tam önünde durup kornaya basıyoruz. Pınar'cığım hemen seyirtiyor. Ceren nerede? İçerideymiş. Londra'da olan patronuna dönüş bileti ayarlamaya çalışıyormuş. 
          Hep birlikte bahçeye girip Pınar'ın evinin hemen önündeki masaya çöküyoruz. Bu arada fırsattan istifade Puff bahç kapısından kaçıq gidiyor. İşin kötüsü şu; gitmeye gidebiliyor da geri gelemiyor.  Gençler biraz arayıp peşini bırakıyorlar. Nasılsa döner. Ardından komün içi sohbet, muhabbet... Israrcı olduğumuz halde Muzaffer  o gece bizimle kalmak istemiyor. Birlikte bir yemek yiyip çıkmak ve gidip İzmir'deki annesinde geceleyerek bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Hem o zaman ertesi gün yolu biraz daha kısalacak. 
          Az sonra Ceren de ortaya çıkıyor. Hep birlikte eşyalarımı  arabadan indirip Peri'nin üst kattaki evine, evde bana ayrmış olduğu yatak odasına taşıyorlar. Sonra yemeğimizi yiyoruz. Muzaffer her zamanki gibi şakacı... akşam akşam rakı ve balık yerine  bu defa da taze fasulye pilav yediği için dalgasını geçiyor. Öğlen kuru idi fasulye, akşam taze... Tek fark bu... Sonra onu uğurluyoruz. Sonra çok geç olmadan yukarı çıkmama yardım ediyorlar. Artık yatmam lazım... Artık yorgunum. Bunun yarını da var hem, değil mi?
          İşte böyle: Geldim. İyiyim, mutluyum. Cumartesi günü Köyceğiz'e ne zaman gidebileceğimizi öğreneceğim bir ihtimal... Gidebilirsek iyi... Gidemezsek canımız sağ olsun. Başka birşey buluruz veya başka zaman gideriz.
           
         
                    
            
                

             
     

25 Eylül 2011 Pazar

O SABAH BU SABAH




Bitti işte, gidiyorum. O sabah, tam bu sabah... İki gün önce Solmaz' ı eve yollamıştık; o da biraz dinlensin ve yol için hazırlıklarını yapsın. Yanımda Hayriye kalıyordu. Her zamanki gibi sessiz-telaşsız... Biz de ağır ağır tamamlıyorduk devir ve teslim işlerini, ev  içinin ve dışarı işlerininin toparlanmasını... Ve tabii sağlığımın biraz daha dzelmesini bekliyorduk. Düzeliyor. Gerçi Erkan uyardı: benimki gibi durumlarda insanın kendini yeniden bulması 4-5 yıl bile sürebilirmiş... Benimki gibi durumlar... Sağ akciğerde koca koca tümörler... Hemen ardından teşhis süreci... Sonra sağ akciğer ameliyatı... Onun hemen üstüne bir tane de değil, yaklaşık dört artı üç kürlük iki ağır kemoterapi; onun da üstüne sol fyanda tam bir felç durumu ve en sonunda da acil bir açık beyin ameliyatı... İki yoğun bakım vesaire... Hepsi de epi topu 19 Nisan 2010 tarihi ile, neydi, birkaç hafta öncesi, yani Eylül 2011 filan arasında... Yaş? 59... Hah!.. 
          Sakin bir gün geçirdik bugün. Ya da dün... Galiba Hayriye'ciğim biraz daha hareket bekliyordu, vedalaşmalar filan... Olmadı değil... Sabahtan, sağolsun Nilgün Hakman buyurdu. Onunla çok güzel, çok saken birkaç saat... İçindeki çocuğu muhafaza edenlerden Nilgün... O konuştukça insanın içi açılıyor. Onlar da zor zamanlar geçirmişler. Nitekim gözlerinden brine sıkı bir kan oturmuştu. Tansiyon yüzündenmiş besbelli. Bana yazma samndığından iki güzel yazma getirmiş, yol hediyesi olarak. Hiçbir hediye gerekmezdi elbette, ama getirdiklerine çok sevindim. Ben de çok severim yazmaları... Hem estetiktirler, hem de çok  işe yararlar... Birini seçtim, yarın yolmda onu kullanacağım. Ötekini bavula kaldırdım. Bavullardan birine... Bodrum'da kullanacağım. Güvercinlik'te... Ya da Köyceğiz'de... Bakalım işte; nerede olursa... O tür yazmalar her yerde işe yararlar. 
          Şimdi tabii Hayriye'nin başına bela olmuş durumdayım. O önümdeki IKEA üçlü koltukta tekrar uyumaya çalışıyor, bense blog girişi yazmaya... Oysa, yatarken karar almıştım, bu gece kalkmayacaktım. Hatta tam bir Xanax içtim ki (0,5 mg/benim en yüksek dozum) böyle arada uyanmayayım. Sabah erkenden yola çıkacağız. Üstelik Hayriye'ciğimin bizi uğurlamak dışında da bir hayli önemli bir programı var: hem eşinin Yalova'dan gelecek akrabalarını hem de kızı tatlı Zeynep'in Filistinli sanatçı arkadaşının ailesini, Kartal'daki kendi evinde sabah kahvaltısında ağırlayacak. Evet, az sonra... Birkaç saat sonra... Şimdi ben burada tıkır tıkır yazarken o da tam önümdeki koltukta kulağına kulaklarını geçirdi ve yeniden uyumaya çalışıyor. 
          Oysa bugün ne kadar yoruldu yine. Öğleden sonra Yaşar'cığım uğradı. Çok düşünceliydi ve Hayriye'den hiçbir istekte bulunmadı ama, Hayriye ona da kahve yaptı ve kek-börek ikram etti tabii... Hoş hoş sohbet ediyorduk ki bu defa Muzaffer geldi. Hazır olan eşyaları arabaya önceden yüklemek istiyormuş ki sabaha vakit kaybı olmasın. Onun da ayağı ağrıyor birkaç gündür. Topuk dikeni midir, nedir, tam bilmiyoruz. Dururken, otururken veya araba kullanırken iyiymiş de, kalkıp ayağının üstüne bastı mı, dehşet bir sancı, anladığım kadarıyla... Yine de yol planlarımızda bir değişiklik yok... Az sonra yola çıkıyoruz. Solmaz buraya ulaşır ulaşmaz... Ne bekleyeceğiz ki artık? İşimiz var, gücümüz var, gidecek yolumuz var.
           Muzafffer gittikten sonra psikolojik olarak biraz rahatlamış olmalıyım. O kadar eşya o arabaya nasıl sığacak diye mi dertleniyordum, nedir? Evet, hemen hemen herşeyi geride bırakıyorum ama, bir yığın şeyi de götürüyorum haliyle... Yazlık-kışlık giysiler, çalışma malzemelerim, dizüstü bilgisayarlar, klasörler, kitaplar, kırtasiye ve temizlik malzemelerim,  Yunanca ders kitaplarım ve notlarım, çantalar ve şapkalar ve ayakkabılar... Bir yığın ıvır-zıvır... Bir insanı o insan yapan şeylerden izler işte... Hiçbiri çok önemli diğil ve fakat her biri çok önemli... Atabileceklerimin hepsini attım, verebileceklerimin hepsini verdim, bırakabileceklerimin hepsi burada kalıyor.  Sonuçta bir eve msafir gidiyorum şimdilik. Yüce gönüllü bir güzel kadının evine misafir... Peri'nin evine.... Yine de benimle gelen epeyce şey var... Nasıl sığacak o arabaya? Muzaffer bu; sığdırdı galiba. O bunu becerince ve ben de ona kendi isteği üzerine kendi ellerimle meyve suyu ikram etmeyi becerince, yani Hayriye'yi araya sokmadan, yapınca bunu  çok rahatlamış olmalıyım. Muzaffer gittikten hemen sonra, Hayriye ile Yaşar tatlı tatlı sohbet ederlerken, sesleri ninni gibi gelmiş olmalı bana ve şimdi Hayriye'nin uyumaya çalıştığı üçlü koltukta o defa  da ben uykuya dalmışım. Bir kalktım ki Yaşar da gidiyor. Vedalaştık. 
     Sonra biz Hayriye'ciğimle hazırlıklarımızı sürdürdük... Ağır ağır... Ben götüreceklerimle uğraştım, Hayriye ise, evde ,biz gittikten sonra sorun çıkaracak hiçbir şey kalmamasıyla... Buzdolabının filan boşaltılması gibi işlerle... Bana yardım da etti elbette.
            Gece geç vakit de dayı kızım Filiz ile eşi Atilla uğradılar. Yine ellerinde koca bir böğürtlenli çikolatalı pasta... Bundan bir saat kadar önce, ben evde dört dönüp pasta arıyordum. Filiz ile Atilla eve ilk çıktığım gün de öyle bir pastayla gelip bu defa üçüncü ilk doğum günümü kutlamışlardı. İlk doğum günüm, sahici doğum günüm... İkincisi sağ akciğer ameliyatından sağ çıktığım, üçüncüsü de beyin ameliyatımdan... Üçüncü uzatmalardaydım yani ben. Habire doğum günü kutluyoruz. Pasta da pasta yani... Manolya'nın... Kalanı buzluğa saklıyor ve rokoko  veya parfe yer gibi sonradan tüketiyoruz. Bundan Hayriye'ciğimin haberi yokmuş meğer. Biz bu işi Solmaz'la yapmışız hep. Neyse böylece bu sefer pastadan Hayriye de tatmış oldu. Çay ve servis yaparak yine yoruldu ama, hiç olmazsa azıcık pasta da tatmış oldu. Filiz Paris'ten yeni dönmüştü. Pret a Porte... Öyle deniyor, değil mi? Her yıl gidiyor. Filiz önemli bir tekstil firmasında önemli bir dizaynır... Bu işi hep yapıyor. Fuarlar, alış-verişler... Çok çalışıyor. Cansu da bu yıl Galatasaray Üniversitesi'nin Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Büyük bir firmada staj yapmaya başladı. O da çok çalışıyor.  Atilla dekoratör... O da genellikle çok çalışır ve çok da iyi bir insandır. Hiç ayırmayız; bizim kuzenimiz, hem Filiz'dir hem Atilla... Birlikte çok da eğleniriz. Karar verdik; bir aksilik olmaz ise eğer, önümüzdeki yılın başını Güvercinlik'te hep birlikte kutlayacağız. Herkesi bekliyoruz. Öyle günlerde bizimle, özellikle de Atilla ile birlikte olup da eğlenmemek mümkün değildir. Azıcık belden aşağı konuşur ama, dünyanın en terbiyeli, en efendi insanlarından biri olan Hayriye'ciğimi bile birkaç kere kahkahalarla güldürdü bu gece. Ona göre...
          O sabah bu sabah işte... Ayağımdan prangayla bağlandım bu şehre zannediyordum ben. Öyle değilmiş. Pınar gidip gidip geldikçe ben şaşıp şaşıp kalıyordum. İnsan İstanbul'u nasıl bırakabilir? Bıraktığın yalnızca İstanbul değil ki... Bir hayat... Geçmiş ve gelecek... İnsanlar... İlişkiler... Sevgiler, aşklar, üzüntüler, kahkahalar, kavgalar... Nasıl bırakırsın da gidersin? Sonra yerine ne koyarsın? Bir avuç gözyaşı mı? Boş bir avuçtur o... Bomboş... Anılarını mı? Hangi anılarını? Anılara güvenilmiyor. Bir beyin ameliyatı... Hafızada boşluklar... Hangi anılar gitti, hangileri kaldı? Bilmiyorsun. Peki ne? İzlenimler, düşünceler, duygular mı? Bilmiyorsun, ah, hiç bilmiyorsun. Belki gittikten sonra, gittiğin yerde düşünüp bulacaksın bunları, belki o da olmayacak. Sadece unutacaksın. Hayatı yaşayacaksın. Yeni anıların olacak. Yine ne yapacağını bilemeyeceğin yepyeni anıların... Eskilerle karıştıracaksın, harman yapacaksın. Anlatacak veya içine atacaksın. Yaşamaya çalışacaksın. Yaşadıkça keyif almaya... Neden? Yaşadıklarından... Öyle olacak herhalde. İyi... Bu yaşta yepyeni maceralara atılmanın da apayrı bir keyfi var... Hem de bu defa belirsizliğin tadını çıkartarak... İyice çıkartarak... Hiçbir şey belirgin değil... Meğer olma ihtimali de yokmuş. Bunu bilmesine biliyordum tabii, fizik okuyup da bunu bilmememek için salak olmak lazım... Ama bilmek başka birşey, bire bir ve artarda deneyimlemek ise bambaşka... Öyle ki artık bu gerçeklikten başka birşeye yüz vermem sözkonusu değil...
         Bırakıp gideceğim aşkımı. İstanbul'u... Boğaz'ı... Zaten Sultantepe başta ne İstanbul benim artık ne Boğaz ve ne de Sultantepe... Daha birkaç gün önce o "gentrifikasyon" denen ve şehir semtlerinin bana göre iğrenç bir biçimde birbirine benzetilmesinden ibaret olan yenileştirme projelerinin Sultantepe'ye bile ulaştığını ama neyse ki burada işlerin hala biraz yavaş yürüdüğünü yazmıştım. Artık öyle değil... Artık burada da işler çok hızlı ve kaba-saba... Sokaklar her gün değişiyor sanki... Gün be gün... An be an... Hele Boğaz'ın Rumeli yakasında, şu oturduğum yerden gördüğüm, yine gün be gün, an be an tanık olduğum o gökdelen kıyameti... Biliyorum, birilerinin hoşuna gidiyor bu. Gelişme filan diyorlar. Bence değil... Bence bu, binlerce yıllık İstanbul kentinin başka kentlere örnek olması gereken bir kentin yozlaşması... Bence bu gelişme değil, gerileme... Dubaileşme, Singapurlaşma, kimlik yitirme, sıradanlaşma, dünyayla, her yerle  aynılaşma... Entropinin artması... Hareketsizliğe giden yol... Her yer birbirine benzer ise, niye kalkıp birinden ötekine gitmek için zahmete giresin ki? İyi birşey değil bu bence... Artık buna tanık olmak istemiyorum ben. Zaten istemiyordum. Her sabah karşımda yükselen yeni bir gökdelen ve o korkunç yeni vinçlerden onar-yirmişer tane daha gördükçe gözlerim doluyor, boğazım sıkışıyordu zaten. Yeni ve beton Boğaz projelerinden filan tiksiniyordum. Gittiğim ve artık bu olaylara tanık olmayacağım için, üzülmek bir yana dursun, seviniyorum bile galiba. 
       Evet, bir kentliyim ben. Kendimi hep öyle bildim. İstanbul hep içimdeydi. O yüzden zaman zaman İstanbul'dan ayrı da yaşayabildim. Ve gittiğim, içinde yaşadığım her kenti az da olsa kendi mekanım haline getirmeyi bile başardım. zannediyorum. Kentliyim, hatta  ve hatta metropol insanı bile olabilirim. Ne var ki, bu yeni İstanbul, bu yeni ve sevimsiz ve zaman ile mekan içinde etekleri çok kırpılmaya başlanan bu kent, beni dahi aşıyor artık. Zaten artık, geçmişine, geçmiş bütün unsurlarına düşkünlüğümle, Yunanca öğrenme isteğimle, Ermeni dostlarımla, meyhane kültürümle, Ceneviz merakımla, Anadolu ile İstanbul, İstanbul ile Balkanlar'dan ta İsveç'e kadar Avrupa ve hatta Amerika ve elbette  Rusya ve Afrika ve Asya ve Arap yarımadası ve İran ve Çin vb. arasında hep olagelmiş o eşşiz bağlara, o geliş-gidişlere , o alışverişlere verdiğim değerle filan burada istenmediğimi de hissediyorum. Kalanlara selam olsun! Selam olsun. Biri demişti: bir şair: "Bu kent bütün dragomanlarıyla batacak bir gün." Batmıyor. Yalnızca dragomanlar çekip gidiyorlar ve yerlerine yenileri geliyor. C'est la vie!
         Saat altı oldu. Hayriye'ciğim yatmadan saatinu 6:45'e kurmuştu. 45 dakika sonra uyanacak. Saat 7'de, bir aksilik olmazsa eğer Muzaffer gelecek muhtemelen. Ondan biraz sonra da herhalde Solmaz... Ta Yeni Bosna'dan... Sonra yola koyulacağız  besbelli. Önce Hayriye'yi Kartal'a bırakacağız ki misfarlerine kahvaltıyı zamanında hazırlayabilsin. Oradan biz yola devam... Darıca-Topçular... 
          Gidiyorum.

    
    
    
     
     
       
 

23 Eylül 2011 Cuma

KIZARMAMIŞ YEŞİL DOMATESLER



Ne yalan söyleyeceğim; şu son süreçte, yani bu kanser olayı başladığından bu yana, başka hiçbir şey değil de, hatta şu lanet olası kortizon yüzünden çirkinleşmek bile değil de  sözler;  sanki en çok,  her nasılsa o peşpeşe sıralanıveren "Şekerim, en güçlü kadınsın, sen azimlisin, sen bunu da yenersin, biz senin öleceğini filan hiç sanmıyoruz; ya, evet şekerim, sen bunu da halledersin" misali sözler hırpalıyor beni. Sevindirmek filan şöyle dursun, bir de derinden derine üzüyor, yaralıyor, kalbimi parça parça ediyor. Gerekçesini tam kestiremiyorum. Kestiremiyorum. O sözlerin edilme gerekçesini tam olarak kestiremediğim gibi, kendi tepkiminin gerekçesini de asla tam olarak kestiremiyorum.
          Kim ister kanser olmayı kuzum? Kim ister, niye ister, niye istesin? Olduktan sonra... Ve ne demek o "Sen güçlüsün!l" lafı? Ne gücü? Matematik sınavına filan çalışıyor değiliz biz burada... Pençemize yapışan acayip, çok bilinmezli ve henüz hiçbir yenilgi belirtisi göstermemiş, güçlü, direngen bir hastalık var... Milyonlarca kişinin başına bela... Kimisi hafif, kimisi ağır geçiriyor bu hastalığı... Benimki üstelik en ağırlarından, orası da belli... Onunla başa çıkmaya uğraşıyoruz. Dalga mı geçiyorsunuz? 
        Ne yapacaksın? Başka çaren mi var? Ya kendini bırakacaksın ya mücadeleye devam... Kendini bırakmak bir lüks... Bırakabileceğin birileri varsa bırakırsın ancak... Ya da belki hiçkimsen yoksa... Hiçkimsen... O zaman bırakırsın. Sessiz sedasız yok olmaya bakarsın... Çok gürültü etmeksizin, umutsuzca, umarsızca yeryüzünden silinmeye... İkisi de olabilir.  İkisi ne eleştiremezsin... Bu tür konularda kimsenin kimseyi eleştirme hakkı yok... Herkesin koşulları farklı... Herkesin hastalığı ve kişiliği de farklı zaten... Hep olduğu gibi İki ayrı uç. var... İki ayrı ucun arasında da bir yığın olasılık... Hep olduğu, hep olageldiği gibi... Keskin hükümlere yer yok burada... Esaasında hiçbir yerde yok ya, çoğunluk varmış gibi yapıyor. Ve herşey değişken... Bir gün öyle hissedersin, bir gün böyle... Bir gün çok sevdiğin biri uzaklardan arar sorar; ve sen belki yeniden dirilirsin. Bir başka gün seni hiç düşünmediğini sandığın biri öyle bir jest yapar ki, "Sırf bu yüzden yaşamak isterim işte," dersin. Veya o gün,  güneşin doğuşunu, güneşin batımını bir kere daha izlersin gözlerin faltaşı gibi açık... Renklerin birbirleriyle gökyüzünde, deniz üstünde , karşındaki binaların camları üstünde kaydırmaca, elim sende, ebelemece oynamasını görürsün... Veya yine bir ameliyat sonrası evine döner, evine dolduran ve sen ameliyattan sağ çıkmış olduğun için mutlu olan yakınlarına bakar ve keyifle iç geçirirsin. Tam da o sırada burnuna taze domatesin çocukluğundan her nasılsa hatırladığın kokusu çalınır burnuna. Buna inanamazsın. O kokuyu hatırlamana inanamazsın önce; ne de olsa bir şehir çocuğusun sen. Senin için domates, çocukluğunda hasbelkader çıktığın kırda karşına çıkmış bir mucizedir yalnızca... Bir gerçeklik değil de bir hatıra... Etrafına bakınırsın. A, evet; balkonun tam dibinde yeni bir bitki... A, evet, evet... Bu bitki domatese benziyor. Haykırırsın, "Burada domates mi açmış ben yokken?" Bilenler gelir bakarlar. Öyle olmuş. Sen Bodrum'un Güvercinlik koyunda beyninin sol yanına hakimiyetini  tamamiyle yitirip felç olurken ve sonra hastanelerde, yollarda , yine hastanelerde bununla başa çıkmaya uğraşırken, İstanbul'da, Üsküdar'ın tepesinden Boğaz'a bakan küçümen evinin bahçesinde minik bir tohum gelip duvar dibine kök salmış.... Üstünde tam iki tane kızarmaya yatkın minik domates... Şaşar kalırsın. Çünkü bir de farkedersin ki, tam o sıra, evet tam da o an,  seni en mutlu edecek şeylerden biri, yaşın ilerlediğinden beri her zaman kullanır olduğun o Chanel No. 5 ile Dior'un yeniden çıkarmaya başladığı klasik J'adore değil ve fakat işte bu domates kokusudur. Niye? Bilmezsin! 
       Hazırlıklarımızı üç aşağı-beş yukarı tamamladık.  Hayriye'ciğim, Solmaz'cığım ve Muzaffer'ciğim günlerdir koşturup duruyoruz. Evi ve beni hazırlıyoruz. Evimi bırakıyorum. Temelli mi, değil mi; henüz bilmiyorum ama, uzunca bir süre için olduğunu biliyorum. Kitaplarım kalıyor. Evi eşyalı kiraya vermeyi düşündüğümüz için eşyalarımın hemen hepsi de kalıyor. Giden benim; giysilerim ve tabii anılarım... Fotoğraflar, yazılar filan... Onların bile tamamı değil... Tamamını nasıl götüreyim? Ne benim gücüm yeter götürmeye ne beni evinde misafir etmeye hazırlanan Peri'nin gücü götürdüklerimi kabullenmeye... Zaten çoğunluk zihnimin içinde... Solmaz'ın sabrı ve çalışkanlığı sayesinde o yığına birkaç fotoğraf ile yazı ekleyebildim sadece... Adam olana o bile çok...
          Şimdilik Pazar sabahı erkenden yola koyulmaya hazır gibiyiz: Hayriye burada kalıyor. Solmaz, Muzaffer ve ben gidiyoruz. Bugün Ceren aradı ve Hakan'ın da bizimle gelip gelemeyeceğini sordu. Keşke gelebilseydi. Ah keşke... Güzel evladım... Ama maalesef arabada yer yok... Hakan da yine Bodrum'a dönüyormuş. Buna ne kadar sevindiğimi anlatamam. Pazartesi sabahı, Güvercinlik'teki o güzelim masal evinde yine bir kocaman kahvaltı toplantısı yapabileceğiz belki. Jojo, Puff ve Erdener'in sözünü ettiği üç yeni emekçi kedi etrafımızda koştururken... 
            Solmaz benimle gelebilsin diye abisi Satı'dan özel izin aldı bu yolculuk için... Dönüşte de benimle bir-iki gün kalalacak. Belki o arada biraz da dinlenir. Hayriye nasıl dinlenecek, onu bilmiyorum. Belki evinde kalıp birkaç gün dışarı çıkmaz. Boş boş öylece duvarlara bakar. Ben olsam herhalde öyle yapardım. Ya da yapmazdım. Ben Hayriye'nin benim için yaptığını yapabilir miydim,  onu da bilmiyorum. Geri kalan herşeyi unutsak bile ki o dahi zor,  özellikle şu son iki hafta... İki günde bir evinden, ta Kartal'daki o güzelim evinden sabah sabah çıkıp bana geldi. İki gecesini benimle geçirdi. Çoğu zaman yalnızca bana yardım ederek, yemeğimi hazırlayıp yedirerek, ziyaretçileri ağırlayarak, temizliğimi yaptırarak, arayanlara sakin sakin bilgi vererek... Hiç üzmeden, hiç kırmadan beni... Kendini hiç sakınmadan... Boş kaldığında sessizce kitap okudu, cep telefonundan radyosunu, maçını dinledi... O kuvvetli şahsiyetinin, o parlak zekasının benim  ve hastalığımın önüne geçmesine asla izin vermedi. İnanılmazdı. 
        Solmaz da benzer birşey yaptı elbet. Ama Solmaz, bize göre daha genç, daha güçlü... Hayriye benim yaşıtım... Çoğu yaşıtıma, böyle bir program bir kenara dursun, bu eve hem de arabayla ayda yılda bir kere gitmesi gelmesi bile zor gelebiliyor. Ve ben de bunu anlayabiliyorum. Güzel, eşsiz ama zor bir semtte oturuyorum ben. Diyorum ya, son yıllarda bana bile zor gelir olmuştu buraya gelip gitmek... Yokuşları, karmaşası, meydanın inşaatı, kalabalık... 
         Yine de şu son dönemde ne çok misafirimiz oldu. Biliyorum Nihat herkesi ziyaretler konusunda uyarmış. Herhalde haklıdır da... Ama eğer o misafirler olmasa, Hayriye'nin ve Solmaz'ın ve tabii Muzaffer'in gayretlerine rağmen, bu kadar hızla toparlanmazdım, toparlanamazdım. Öyle de bir inancım var. Her gelen canıma can kattı. Her gelen, "Evet, bir yığın yanlış da yaptım hayatta ama, bazı şeyleri de doğru yapmışım işte," sevinci kattı yüreğime. Beni çok mutlu etti. Çok iyi geldi bu sosyallik bana bu sefer, çok çok çok iyi geldi.
           Bu geceki son konuklarımız Arif Arı ile tatlı eşi Ayfer idiler.  (Bizim gelinlerimiz tatlı ve damatlarımız iyidirler. Herşeyden önce ne yapıyor, ediyor ve bize tahammül ediyorlar. Bence bazen, özellikle de hep birlikteyken çekilmez oluyoruz. Öyle zannediyorum. Hep okulu ve anılarımızı konuşuyor ve onları unutuyoruz. Tuhafız yani... Buna bile katlanıyorlar.) Tesadüf bu ya,  Four Seasons'da  da, yine bir düğün de varmış. Hep birlikte bir havai fişek gösterisi izledik. Gecemizi süsledi. Ayfer'le Arif'in büyük kızları Elif bebek bekliyor. Üçü, ameliyattan sonra Medical Park'a da gelmişlerdi. Elif öyle güzeldi ki... Hamile olan, mutlulukla bebek bekleyen genç kadınların o eşssiz pırıltısı... Bence dünyanın en güzel şeylerinden biri de o pırıltı... Gözümün önünden hiç gitmiyor.  Mutlu bir doğum diliyorum. Belki bebeği görürüm diye umuyorum. Erkekmiş galiba... Adını düşünmüşler midir? Sormayı unuttum. Elif doktor... Van'a tayin olmuştu; dönmüş. Şimdi Kartal Araştırma'da çalışmaya başlamış. 
          Bodrum'da bir süre doktor görmeden yaşamayı umuyorum. Gerçi dün Erkan uğradığında dedi ki, "Ablacığım, size orada da biri lazım... Ama öyle telefon ucundan nazik-uzak gel-git yapacak biri değil, hani şu FL dayanışmasındaki gibi biri... Yani öyle sonsuz bir özgürlüğüm olmayacak orada da anlaşılan... Ondan binkaç gün evvel Tülin ile Kamil uğramışlardı ya, Tülin de nitekim benzer şeyler düşünüyor olmalı ki, hemen bazı Bodrum bağlantılarından söz etmişti zaten. Hayriye'ciğim onların notunu aldı. Hazırlıklarını yapıyor. Birilerini arayıp benim durumumdan haberdar edecekmiş. Eğer başıma yeni yeni işler gelirse, belki bu sefer 9 Eylül'deki dostlar ilgilenirler. Çünkü, Bodrum ve Milas'tan sonra, sağlık açısından Güvercinlik'e en yakın ve en güvenli yer izmir ve orada da bizden birileri olmalı...  Vardır mutlaka... Vardır. Yoksa da... Eh, yoktur. Kimse sonsuza kadar yaşamıyor netice itibariyle... Ben az yaşamadım ve şu son bir yılım da kansere, felce, iki akıl almaz ameliyata rağmen çok da kötü geçmedi. Hatta zaman zaman hayatımda olmadığım kadar mutlu bile oldum. 
           Erkan da destekliyor Güvercinlik'e gitmemi... Yalnızca üç uyarısı oldu. Biri işte o, yakın doktor desteği... İkincisi, altımızda sağlam ve sıkı bir araba olmasını istiyor.  Üçüncüsü de üşütmememi... Pınar'ın arabası Uno galiba... Sevimli eme pek güvenli değil... Yenilenmesi gerekecek. Yine Erkan'a göre, oturduğum yer de sıcak olmalıymış. Eh, ben sıcağı severim. Kanser olduğumdan beri biraz daha seviyorum galiba. Kanserliler öyle olurmuş, demişlerdi zaten.
           Erkan'cığıma alternatif tıp arayışlarımdan söz etmedim. Amaçlı olarak değil... Zaman/fırsat meselesi... Ama, şu eşek sütü işini denemeyi çok istiyorum. O olmazsa, en azından Köyceğiz'deki kaplıcayı... Ekim sonunda komün olarak muhtemelen o kaplıcaya gideceğiz. Sanki bana iyi gelecek. Öyle hissediyorum.
          Kanseri yenebilmiş değilim ben. Halen bedenimde üç adet bilinen tümörlü kitle var... İkisi sağ böbreğimin yakınında, biri sol akciğerimin yakınında nodüller üstünde... Onlar öylece duruyorlar. Hilal'ciğim onların da ameliyatla alınmasını istedi bir ara ama, bu pek mümkün değil herhalde. Erkan, bir yıl içinde atlattığım iki travmatik ameliyattan hemen sonra bir üçüncü, hatta bir dördünceü ameliyatı kaldırabileceğim konusunda biraz kuşkulu... Zaten Ilgaz da öyle demişti. "Ben ameliyat ederim ama, masada kalırsın..." Ne de olsa esas akciğerimden yoksunum ben. Onun üstüne bir felç ve bir de beyin ameliyatı geçirdim. Tamam, hem zaten biraz uzaylı gibiyim hem de, evet, yıllardır Yaman'cığımın (Akalın tabii) kan grubu/genotip rejimlerini uyguladığım için olacak, en azından başkalarına oranla epeyce de güçlüyüm anlaşılan ama, herşeyin de bir haddi oluyor besbelli. Diyeceğim, acil bir durum daha çıkmaz ise eğer, şimdilik yeni bir ameliyat-mameliyat yok. Yoruldum artık. Hem Hayriye ile Solmaz da yorgun... Bundan sonra ne olacak ise, bizim önce bizim dinlenip kendimize gelmemiz gerekiyor.  Onlar kendi yollarını kendileri bulacaklar. Bense, kaplıcaysa kaplıca, eşek sütüyse eşek sütü, Nimet'in annesiyse Nimet'in annesi, Yalıkavak'taki doktorsa Yalıkavak'taki doktor ya da şarap ise şarap... Bağışıklık sistemimi geri kazanmaya çalışacağım. Yaman'ın rejiminden bana son çıkan ikramiye de şarap... Hem de kırmızı şarap... Ne iyi, değil mi?  Canım da bir çekiyor ki, pir çekiyor!
        Ha, bu arada, gerek akciğer ve gerekse beyin açısından herhalde sıkı sıkı izlenmem de gerekecek. Onu da yapacağım herhalde. Bir yolunu bulurum. Artık Bodrum ve civarında da bir yığın seçenek var bu anlamda.  
          Öte yandan... Benim yolladığım teşekkür mesajı üstüne listeye attığı bir mesajda Emrah demiş ki: 
        "Bu mesajının arkadaşlarını ne kadar mutlu ettiğini tahmin edebilirsin. Bu süreçteki destekleri icin başta Nihat, Hilal ve Hayriye'ye sonsuz teşekkürler, ama mucizeleri sen yaratıyorsun. Ben de yanına gelip gülen gözlerini görmek isterdim. Yakın bir gelecekte İstanbul'da buluşmak ve yazacaklarini okumak dileğiyle.

Sevgiler, 
Emrah"

Genel olarak kanser olduğumdan, özel olaraksa, şu son felç ve beyin ameliyatından bu yana, zahmet edip hastanede ve evimde beni ziyaret edenler de çok oldu, malum. Ayrıca yazılı olsun, sözlü olsun elime ulaşan çok sayıda mesaj var ve bunların hepsi de çok iyi niyetlerle yazılmışlar, söylenmişler elbette. Hepsine, herkese ayrı ayrı çok çok teşekkür ediyorum. Ama, yıllardır tek bir kere bile görüşmemiş olduğum sevgili Emrah'ın bu mesajı, bilemediğim bir gerekçeyle içimi ışıkla doldurdu. O yüzden de kendisine buradan özellikle teşekkür etmek istedim.
          Bir de şunu söylemek istiyorum: Bodrum, hele Güvercinlik o kadar da uzak bir yer değil... Yolüstü... Pınar misafir ağırlamaya bayılıyor.  Herkesi bekliyorum. Gelme sözü veren çok... Daha şimdiden... Hatta Mahmut'cuğum bile telefonda dedi: "Ne var yani, biz de gelir seni orada görürüz." 
     Gerçekten de gelecekler var. Öyle umuyorum: Mesela Hayriye'ciğim, sonra Güher'ciğim ile Tekin ve dayı kızım Filiz ile eşi Atilla, Nurhan, hala kızım Filiz ile eşi Ünsal,  belki Tülin ile Kamil. ve Ülker ve belki Ünay ve Ayşıl ile Işıl.. Barış, belki Mehmet.. Sonra tabii Nazende... O zaten inanılmaz... Dedi ki: "Pınar yorulduğunda haber ver. Benim arabam var. Yılın çoğu zamanı Foça'da oturuyorum. Gelir seni alırım; Foça'ya götürürüm. Bir süre benimle kalırsın ve sonra geri getiririm." Böyle bir durumda bundan daha düşünceli bir teklif olabilir mi?
         Sahiden ama, gelirsiniz, görürsünüz beni orada da, değil mi? Gelirsiniz tabii. Lütfen gelin.    
  

21 Eylül 2011 Çarşamba

PINAR'IN BODRUM, GÜVERCİNLİK'TEKİ TUHAF MASAL EVİNE DOĞRU

İşte, bugün ile Cumartesi veya Pazar arasında büyük bir aksilik olmaz ise eğer, önümüzdeki günlerde, burada yaşamaya başlayacağım. İşler bu haliyle, böylece yolunda giderse ne ala, gitmezse, birkaç başka alternatif daha var... Sırayla onları da deneyeceğiz.
          Dün Göztepe Medical Park'ta Nihat'ın cerrahi ekibinden Atilla Kırçelli'yi gördüm. Yani, ameliyatın tam ikinci haftasında mı? Galiba... Sargılarım zaten düşmüştü. Atilla, kafatasımın üstündeki demir zımbaları da çıt çıt bir kalemde temizleyip attı. Bugün için banyo yapabileceğimi, hatta bir hafta sonra başımı denize bile sokabileceğimi müjdeledi. Bodrum yolu dı biylelikle nihayet tam olarak açılmış oldu. Nihat zaten en olurunu vermişti, eh artık tam olur almış oluyordum. 
           Dün iyiydim. Hatta uyanınca banyo yapmayı düşünüyordum.  Solmaz gelince... Atilla öyle demişti. Ama sabah kalktığımda Hayriye yastıklarımda kan buldu... Epeyce... Nihat'ı aradık. Önemsemedi. Ameliyattan beri başımda "koleksiyon" dedikleri bir birikim var. Ne de olsa kafatası kemğimi kesip çıkartıp tekrar yerine yamadılar ya... Herhalde o koleksiyon boşalıyor. Şimdi mesele onu iltihaplandırmamak... Atilla'yı arayıp banyo işini sorduk. "Erteleyin," cevabı aldık. Ama gece Nihat aradı. "Ertelemeyin!" dedi. Sabah, ameliyattan beri ilk defa başımı sabunlayacağım. Çok mutlu olacağım.  
          Hayriye ile Solmaz tam iki haftadır nefes almadan bana bakıyorlar. İkisi de zayıfladı, çöpe döndüler... İkisine de yakışıyor zayıflamak ama, bir yandan da zayıf düştüler diye korkuyorum. Hasta bakmak kolay iş değil... Hele benim gibisine... Her an düşebilirim ve birkaç kere düştüm de nitekim. Her an kriz geçirebilirim. Epilepsi krizlerine benzer şeyler... Her ikisini de en çok geren, haklı olarak o ihtimal... Gerçi buna karşı bir ilaç veriliyor ve bunun sadece bir ihtimal olduğu ve muhtemelen gerçekleşmeyeceği söyleniyor ama, gel de sen, bunu, sorumluluğu taşıyana anlat... Sırf bunlar da değil tabii... Yemek yemem, temizlenmem, dinlenmem ve moralimin her daim yüksek tutulması gerekiyor. İkisi de günlerdir bunlarda hiçbir sorun çıkmasın diye paralanıyorlar. Üstelik evde ne müzik dinlenebiliyor ne TV kanalı açılabiliyor. Tahammül edemiyorum. Dün Hayriye, Muzaffer ve ben hastanenin kafesinde oturamadık mesela... İkinci katta gürültülü bir işlem vardı; ruhum dayanmadı. İçerilerde sessiz bir köşe bulmaya çalıştılar; TV höykürüyordu. TV'yi kapattırmak için adam aramak zorunda kaldılar... Biraya cici cici yazılar yazıyorum diye dünyanın an kapressez kadını olduğumu zannetmeyin. Başkası olsa zor dayanır. Onlar yapıyorlarsa, onlar Hayriye, Solmaz ve Muzaffer oldukları için dayanıyorlar. Hem de, özellikle Hayriye ve Solmaz için söylüyorum; bunu, karşı evden değil ve fakat biri Kartal'dan ve öteki Yeni Bosna'dan gelip giderek yapıyorlar. Böyle bir ilgiyi, böyle bir sevgiyi hak etmiş olmak, eğer gerçekten etmişsem, herhalde ömrümün en büyük övüncü olarak kalacak.
           Güvercinlik'e gitmeyi gerçekten istiyorum. Orada da bana bakmak zorunda kalacaklar, biliyorum. Ama onun buradakinden daha kolay olacağını umuyorum... En azından biraz daha... Hiç olmazsa orada insan kendi evlerinde uyanacaklar, bana kendi düzenlerinin rahatlığı içinde yer ayıracaklar. Öyle umuyorum.
          Hastaneden çıktığımda niyetim bu değildi. Evimi severim ben. Evimi ve Boğaz'ı ve küçük bahçemi ve eski İstanbul'u anımsatan mahallemi... Ama birşey oldu. Evim beni hoş karşılamadı. Hastaneden evime yanımda Ceren ile Hakan gibi iki ışıklı insan la döndüm ben. Işıl ışıl, gencecik, fedakar... Evde beni karşılayan tek ışık ise kızkardeşimdi: Pınar. O da, onca yorgunluğuna, derdine rağmen ışıl ışıl beni bekliyordu... Anadolu'nun bereketli tanrıçaları gibi... İçi kahkahayla dolu... Ev ise karanlıktı. Ev sessizdi. Boğaz bile durgundu. Her yandan inşaat sesleri yükseliyordu. Kaba-saba yabancı, ışıktan yoksun, ruhsuz  sesler... Komşular hareketsizdiler... Bir ara birileri defne ağacımı mahvetmişlerdi. Buna karşılık, rica da etmiş olduğum halde karşıdaki çitlere el süren olmamıştı. Sevgi yoktu orada. Boşluk vardı... Sevgisiz bir boşluk...
         İşte kararımı hemen o anda, oracıkta verdim  zannediyorsam.  Güvercinlik kararımı...  Duygusal bir karar mı? Öyle... Her verdiğim karar mantıksal olacak diye birşey yok ki! Esasında tam felç olmak üzereyken kalkıp tuhaf bir yolla Bodrum'a gitme kararı vermiş olmam da mantıklı değilmiş ki zaten... Öte yandan şu da var: eğer ben o felci orada değil de burada geçirseydim, şimdi beni çoktan defnetmiş olacaktınız. Kim bulacaktı ki beni o  korkunç felçten sonra? İki haftadır, başımı bekleyen iki kadına, "Fırına, bakkala, pazara gidiyoruz, acaba bizden bir isteğiniz olabilir mi?" diye sormayı dahi beceremeyen; arkadaşlarım dünyanın öbür ucundan gelip giderken, bir zahmet yan kapıyı çalıp bir geçmiş olsun bile diyemeyen komşularım mı? Zor!..  Biraz zor, o, zor, zor, zor... Ben bu eski mahallede kendime ev değil, eski usül komşu aldım sanıyordum; meğer ne çok yanılıyormuşum. Neyse, onların da canları sağolsun elbet...
          Bunca olana rağmen, Ahmet hala hemen sağımdaki pencerenin önünde içiyor sigarasını, Taner de yatak odası penceremin dibinde... İkisinin dumanı da evimin içinde gelip gelip beni buluyor. Farkettiğimde, "Evleridir, canları nerede isterse orada içerler, haklarıdır," diyor ve usulca pencereyi kapatıyorum. Ya birini ya ötekini... Böyle... Gerçi Güvencinlikler de toplu halde sigara içiyorlar ama (yok, galiba Erdener bırakmış), onlar hiç olmazsa bir yandan da beni kolluyorlar. Zaten orada herşey, en azından şimdilik açık havada yapılıyor. Hava müsait olduğundan daha uzun süre de öyle olacak. Olamadığı zaman da bir çaresini buluruz herhalde. 
          Ah, sigara... Artık o konuya girmeliyim belki. Biliyor musunuz sigaraya başladığım tarihi tamı tamına hatırlıyorum ben: 27 Mayıs 1968... Sigarayı, (Alexis Carr sayesinde) severek, isteyerek, hatta oynayarak bıraktığım tarihi de: 19 Ağustos 2008... Arada tamı tamına kırk yıl var... Kırk yıl... Böyle birşey hatırlanır mı? Hatırlanacak onca şey varken, bunu hatırlamak biraz manasız tabii... Ama hatırlıyorum. Aradaki serüvenin çoğunu da, neredeyse adım adım... Bilemezsiniz, ne tuhaflıklar yaptım ben sigara için... Yaptım ve şimdi de bedelini ödüyorum işte...Ağır bir bedel... Ödeneceği varmış. 
         Gerçi benim kanserim de biraz tuhaf... Yani sağ akciğerimdeki ve civar nodüllerdeki o ilk oluşum... Zira iki türü var kanserimin:  birincisi adeno karsinom ve ikincisi squamos cell... Tuhaflık şurada: bunlardan biri sigara içenlerde görülüyor, ötekisi ise içmeyenlerde... Diyeceğim o ki, sigara içmiş olsam da, içmemiş olsam da  kanser açısından pek bir kaçarım yokmuş zaten herhalde benim. 
            Erol diyor ki, (Bahçeşehir Üniversitesi'nden Prof Erol Sezer, FL 1969) kırk yıl sonra öyle küt diye sigara bırakmakla kanseri kendime ben çağırmışım. Bunu laf olsun diye söylemiyor. Bu konuda araştırma yapmış kişilerle işbirliği var. Meğer bedenimiz biz sigara içerken kendini korimak için makrofaj hücreleri üretirmiş. Sigarayı öyle aniden bırakınca o üretim duruyor ve kanser tahlikesi yüzde elli artıyormuş. Belli, ileri bir yaştan sonra böyleymiş meğer bu... Bizim, bıracaksak ağır ağır, alıştıra alıştıra bırıkmamız gerek yani... Hani benden geçti de, beni görüp düşünenlere böyle bir gerçek de olabilir diye bir hatırlatma yapayım dedim.  Güvenilir bir adamdır Erol, ne dediğini bilir.
         Ben yine de  sigarayı yasaklardan önce bırakabildiğime çok memnunum ve tabii kanserden önce... Aksi takdirde kendim bırakmış olmayacaktım. Bırakmaya zorlanmış olacaktım. Birilerinin bana birşeyleri dayatmasından nasıl nefret ettiğimi anlatamam. Bu,  nihai olarak benim yararıma olacak olsa bile... Kendimi cendereye sıkışmış gibi hissediyorum öyle durumlarda... O yüzden, yasaklar başlamadan evvel, kendi irademle bıraktım diye çok seviniyorum. Şimdi içme isteği de hiç duymuyorum.  
          Bir tümörü daha defetmiş gibiyim. Ama kanseri defetmiş değilim. Akciğer kanseri en çok beyne metastaz yaparmış. Sonra tekrar akciğere yaptığı da olurmuş. Nitekim Koray'ın ikinci eşi, Harun'un annesi Tacüser'de öyle olmuş. Tacüser o yüzden rahmetl olmuş... Akciğerdeki ikinci metastazla başa çıkamamış. 
         Bana böyle olmayabilir. Olabilir de... Ben her olasılığa hazırım. Hayat böyle... Hepimiz her sabah gözümüzü sıfır ile yüz arasında bir olasılık yumağına açıyoruz. Kime hangi piyangonun vuracağı hiç belli değil... Evrenin kendine özgü kuralları gereği şimdilik işler kötüden zeyade iyi yönünde akıyor gibi... Ama o da değişebilir. Evren değişken... Hayat ha keza... 
          Daha önce de bir kere sözünü etmiştim. Hassas bir denge var: bir yandan tek tek tümörleri değil ve fakat kansri yenebileceğime dair umudumu korumak, öte yandan kanserden ölebileceğimi kabullenmek zorundayım. Şimdilik bi dengede bir problem yok... Sonrasını bilmiyorum.                                          
          Bu gece yanımda Solmaz var... Çalışma masamın önündeki divanda uyuyor yavrum. Benim yine uykum kaçtı. Yarın iş çok... Bu girişi de ille yazmak istiyordum. Yarın yo kadar işin arasında muhtemelen yazamayacaktım; yani iyi oldu.
          Kadıköy'e gideceğiz yarın. Bu defa Solmaz, Muzaffer ve ben... Kendime yeni bir plaj çantası (Köyceğiz'e, kaplıcaya gideceğiz ya, çok lazım), paralanmaya başlamış olan eskisinin yerine yeni bir yazlık çanta ve Bodrum'a gidiş gelişte kontrolsüzce çantalarıma dökülmüş olan parfümüm ile biraz da kırtasiye malzemesi alacağım. 
         Sonra belki Erkan gelecek.  Eve... Ondan  da biraz akıl alacağım. Sonra da hazırlanmaya devam... Her gün azar azar hazırlanıyoruz zaten.  Bugün de epeyce iş yaptım. Bütün hastane, hastalık raporlarımı  filan derledim ve topladım.  Faturalarımı, ekstrelerimi kontrol ettim. Neyi götüreceğim, neyi götürmeyeceğim, onları planladım.
         Çok şey götürecek değilim. Niye götüreyim? Ne olacağı belli değil ki... Ben oraya misafir olarak gidiyorum. Zaten Hayriye'ciğim de bu evi eşyalı olarak kiraya vermeye çalışacak. Herşeyin yerinde durması daha doğru... Daha bugünden bir yığın girişimde bulundu Hayriye. Evin ulaşınca da telefon açtı. Sesinde bir bayram çocuğu neşesi...  Galiba bir maç varmış ve kadınlarla çocuklar alınıyormuş içeri. Ona yer bulmayı başarmış. Öyle birşey... esini, sesindeki o sevinci duyunca çok mutlu oldum. Hayriye açısından bu olaylar çok önemli ve ben bunu paylaşamıyorum. Beceremiyorum ki.