Uzunca bir süredir siyaset konuşmaz, hatta yazmaz oldum. Sevmiyorum. Herhalde
genel olarak biraz herkesten farklı düşündüğüm, yaşadığım ve farklı işler
yaptığım için… Bu ülkede biri klişelerin dışında düşünüyor ve yaşıyorsa eğer,
arkadaşlarıyla bile diyalog kurması kolay olmuyor. Yakından tanımayanlar,
kılığıma kıyafetime, yaşam tarzıma ve aile geçmişime bakıp beni de bir kalıbın
içine oturtmaya çalışıyor ve bilinen bir sıfatla etiketleyiveriyorlar.
Tanıyanlar ise, galiba konuşmamı pek istemiyorlar. En azından benim izlenimim o…
Pek kalıplara uyan biri değilim. Birincisi, epeydir, aslında yalnızca belli
bir toplum kesimi içinde değil, tam tersi duruşu benimseyenler arasında da
giderek yükseliyor olduğu halde, ölümün eşiğine de gelmiş olsam benim, ta
liseden beri olduğu gibi şimdi de, din ile en küçük bir alakam yok. İkincisi,
kılık-kıyafet, yaşam tarzı, vb itibariyle öyle görünsem dahi, kesinlikle
“Atatürkçü” değilim. Zaten bu kavramın tartışmalı olduğunu düşünüyorum. Türkiye
dışında dünyanın hiçbir yerinde hiçbir anlam ifade etmeyen bir kavram!..[1] Elbette o kavramın ortaya çıkmasına yol açan önemli
bir tarih dönemeci var ve yine elbette siyasetçiler, o günden bu güne, sözkonusu
dönemecin çeşitli unsurlarını, iktidara gelmek, iktidarda kalmak adına,
bürokratlar ise içinden ekmek yedikleri düzen değişmesin diye kullanagelmişler
ve belli ki hiç utanmadan daha da kullanacaklar. İyi de, keşke, bu ülkede
kendini “aydın” diye tanımlayan insanlar da bu utanmazlığa bir anlamda ayak
uydurmasalar! Hatta, kendilerini iddia ettikleri gibi “Aydınlanma” olgusundan
hareketle “aydın” diye tanımlıyorlarsa eğer, artık bu tanımın gereğini yaparak,
o tarih dönemecine nesnel bir bakış açısıyla bakıp neyin doğru ve neyin yanlış
olduğunu saptamaya çalışsalar! Bizzat kendileri yapamıyorlarsa bile, hiç olmazsa
böyle yapanların yolunu kesenlerin arasında olmayı reddetseler!
Nesnel bakış açısının geliştirilmesi gerekiyor ve bunu yapacak başka kimse
yok! Bunu siyasetçi yapmaz, çünkü arı kovanına çomak sokmak siyasetçinin işine
gelmez; gelse de, böyle bir ortamda yapmayı göze alamaz. Bürokrat yapmaz, çünkü
varlığını içinde sürdürdüğü hantal yapının değişmesini istemez. Esas gündemi
başını soktuğu çatının altında karnını doyurmak olan sıradan insan ise hiç
yapamaz. “Aydın” olmak, “entelektüel” olmak kolay iş değildir. Çünkü böyle
şeyleri, bütün tehlikeleri göze alıp ancak onlar yapabilirler. Aksi takdirde bu
ülkede yıllardır olanlar olur. Yani, eğrisi ile doğrusu birbirinden ayıklanıp
bunlardan dersler çıkartılmadıkça sıkıntılı bir tarih tekerrür eder durur.
Şunu vurgulamak zorundayım: siyasetten ve siyasetçilerden hoşlanmıyorum ama,
beni ve hayat tarzımı korumak iddiasıyla dahi olsa Silahlı Kuvvetler'in siyasete
karışmasından da hiç hoşlanmıyorum. Herhangi bir kişi veya kurum kadar Silahlı
Kuvvetler'in de, hiçbir denetime tabi olmaksızın, kendisini, ülkenin, toplumun,
hatta bireylerin sahibi, efendisi gibi görmesinden ve bu mealde davranmasından
nefret ediyorum. Her kim ve ne olmuş olurlarsa olsunlar, bu tür kişi ve
kurumların dokunulmaz ilan edilmesinin, tanrılaştırılmasının,
tabulaştırılmasının, gerek tek tek insanların ve gerekse toplumun akıl sağlığı
açısından fevkalade yanlış olduğunu düşünüyorum. Dahası, bu konudaki
ikiyüzlülüğü; yani kendileri bunu yapmış olanların, hatta hala yapmaya devam
edenlerin, başkalarının da aynı şeyi yapmasına ciddi ciddi karşı çıkmalarını
kabullenmekte de çok zorlanıyorum.
Özellikle Silahlı Kuvvetler’in insanları önce gruplar halinde tasnif etmesine
ve sonra iki grup arasına girerek (mesela sağcılar ve solcular veya Türkler ve
Kürtler veya laikler ve dinciler, vb), birini ötekine karşı, hem de silah, erk
kullanmak suretiyle savunmaya kalkmasını ve bu olgunun, kendilerini “aydın” diye
tanımlayan kimi insanlar tarafından da desteklenmesini dehşet verici buluyorum. Özellikle Silahlı Kuvvetler'in... Çünkü onların gücü, iktidarı, yaptırım imkanı
var... Çünkü onların elinde akıl almaz miktarda silah var... Benzer bir tutum
benimsiyor olsalar dahi diğer kişilerin, toplulukların, kurumların ve/veya
örgütlerin elinde ise böylesine ciddi bir güç ve imkan yok...
Ayrıca ben, “ehven-i şer”dir diye CHP'yi veya MHP'yi ve benzerlerini
desteklemeyi katiyen düşünmüyorum. Zira CHP dahil bu tür partilerin tamamının,
doğru dürüst siyaset yapmak yerine, her türlü denetimden uzak tutulan o korkunç
“Derin Devlet”i beslemeyi ve Silahlı Kuvvetler'in ardına sığınarak toplumun bir
bölümüne karşı tuhaf işler çevirmeyi tercih ettiklerini fark ediyorum. İçim
acıyor. Dahası, bu partilerin ve mensuplarının esas itibariyle reaksiyoner[2] olduğuna inanıyorum. Esefle gördüğüm şu: giderek
hızlanan dünya çapındaki değişim olgusunu kavramak için hiçbirinin hiçbir
girişimi yok ve hiçbiri, bu olgu ile bireylerin, toplulukların ve toplumun
yaşantısı arasında iyi-kötü bir uyum sağlansın diye bir vizyon geliştirmek
amacıyla herhangi bir zahmete girmiyor. Hiçbiri kendini yenileyemiyor ve hiçbiri
iddia ettiği ölçüde temiz değil… Ayrıca, eskiden “sosyal demokrat” olan birçok
insan misali CHP’nin de, parti düzeyinde giderek geçmişine döndüğünü ve
devletçiliğinin tıpkı başlangıcındaki gibi, insan hakları gibi, demokrasi,
düşünce özgürlüğü gibi kavramlara ağır basmaya başladığını, hatta neredeyse
faşist bir yapı, faşist bir kavrayış edindiğini ve gerek CHP’li parti
yöneticilerinin, gerekse bu partiyi destekleyen kişilerin bu ters gidişatta en
ufak bir sakınca görmediğini anladığım için çok üzülüyorum.
Bütün bunlara karşılık ben, AKP’den ve AKP’yi destekleyenlerden veya
Kürtler'den, Rumlar’dan, Ermeniler’den ve Museviler’den, sağcılardan ve
solculardan, erkeklerden veya eşcinsellerden, gençlerden ve/veya benden de yaşlı
olanlardan ve başkalarından, diğerlerinden, ötekilerden; yani şahsımdan şu ya da
bu şekilde farklı olan insanlardan katiyen nefret etmiyorum.
Ne var ki AKP'ye bayılıyor filan da değilim. Bence onların da ötekilerden hiç
mi hiç farkı yok… Sonuç olarak AKP de, askerin isteğiyle bürokratlar, atanmışlar
veya devlet propagandacısı, devletten beslenen bir okur-yazar takımı tarafından
hazırlanıp silah zoruyla yürürlüğe sokulmuş anayasaların, siyasi parti ve
örgütlenme yasalarının, seçim yasalarının bir ürünü… Aynı tornadan çıkma… Nasıl
farklı olsun? Nitekim ötekiler, hala kendileriyle aynı anlayışta olan kimi
unsurlarından yararlanarak görünen değil ve fakat arka plandaki esas iktidarı,
“Derin Devlet” iktidarını elde tutmak için nasıl tırım tırım tırmalanıyorlarsa,
AKP'liler de Silahlı Kuvvetler'in ve “Derin Devlet”in iyeliğini üstlerine
geçirmek için aynı biçimde tırmalanıyorlar. Yani AKP’liler, bunca yıldan sonra
hala bir anlamda görüntüsel olan iktidarlarını sahiden iktidar yapmaya
debeleniyorlar. Benim gözümde AKP ile diğerleri arasındaki fark bundan ibaret…
Yoksa bu tehlikeli ve denetimsiz iktidar ikiliğini ortadan kaldırmaya, bu
konudaki söylem ne olursa olsun, ülkenin egemenliğini esas itibariyle
seçilmişlerin değil ve fakat atanmışların eline veren anlayışı ilga etmeye,
halkın yönetimde gerçekten söz sahibi olduğu bir demokrasi kavramını hayata
geçirmeye AKP de hiç hevesli görünmüyor. Dolayısıyla, dediğim gibi onlara da
bayılmıyor, ancak nefret de etmiyorum. Hiçbirinden nefret etmiyorum zaten.
Oyunun her iki tarafını da ibretle izlemekle yetiniyorum.
Bunlar yetmezmiş gibi ben, naçizane, Ermeni soykırımının fiilen gerçekleşmiş
olduğuna inanıyorum. Hatta yalnız o değil; son döneminde Osmanlı'nın da yapmış
olduğu gibi, maalesef, yeni Cumhuriyet’in de, neredeyse kuruluşundan itibaren,
esasında başka hiçbir şey değil ve fakat kendi vatandaşı, yurttaşı, canı-ciğeri
olan bir yığın insana ve insan grubuna karşı fazlasıyla kıyıcı davrandığını ve
yalnız Ermeniler'i değil, Rumlar'ı, Yahudiler'i, Kürtler'i, Süryaniler'i ve daha
birçoklarını da ezdiğini; bunların çoğuna yönelik gizli ve acık soykırımlar
uyguladığını ve kalanları da yüzlerce, binlerce yıllık anavatanları olan bu
topraklardan göç etmeye zorladığını; Hitler ve Mussolini ve Stalin gibi
acımasız, vahşi, insanlıktan nasibini pek almamış liderlerin ve o liderleri
besleyen kısıtlayıcı düşüncelerin pesinden giderek, yani sosyal mühendislik gibi
olmayacak bir işe kalkışarak toplumu birbirine tıpatıp benzer birimlerden
ibaret bir bütün haline getirmek için manasız bir savaş verdiğini ve gerekçesi
ne olmuş olursa olsun bunları yapmakla çok hata ettiğini de düşünüyorum. Bu
yüzdendir ki, kanaatimce, bu toplumun temelinde, ne yazık ki doğrudan çok yalan
var… Bir toplum bu kadar çok yalan üstüne oturunca da, toplumsal paranoyalar
oluşmaması mümkün değil… Nitekim öyle… Kimse kimseye güvenmiyor burada.[3] Herkes endişe içinde… Herkes omzunun üstünden
gerisini kollamakta… Daha da vahimi, bugünkü tablonun esas sorumlusu da,
muhtemelen geçmişte yapılmış olan bu hatalar…
Doğruyu söylemek gerekirse, durum buyken, bu ve benzeri konularda,
bireylerin, özellikle de kendini “aydın” sayanların kalkıp devleti savunmasını
ve devletin hatalarına ve bu hatalara ilişkin yalan yanlış savunmalara arka
çıkmasını çok acıklı buluyorum.
Halbuki işin sırrı burada… Tarihte de olmamış, bugün de yok: hiçbir toplum
birbirine tıpatıp benzer birimlerden oluşmuyor. Böyle birşey mümkün değil… Bu
konudaki girişimlerin tamamı boşa çıkmış bulunuyor. Bütün toplumlar birbirinden
çok farklı, çok çeşitli öğelerden, bireyler ve topluluklardan oluşuyorlar. Evet,
işin sırrı burada… Mesele, birbirine benzemez bütün bu unsurları birbirine
benzetmek değil ve fakat birbirine ezdirmeden bir arada yaşatmayı başarmak…
Bunun yolunu kim bulacak? Elbette entelektüeller… Çünkü, kalıpların dışına
çıkarak araştırmak, incelemek, yeni yeni ütopyalar oluşturmak ve bunları topluma
iletmek entelektüellerin temel işi… Onlar yeni düşünceler, ütopyalar
üretecekler; siyasetçiler, şu ya da bu düşünceyi veya ütopyayı benimseyecekler
ve topluma sunarak oy isteyecekler; seçmenler de kendilerine en uygun ütopyayı
seçip ona göre oy verecekler. Düşünce özgürlüğünü, entelektüellerini engelleyen,
susturan, hapse atan, öldüren toplumlar, muhtemelen sırf bunu yaptıkları, yani
kendi bindikleri dalı kestikleri için, eninde sonunda kendi pisliklerinde
boğuluyorlar. Uzunca bir süre başarılı olan toplumlar, daima toplum içindeki
farklı unsurları birbirine ezdirmeden, en azından çok fazla ezdirmeden, barış
içinde yaşatmayı başaranlar oluyor.
Ben bir pasifistim. Temel inançlarımdan biri, yaşı, cinsiyeti, etnisitesi,
dini, inançları, ekonomik durumu vb. ne olursa olsun bütün insanların eşit
haklara sahip olduğu ve tek tek insanların her birinin devletlerden daha önemli
olduğu... Bir diğer inancım, devlet denen mekanizmaların tepede bir yerde
durarak insanlara buyuran, insanları yönetmeye kalkan ve bunun için herkesi
ezmekte, beyinleri yıkamakta hiçbir sakınca görmeyen yapılar olmaktan çıkartılıp
doğrudan insanlara, topluluklara, topluma hizmet veren, neredeyse teknik
kurumlar haline getirilmesi gerektiği... Yeni krallar, padişahlar, sultanlar,
hanedanlar oluşturulmasının önüne ancak böyle geçilebilir diye düşünüyorum.
Dolayısıyla devletlerin, o toplumun bireyleri, özellikle de “aydınları”
tarafından hiç eleştirilmemesi, hatta ne pahasına olursa olsun savunulması ve
devletler, devlet yöneticileri ve devlet kurumları hangi vahim yanlışları
yaparlarsa yapsınlar, "kol kırılır yen içinde kalır" mantığıyla bilumum
suçlarının örtbas edilmesi bana çok ters geliyor.
İnsanlığı bir bütün olarak gördüğüm için milliyetçilik ve dünyayı bir bütün olarak gördüğüm için de devletçilik bana aşırı ölçüde ters yaklaşımlar... Çok
gençken bile öyleydi. Geçenlerde iki arkadaşıma lisede İstiklal Marşı okumayı
reddettiğimi söyledim. Öncelikle sesim güzel olmadığı; ayrıca, öyle toplaşıp
marş okumayı daha o yaşta bile manasız bulduğum için… İkisi birden "Ama
Amerika'da da, Kanada'da da okunuyor," diye tepki verdiler. Olabilir. Benim tek
ölçüm, işlerin Amerika'da, Avrupa'da nasıl yapıldığı değil... Çünkü
kayıtsız-şartsız Batı hayranı, destekçisi filan da değilim. Batı felsefesinin ve
pratiğinin çok açmazları var… Batı'da da çok yanlışlar yapılmış ve hala
yapılıyor. Kaldı ki, Batılı olan herkes Batı düşüncesinin, Batı felsefesinin,
Batı biliminin birebir izdüşümü filan da değil… Yani Batılı entelektüel bir şey,
Batılı siyasetçi başka bir şey, Batılı sıradan insan da yine bambaşka birşey…
Esasında, bana kalırsa, Batılı entelektüel Türkiyeli “aydın”dan kesinlikle çok
farklı, ancak siyasetçiler ve sıradan insanlar bazında, doğrusu, o kadar da
büyük farklar görmüyorum ben. Diyeceğim, muhtemelen ben Amerikalı ya da Kanadalı
da olsam yine hoşlanmazdım okullarda-mokullarda çoluk çocuğa savaş
körükleyicisi, nefretleri azdırıcı, milliyetçi, devletçi marşlar
okutulmasından. Benim ölçülerim kendime özgü...
İşte böyle olduğum için, esasında fazlaca konuşmadan toplumun bir kıyıcığında
duruyor ve insanları, toplulukları, toplumları gözlemleyerek çözümlemeler
yapmaya çalışıyorum. Zeka düzeyim hasbelkader birçok insandan daha yüksek... Fen
Lisesi ve ODTÜ gibi okullarda ve iyi zamanlarında okudum. Alanım fizikti…
Astrofizik… Dolayısıyla korteksimin sol yarıküresi, hatta bazen istediğimden de
çok çalışıyor. Batı bilimine ve felsefesine ilişkin özgün makalelerim geçmişte
Yeni Yüzyıl gazetesi, Cogito dergisi, Düşünen Siyaset dergisi gibi yayın
organlarında yayınlandı. Üstelik ben yalnızca fen alanında da kalmadım. Marmara
Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulu mezunuyum. Yani sosyal bilimler alanında
da öğrenim gördüm. Zaten daha ODTÜ’de okurken bile TRT Haber Merkezi, Dış
Haberler Servisi’nde çalışıyordum. Hatta daha Fen Lisesi 2. sınıfındayken ilk
radyo tiyatrosu oyunum Ankara Radyosu tarafından yayınlanmıştı. Üstelik kadınım.
Daha açık bir deyişle, kadın olduğum, yazar olduğum ve sanatla uğraştığım için,
sol gibi sağ korteksim de aktif...
Büyük ihtimal bu yüzdendir ki ben, hayatın kendi görebildiklerimden
ibaret olmadığını, bir yanda mühendislerden, doktorlardan, öte yanda da mesela
gazetecilerden filan daha kolay algılayabiliyorum. Bilimin de özellikle son
yıllarda ister istemez kabullendiği gibi, ne kadar zeki ve eğitimli olursa olsun
insanoğlunun erişimi ya da algı kapasitesi dışında kalan akıl almayacak kadar
büyük bir alan var... Belki de hiçbir zaman ulaşılamayacak bir alan... O alan
bağlamında herkes kendince birşeylere inanıyor. Bense hepsine saygı duyuyor ama
hepsinden aynı uzaklıkta duruyor ve zihnimi, bu inançları benimsemeksizin
beynimde evirip çevirecek, tartacak, değerlendirecek kadar eğitebilmiş olduğum
için kendimle iftihar etmekle yetiniyorum.[4]
Bütün inançlara saygı duyuyorum, çünkü, birincisi, kendimi kimseden üstün
görmüyorum ve bazen zorlansam dahi, bütün insanları sevmeye ve hepsine saygı
beslemeye özen gösteriyorum. İkincisi, sözkonusu inançlardan hangisinin doğru
olduğu katiyen belli değil... Doğru ya da gerçeğe yakın… Gerçeğe diğerlerinden
daha yakın… Ah, ama gerçek ne? Bize Fen Lisesi'nde öğretilen “gerçek” tanımını
hiç unutmuyorum. "Gerçek, çoğunluğun doğru olduğuna inandığı şeydir!" Bunu ilk
duyduğumda büyük bir sarsıntı geçirecek kadar şaşırmıştım. Daha sonra uzunca bir
süre bundan daha iyi bir gerçek tanımı var mıdır diye bakındım. Böyle bir şey
yok! Şimdi artık, gerçek denen ve fazlasıyla önemsenen fenomenin bu kadar nahif
bir tanımının olmasına şaşırmıyorum. Şimdi şaşırdığım, insanların gerçek
hakkındaki bu temel gerçeği görmezden gelerek veya unutarak, kendi inandıkları
şeyin mutlak gerçek olduğunu sanmaları ve işi, inandıkları o asılsız şeyler
yüzden adam öldürmeye kadar vardırabilmeleri... Gerek bireysel düzlemde gerekse
toplumsal... Sonuç olarak savaş da insanın insanı öldürmesi, toplu cinayet,
toplu katliam değil mi?
Aslına bakılırsa ben herkesle herşeyi konuşabilirim, herkesin anlattığı
herşeyi can kulağıyla dinlerim ve kendi deneyimlerimi herkesle seve seve
paylaşmayı da isterim. Ancak birileri benimle sloganlarla konuşmaya başladığında
ve klişelerden yararlanarak bana kendi fikirlerini aşılamak gibi olmayacak bir
işe kalkıştığında susmaktan ve oradan uzaklaşmaktan başka çare bulamıyorum. Bazı
arkadaşlarımın yanında da susuyorum. Susuyorum, çünkü genel olarak çok bilinen
birkaç sloganı peş peşe sıralamaktan başka bir şey yapmadıkları ve fazlasıyla
klişe fikirler dışında pek birşey söylemedikleri halde onlar, bilimin ve
gerçeğin ne olduğunu herkesten iyi bildiklerine ve ta lise ve/veya üniversite
çağlarında edinmiş oldukları ve anladığım kadarıyla sonradan da asla sınama
zahmetine girmedikleri o kısıtlı bilginin, yalnızca içinde yaşadıkları toplumu
ve dünyayı değil ve fakat bütün evreni çözümlemeye yettiğine o kadar inanıyorlar
ki konuşmanın pek manası olmuyor.
Bir tuhaflık var: bu ülkede, ne yapılması gerektiğine dair pek de anlamlı
fikirler üretmeyen insanlar, başlarına gelenlerden hep başkalarını sorumlu
tutuyorlar ve işlerin düzelmesi için de genellikle kendilerine düşman saydıkları
insanların ve/veya insan topluluklarının doğru davranmaya başlamasını
bekliyorlar. Gerçekten tuhaf ama; olan bu… Yani mesela AKP’ye bütün güçleriyle
karşı çıkanlar, zahmet edip şahsen siyasete girmiyorlar… Hiçbir risk almıyorlar.
Hayır! Bir yandan oturdukları yerde şikayet etmeyi sürdürüyor; kendileri gibi
düşünmeyen herkesi cahil olmakla, aptal olmakla suçluyor; öte yandan da, nihai
olarak, sözkonusu cahillerle aptalların bir anda titreyip kendilerine
gelmelerini, AKP’ye değil de CHP’ye ya da benzeri partilere oy vermelerini ve
böylece toplumun sorunlarını bir anda çözüvermelerini bekliyorlar. Hakikaten
bütün samimiyetleriyle bunu bekliyorlar. Kürt sorunu zirvedeyken de buna benzer
birşeyler bekliyorlardı. Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak da yıllardır böyle
birşeyler bekliyorlar. Avrupa Birliği’ne dahil olma konusunda da… Sorunlu olan
hemen hemen her konuda… Kimse, “Bir sorun var, bu sorunu çözmek için ben ne
yapabilirim,” diye düşünmüyor. Neredeyse futbol takımı seçer gibi kendilerine
bir taraf ve sonra bir de karşı taraf seçiyorlar ve karşı taraf, malum sorunu,
kendileri için, tam da kendi arzu ettikleri biçimde çözsün diye bir beklenti
içine giriyorlar.[5] Tarihin herhangi bir noktasında, dünyanın herhangi
bir yerinde, herhangi bir sorun böyle çözülmüş müdür, bilemiyorum. Geçen gün bir
arkadaşıma bu gözlemimi aktarıyordum ki, “Çok oryantalist bir yaklaşım bu, değil
mi; böyle herşeyi hep karşı taraftan beklemek,” şeklinde bir yorum yaptı. Galiba
haklı… Oryantalist! Ama gel de bunu, kendini fevkalade Batılı zanneden Türkiyeli
“aydın” kesimin kimi üyelerine anlat!
Aslına bakılırsa, arkadaşlarımdan bazıları da tıpatıp böyle davranıyor.
İnsanları severim, arkadaşlarımı daha da çok severim; dolayısıyla böyle
davrananları da sevmeye devam ediyorum elbette. Onlarla siyaset konuşmaktan
kaçınıyor, buna rağmen ısrarcı olurlarsa susuyor ve biraz uzaklaşıyorum, ama
yine de seviyorum. Siyaset konusunda anlaşamasak da paylaşacak bir yığın başka
şey var… Geçmişimiz var, günümüz var. Üstelik bence kusursuz insan yok… Kusursuz insan toplumu yok... Kusursuz
fikir de yok…
Tek dayanamadığım şey, kim olurlarsa olsunlar birilerinin başkalarını
aşağılaması... Farklı düşünen, yaşayan, farklı köklerden gelen, farklı yollara
giren, farklı işler yapan, farklı şeylere inanan kişilerin "ötekileştirilerek"
aşağılanması ve yok sayılması... İçinde yaşadığımız toplum açısından da ve
Batılı olsun-Doğulu olsun birçok başka toplum veya o toplumların içindeki belli
topluluklar açısından da çok büyük bir zaaf bu... Böyle toplumlarda ve
topluluklarda insanlar, belki eleştiri yaptıklarını zannediyorlar ama, esas
yaptıkları, kendilerine benzemeyen insanları ve kendilerininkine uymayan
fikirleri aşağılamaktan başka birşey değil... Küçücük bir kutuya sığan kendi
düşünce kalıplarını, evrensel, değişmez, mutlak gerçekler addederek, o kalıba
uymayan herkese, herkesin kişiliğine saldırıyorlar. Halbuki çoğu zaman o
kalıplar zihinlerine, esasında, beyin yıkamayı marifet sayan bir devlet
tarafından ustalıkla yerleştirilmiş sloganlardan, propagandadan,
dezinformasyondan ibaret oluyor.
Küfür, aşağılama eleştiri değildir. Eleştiri öyle yapılmaz. Zaten eleştiri insanlara, şahıslara, kişiliklere
değil ve fakat fikirlere yönelik olarak yapılır. Dolayısıyla eleştiri
yapılabilmesi için önce eleştirilecek fikirle ilgili olarak derinlemesine bilgi
sahibi olmak iktiza eder. Ayrıca fikirlerin, su ya da bu kalıba uyması veya
uymaması bağlamında değil ve fakat kendi yerinde, benzerleriyle tartılarak
değerlendirilmesi de gerekir...
İşte böyle... Kendi kendime, tam bu sıra bu metni yazma ihtiyacını niye
duyduğumu sorup duruyorum. Bilmiyorum. Galiba artık susmaktan yoruldum. Ya da
belki, artık yolun sonuna geldim ya, ardımdan yanlış, yanıltıcı değerlendirmeler
yapılsın istemiyorum.
Buyum ben, böyle düşünüyorum. [6]
[1] Bunda üzülecek bir yan yok. Kendi toplumlarınca kahraman
kabul edilen, kendi toplumlarının tarihinde çok önemli roller üstlenmiş diğer birçok
lider için de aynı şey söylenebilir. Mesela Amerika Birleşik Devletleri’nin
kurucu babaları arasında kabul edilen George Washington… Mesela, Alman
birliğinin kurucusu Bismark veya İtalyan birliğinin kurucusu Garibaldi… Mesela Hindistan'ın ilk devlet başkanı Nehru ile Pakistan'ın ilk devlet başkanı Cinnah… Bunlardan hiçbirisinin adı böyle bir
kavramsallaştırma bağlamında kullanılmıyor. Amerika’da Washingtoncular,
Almanya’da Bismarkcılar, İtalya’da Garibaldiciler, Hindistan'da Nehrucular veya Pakistan’da Cinnahcılar yok…
Bu gibi konularda Türkiye’ye çok benzeyen Yunanistan’,da bile zaman zaman
Atatürk’ün antitezi gibi gösteriyor olsalar dahi Venizelos’un adı bağlamında
böyle bir kavramsallaştırma yapılmıyor. Yani Yunanistan’da da Venizelosculuk
diye bir kavram kullanılmıyor. Bu tür bir kavramsallaştırmanın dünya çapında
yaygınlaştığı yalnızca birkaç isim var: Stalin, Mao ve Peron gibi… Bunlar da,
ilk ikisi hala bütün dünyada izleyici buluyor olsalar dahi, kendi ülkelerinde
çoğunluk tarafından pek de hayırla anılmıyorlar.
[2] İngilizcesi reactionary… Wikipedia’ya göre bu
deyim, bir toplumda geçmiş bir hale (status quo ante) dönmeyi
arzulayan bir bakış açısına gönderme yapıyor. Sözkonusu deyim, siyaset
yelpazesinin, öbür uçtaki zıddı radikal olarak tanımlanan ucunu tarif etmekte kullanılıyor.
[3] "The liar's punishment is not in the least that he is not
believed, but that he cannot believe anyone else." -George Bernard Shaw, writer,
Nobel laureate (1856-1950) : "Yalancının en büyük cezası, kendisine inanılmıyor
olması değil ve fakat kendisinin kimseye inanamaz olmasıdır. "–George Bernard
Shaw, yazar, Nobel ödülü sahibi (1865-1950)
[4] "It is the mark of an educated mind to be able to
entertain a thought without accepting it." -Aristotle, philosopher (384-322 BCE):
"Bir düşünceyi kabullenmeksizin içinde barındırmak eğitimli bir zihnin varlığına
delalet eder." Aristo, filozof (İÖ 384-322)
[5] Psikoloji bilimi, benim bildiğim kadarıyla, başlarına
gelen herşeyden daima başkalarını sorumlu tutan insanlarda “kişilik bozukluğu”
olduğunu varsayıyor. Buna karşılık, yelpazenin öteki ucunda da, başına gelen
herşeyden kendini sorumlu tutan insanlar bulunuyor ve onlar da “nevrozlu” diye
tanımlanıyorlar. Bu iki eğilim hafif olabiliyor, ağır olabiliyor. Ağır
olduğunda, yani iş hastalık düzeyine vardığında nevrozlu olanlar tedavi
edilebiliyorlar da, kişilik bozukluğu olanlar, yani başlarına gelen herşeyden
başkalarını sorumlu tutan ve çözümü onlardan bekleyenler katiyen edilemiyorlar.
Tek tek insanlar için geçerli olan bu tanımlar topluluklar ve toplumlar için de
geçerli midir, bilemiyorum. Umarım değildir. Umarım, bu geçici bir haldir ve
günün birinde ortadan kalkar. Umarım bir gün yeniden artık kaybetmiş gibi
göründüğümüz toplumsal sağduyuya kavuşuruz. Hem burada, Türkiye’de hem dünyanın
her yerinde…
[6] E.E.Cummings’in, yıllardır imza niyetine kullandığım bir
sözü var: “To be nobody but myself -- in a world which is doing its best, night
and day, to make you everybody else -- means to fight the hardest battle which
any human being can fight, and never stop fighting. "-e.e. cummings, poet
(1894-1962) : “İnsanı, kendisi dışında birisi yapmak için gece ve gündüz elinden
geleni ardına koymayan bir dünyada; bir başkası değil de kendi kendisi olması
demek, herhangi bir insanoğlunun olabilecek en zorlu savaşı vermesi ve savaşmayı
asla bırakmaması demektir.” –e.e.cummings, şair (1894-1962)