Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

7 Haziran 2011 Salı

KİMMİŞ Kİ BENİM DÜŞMANLARIM?

Bir zamandır yapmıyorum; taşıması zor geliyor da ondan galiba; ama eskiden yanımda hep bir defter bulundururdum. Bir not defteri... Yılın çanta modasına uygun bir biçimde boy boy olurdu not defterlerim; büyüğü, küçüğü... Aklıma estikçe, vakit buldukça notlar alırdım; yaşadığım güne dair, duyduğum bir söze veya yeni bir kelimeye dair, kapıldığım bir hissiyata dair... Hayallerim, umutlarım, gördüğüm gece düşleri... Aklıma düşüveren bir fikir, bir hikaye konusu, bazen bir şiir... Kendi kendime hazırladığım bilmeceler... Yolculuk notlarım... Kimi sayfalarında da, yapılacak işler listelerim, alışveriş listelerim veya harcama dökümlerim olurdu. Bazen birşeylerden kaçmak için kullanırdım not defterlerimi. Sıkıldığım zaman... Çevremde olup bitenlere ilgisizleştiğimde... Yapılan konuşmaları saçma, manasız ya da çirkin bulduğumda...
          Sokak Dergisi'ni çıkarma hazırlıklarını yaptığımız günlerdi, zannediyorum. Tuğrul Eryılmaz, İpek Çalışlar, Murathan Mungan, Yıldırım Türker, Murat Çelikkan, Adnan Bostancıoğlu... Bir gün birkaçımız bir aradaydık. Neredeydik? Zihnim bunun kaydını tutmamış. Birimizden birinin evindeydik herhalde. Bir ara, içlerinden birisi, ortalıkta duran not defterimi eline alıp karıştırmaya başladı; kim, bilmiyorum. Yıldırım olabilir veya Murat, hatta Murathan... Gülümseyerek sayfalarını çeviriyordu. Bir yerde bir başlık buldu: "Düşmanlarım..." Bir sayfanın başına "Düşmanlarım" diye bir başlık atıp altına birkaç isim sıralamıştım.  O sayfayı, başlığı filan hatırlıyorum. Böyle bir işe kalkışmamın gerekçesini ise hatırlamıyorum. "Düşman "kavramını sevmem aslında. Ama o aralar canımı acıtan birkaç kişi vardı ve muhtemelen ben kimseyi "düşman" diye etiketleyemediğimden, kimseyi yanımdan uzaklaştıramadığımdan, dönüp tekrar tekrar yakıyorlardı. Belki de gerekçe budur. Adlarını bir yere kaydedeyim ki unutmayayım filan diye birşeyler düşünmüşümdür belki... Kimdi onlar? Kimdi benim düşmanlarım, işte onu hiç hatırlamıyorum. 
           Defteri karıştıran arkadaşım o başlığı bulunca kendini tutamadı ve bulduğu şeyi diğerleriyle de paylaştı. Hepsi güldüler. Benimle dalga geçen yorumlar yaptılar. Bir yandan da etkilenmiş gibiydiler. Hatta, yanlış hatırlamıyorsam eğer Murathan, bu fikri bir öyküsünde kullanıp kullanamayacağını sordu. "Kullan tabii," dedim. Ne yalan söylemeli; "Düşmanlarım" şeklinde bir başlığın altına birkaç isim sıralamaktan daha parlak fikirlerim olduğu inancındaydım o sıralar...
          Bunları yazarken, o deftere ne oldu diye meraka düştüm. Not defterlerimin çoğu, yatak odamdaki dört tırnaklı ejderha kabartmalı, toplama antika çalışma masamın alt gözlerinden birinde durup duruyor. Birkaç tanesi de yine yatak odamdaki kütüphanenin altındaki dolaba yerleştirmiş olduğum arşiv kutularından birinin içinde... Pek dokunmuyorum. Darmadağınık notlar... Aklımı karıştırıyorlar. Kendi yazdıklarımı okuyamıyorum.  Mamafih son on yılda en az birkaç kere hepsini elden geçirdim; ne var ki başlığı ve altına sıralamış olduğum isimleri bulamadım. Yine baktım, yine bulamadım.
          Kimdi benim düşmanlarım? Düşman kimdir ki zaten? Şimdilerde hiç düşmanım yok. Dostlarım var, yani çok sevdiğim insanlar; sonra daha az sevdiklerim ve bir de pek sevmediklerim; yani bana yönelik olsun olmasın, tutumları, tavırları, hareketleri, bazı sözleri dolayısıyla şu ya da bu ölçüde rahatsız olduğum için biraz kaçındıklarım... Hepsi bu...
          Çok gençken "Nefret ediyorum!" ifadesini çok kullanırdım. Etrafımı gözlemler ve pekçok şeyi kötü bulurdum. Ruhsuz, çirkin, saçma... Bunlardan cidden nefret ederdim. Nefretimi yüksek sesle beyan da ederdim.
          Bir Ayşe Apak vardı; tatlı bir insan... Ankaralı bir arkadaşımın İstanbullu bir arkadaşı... O sayede tanışmıştık. Bir ara Murathan'la birlikte Remzi Yayınevi'ne Çilek başlığı altında toplanmış bir roman serisi hazırladıydı. Murathan serinin editörü, Ayşe redaktörü... Yanlış hatırlamıyorsam eğer, Mete Özgencil de aynı serinin grafik tasarımcısıydı. (Adını bilirdim ama Mete'yi o zamanlar tanımazdım; nasıl olduysa sonradan tanıştık.  Birbirimizi ilginç bulduk; bir süre aynı ortamlarda ve çok yakın takıldık ve sonra koptuk.) Kanımca, fevkalade güzel, ilginç romanlar seçip yayınladılar... Hem kitap seçimi, hem çeviriler, hem kitapların kapak mizanpajı, yok redaksiyon, yok düzeltme, yok baskı; herşey ama herşey için titizce uğraştılar. Tama Janowitz, Armistead Maupin, Eduardo Mendoza gibi  Türkiye'de hiç bilinmeyen yazarların eserlerini de okura tanıttılar. Ekşi Sözlük'teki girişlerden birinde, böyle bir seri sanki hala varmış gibi bir izlenim ediniliyor, ama esasında devamı gelmedi.  Bu ülkede böyle güzel şeylerin devamı hiç gelmiyor. Neyse işte, diyeğim o ki Ayşe, benim öyle "Nefret ediyorum!" diyerek ortalıkta dolanmamdan pek hoşlanır ve bunu dile de getirirdi. Kendisi de iflah olmaz bir muhalifti...
          İpek'i, Murathan'ı, Yıldırım'ı, Murat'ı, Adnan'ı ve çoğuyla Sokak dergisi bağlamında tanıştığım ve o ara yediğimiz-içtiğimiz ayrı gitmediği için ciddi ciddi arkadaş olduğumuzu zannettiğim daha bir yığın insanı, yıllardır görmüyorum. Ta TRT yıllarımdan beri bildiğim Tuğrul'la birkaç yıl önce Hrant Dink'in ölüm yıldönümlerinden birinde tesadüfen karşılaştık.  Ayaküstü biraz lafladık. Ayşe'yi de, yine tesadüfen, birkaç yıl önce Beşiktaş'tan Üsküdar'a geçen bir motorda gördüm. Yol boyu sohbet ettik. Telefonunu aldım ama sonra aramadım. Tuğrul'un telefonunu da almıştım, tabii onu da aramadım. Aramadım, çünkü  iki seferinde de sonradan "Yürüyebilseydi geçmişte yürürdü dostluğumuz," diye düşündüm. "Yürümediyse bir nedeni olsa gerek!"  Üstelik onlar, ayrı ayrı ikisi de, benim telefonumu almaya zahmet etmemişlerdi. 
           Şimdi düşünüyorum da bir defterin bir sayfasına "Düşmanlarım" diye bir başlık atıp altına isimler sıralamak parlak bir buluşmuş gerçekten. Parıltısı da, sahiciliğindeymiş.




5 Haziran 2011 Pazar

NE SEVİMSİZ BİRŞEY BU SİYASET!

Uzunca bir süredir siyaset konuşmaz, hatta yazmaz oldum. Sevmiyorum. Herhalde genel olarak biraz herkesten farklı düşündüğüm, yaşadığım ve farklı işler yaptığım için… Bu ülkede biri klişelerin dışında düşünüyor ve yaşıyorsa eğer, arkadaşlarıyla bile diyalog kurması kolay olmuyor. Yakından tanımayanlar, kılığıma kıyafetime, yaşam tarzıma ve aile geçmişime bakıp beni de bir kalıbın içine oturtmaya çalışıyor ve bilinen bir sıfatla etiketleyiveriyorlar. Tanıyanlar ise, galiba konuşmamı pek istemiyorlar. En azından benim izlenimim o…
          Pek kalıplara uyan biri değilim. Birincisi, epeydir, aslında yalnızca belli bir toplum kesimi içinde değil, tam tersi duruşu benimseyenler arasında da giderek yükseliyor olduğu halde, ölümün eşiğine de gelmiş olsam benim, ta liseden beri olduğu gibi şimdi de, din ile en küçük bir alakam yok. İkincisi, kılık-kıyafet, yaşam tarzı, vb itibariyle öyle görünsem dahi, kesinlikle “Atatürkçü” değilim. Zaten bu kavramın tartışmalı olduğunu düşünüyorum. Türkiye dışında dünyanın hiçbir yerinde hiçbir anlam ifade etmeyen bir kavram!..[1] Elbette o kavramın ortaya çıkmasına yol açan önemli bir tarih dönemeci var ve yine elbette siyasetçiler, o günden bu güne, sözkonusu dönemecin çeşitli unsurlarını, iktidara gelmek, iktidarda kalmak adına, bürokratlar ise içinden ekmek yedikleri düzen değişmesin diye kullanagelmişler ve belli ki hiç utanmadan daha da kullanacaklar. İyi de, keşke, bu ülkede kendini “aydın” diye tanımlayan insanlar da bu utanmazlığa bir anlamda ayak uydurmasalar! Hatta, kendilerini iddia ettikleri gibi “Aydınlanma” olgusundan hareketle “aydın” diye tanımlıyorlarsa eğer, artık bu tanımın gereğini yaparak, o tarih dönemecine nesnel bir bakış açısıyla bakıp neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu saptamaya çalışsalar! Bizzat kendileri yapamıyorlarsa bile, hiç olmazsa böyle yapanların yolunu kesenlerin arasında olmayı reddetseler!
           Nesnel bakış açısının geliştirilmesi gerekiyor ve bunu yapacak başka kimse yok! Bunu siyasetçi yapmaz, çünkü arı kovanına çomak sokmak siyasetçinin işine gelmez; gelse de, böyle bir ortamda yapmayı göze alamaz. Bürokrat yapmaz, çünkü varlığını içinde sürdürdüğü hantal yapının değişmesini istemez. Esas gündemi başını soktuğu çatının altında karnını doyurmak olan sıradan insan ise hiç yapamaz. “Aydın” olmak, “entelektüel” olmak kolay iş değildir. Çünkü böyle şeyleri, bütün tehlikeleri göze alıp ancak onlar yapabilirler. Aksi takdirde bu ülkede yıllardır olanlar olur. Yani, eğrisi ile doğrusu birbirinden ayıklanıp bunlardan dersler çıkartılmadıkça sıkıntılı bir tarih tekerrür eder durur.
          Şunu vurgulamak zorundayım: siyasetten ve siyasetçilerden hoşlanmıyorum ama, beni ve hayat tarzımı korumak iddiasıyla dahi olsa Silahlı Kuvvetler'in siyasete karışmasından da hiç hoşlanmıyorum. Herhangi bir kişi veya kurum kadar Silahlı Kuvvetler'in de, hiçbir denetime tabi olmaksızın, kendisini, ülkenin, toplumun, hatta bireylerin sahibi, efendisi gibi görmesinden ve bu mealde davranmasından nefret ediyorum. Her kim ve ne olmuş olurlarsa olsunlar, bu tür kişi ve kurumların dokunulmaz ilan edilmesinin, tanrılaştırılmasının, tabulaştırılmasının, gerek tek tek insanların ve gerekse toplumun akıl sağlığı açısından fevkalade yanlış olduğunu düşünüyorum. Dahası, bu konudaki ikiyüzlülüğü; yani kendileri bunu yapmış olanların, hatta hala yapmaya devam edenlerin, başkalarının da aynı şeyi yapmasına ciddi ciddi karşı çıkmalarını kabullenmekte de çok zorlanıyorum.
           Özellikle Silahlı Kuvvetler’in insanları önce gruplar halinde tasnif etmesine ve sonra iki grup arasına girerek (mesela sağcılar ve solcular veya Türkler ve Kürtler veya laikler ve dinciler, vb), birini ötekine karşı, hem de silah, erk kullanmak suretiyle savunmaya kalkmasını ve bu olgunun, kendilerini “aydın” diye tanımlayan kimi insanlar tarafından da desteklenmesini dehşet verici buluyorum. Özellikle Silahlı Kuvvetler'in... Çünkü onların gücü, iktidarı, yaptırım imkanı var... Çünkü onların elinde akıl almaz miktarda silah var... Benzer bir tutum benimsiyor olsalar dahi diğer kişilerin, toplulukların, kurumların ve/veya örgütlerin elinde ise böylesine ciddi bir güç ve imkan yok...
          Ayrıca ben, “ehven-i şer”dir diye CHP'yi veya MHP'yi ve benzerlerini desteklemeyi katiyen düşünmüyorum. Zira CHP dahil bu tür partilerin tamamının, doğru dürüst siyaset yapmak yerine, her türlü denetimden uzak tutulan o korkunç “Derin Devlet”i beslemeyi ve Silahlı Kuvvetler'in ardına sığınarak toplumun bir bölümüne karşı tuhaf işler çevirmeyi tercih ettiklerini fark ediyorum. İçim acıyor. Dahası, bu partilerin ve mensuplarının esas itibariyle reaksiyoner[2] olduğuna inanıyorum. Esefle gördüğüm şu: giderek hızlanan dünya çapındaki değişim olgusunu kavramak için hiçbirinin hiçbir girişimi yok ve hiçbiri, bu olgu ile bireylerin, toplulukların ve toplumun yaşantısı arasında iyi-kötü bir uyum sağlansın diye bir vizyon geliştirmek amacıyla herhangi bir zahmete girmiyor. Hiçbiri kendini yenileyemiyor ve hiçbiri iddia ettiği ölçüde temiz değil… Ayrıca, eskiden “sosyal demokrat” olan birçok insan misali CHP’nin de, parti düzeyinde giderek geçmişine döndüğünü ve devletçiliğinin tıpkı başlangıcındaki gibi, insan hakları gibi, demokrasi, düşünce özgürlüğü gibi kavramlara ağır basmaya başladığını, hatta neredeyse faşist bir yapı, faşist bir kavrayış edindiğini ve gerek CHP’li parti yöneticilerinin, gerekse bu partiyi destekleyen kişilerin bu ters gidişatta en ufak bir sakınca görmediğini anladığım için çok üzülüyorum.
          Bütün bunlara karşılık ben, AKP’den ve AKP’yi destekleyenlerden veya Kürtler'den, Rumlar’dan, Ermeniler’den ve Museviler’den, sağcılardan ve solculardan, erkeklerden veya eşcinsellerden, gençlerden ve/veya benden de yaşlı olanlardan ve başkalarından, diğerlerinden, ötekilerden; yani şahsımdan şu ya da bu şekilde farklı olan insanlardan katiyen nefret etmiyorum.
          Ne var ki AKP'ye bayılıyor filan da değilim. Bence onların da ötekilerden hiç mi hiç farkı yok… Sonuç olarak AKP de, askerin isteğiyle bürokratlar, atanmışlar veya devlet propagandacısı, devletten beslenen bir okur-yazar takımı tarafından hazırlanıp silah zoruyla yürürlüğe sokulmuş anayasaların, siyasi parti ve örgütlenme yasalarının, seçim yasalarının bir ürünü… Aynı tornadan çıkma… Nasıl farklı olsun? Nitekim ötekiler, hala kendileriyle aynı anlayışta olan kimi unsurlarından yararlanarak görünen değil ve fakat arka plandaki esas iktidarı, “Derin Devlet” iktidarını elde tutmak için nasıl tırım tırım tırmalanıyorlarsa, AKP'liler de Silahlı Kuvvetler'in ve “Derin Devlet”in iyeliğini üstlerine geçirmek için aynı biçimde tırmalanıyorlar. Yani AKP’liler, bunca yıldan sonra hala bir anlamda görüntüsel olan iktidarlarını sahiden iktidar yapmaya debeleniyorlar. Benim gözümde AKP ile diğerleri arasındaki fark bundan ibaret… Yoksa bu tehlikeli ve denetimsiz iktidar ikiliğini ortadan kaldırmaya, bu konudaki söylem ne olursa olsun, ülkenin egemenliğini esas itibariyle seçilmişlerin değil ve fakat atanmışların eline veren anlayışı ilga etmeye, halkın yönetimde gerçekten söz sahibi olduğu bir demokrasi kavramını hayata geçirmeye AKP de hiç hevesli görünmüyor. Dolayısıyla, dediğim gibi onlara da bayılmıyor, ancak nefret de etmiyorum. Hiçbirinden nefret etmiyorum zaten. Oyunun her iki tarafını da ibretle izlemekle yetiniyorum.
          Bunlar yetmezmiş gibi ben, naçizane, Ermeni soykırımının fiilen gerçekleşmiş olduğuna inanıyorum. Hatta yalnız o değil; son döneminde Osmanlı'nın da yapmış olduğu gibi, maalesef, yeni Cumhuriyet’in de, neredeyse kuruluşundan itibaren, esasında başka hiçbir şey değil ve fakat kendi vatandaşı, yurttaşı, canı-ciğeri olan bir yığın insana ve insan grubuna karşı fazlasıyla kıyıcı davrandığını ve yalnız Ermeniler'i değil, Rumlar'ı, Yahudiler'i, Kürtler'i, Süryaniler'i ve daha birçoklarını da ezdiğini; bunların çoğuna yönelik gizli ve acık soykırımlar uyguladığını ve kalanları da yüzlerce, binlerce yıllık anavatanları olan bu topraklardan göç etmeye zorladığını; Hitler ve Mussolini ve Stalin gibi acımasız, vahşi, insanlıktan nasibini pek almamış liderlerin ve o liderleri besleyen kısıtlayıcı düşüncelerin pesinden giderek, yani sosyal mühendislik gibi olmayacak bir işe kalkışarak toplumu birbirine tıpatıp benzer birimlerden ibaret bir bütün haline getirmek için manasız bir savaş verdiğini ve gerekçesi ne olmuş olursa olsun bunları yapmakla çok hata ettiğini de düşünüyorum. Bu yüzdendir ki, kanaatimce, bu toplumun temelinde, ne yazık ki doğrudan çok yalan var… Bir toplum bu kadar çok yalan üstüne oturunca da, toplumsal paranoyalar oluşmaması mümkün değil… Nitekim öyle… Kimse kimseye güvenmiyor burada.[3] Herkes endişe içinde… Herkes omzunun üstünden gerisini kollamakta… Daha da vahimi, bugünkü tablonun esas sorumlusu da, muhtemelen geçmişte yapılmış olan bu hatalar…
          Doğruyu söylemek gerekirse, durum buyken, bu ve benzeri konularda, bireylerin, özellikle de kendini “aydın” sayanların kalkıp devleti savunmasını ve devletin hatalarına ve bu hatalara ilişkin yalan yanlış savunmalara arka çıkmasını çok acıklı buluyorum.
          Halbuki işin sırrı burada… Tarihte de olmamış, bugün de yok: hiçbir toplum birbirine tıpatıp benzer birimlerden oluşmuyor. Böyle birşey mümkün değil… Bu konudaki girişimlerin tamamı boşa çıkmış bulunuyor. Bütün toplumlar birbirinden çok farklı, çok çeşitli öğelerden, bireyler ve topluluklardan oluşuyorlar. Evet, işin sırrı burada… Mesele, birbirine benzemez bütün bu unsurları birbirine benzetmek değil ve fakat birbirine ezdirmeden bir arada yaşatmayı başarmak… Bunun yolunu kim bulacak? Elbette entelektüeller… Çünkü, kalıpların dışına çıkarak araştırmak, incelemek, yeni yeni ütopyalar oluşturmak ve bunları topluma iletmek entelektüellerin temel işi… Onlar yeni düşünceler, ütopyalar üretecekler; siyasetçiler, şu ya da bu düşünceyi veya ütopyayı benimseyecekler ve topluma sunarak oy isteyecekler; seçmenler de kendilerine en uygun ütopyayı seçip ona göre oy verecekler. Düşünce özgürlüğünü, entelektüellerini engelleyen, susturan, hapse atan, öldüren toplumlar, muhtemelen sırf bunu yaptıkları, yani kendi bindikleri dalı kestikleri için, eninde sonunda kendi pisliklerinde boğuluyorlar. Uzunca bir süre başarılı olan toplumlar, daima toplum içindeki farklı unsurları birbirine ezdirmeden, en azından çok fazla ezdirmeden, barış içinde yaşatmayı başaranlar oluyor.
          Ben bir pasifistim. Temel inançlarımdan biri, yaşı, cinsiyeti, etnisitesi, dini, inançları, ekonomik durumu vb. ne olursa olsun bütün insanların eşit haklara sahip olduğu ve tek tek insanların her birinin devletlerden daha önemli olduğu... Bir diğer inancım, devlet denen mekanizmaların tepede bir yerde durarak insanlara buyuran, insanları yönetmeye kalkan ve bunun için herkesi ezmekte, beyinleri yıkamakta hiçbir sakınca görmeyen yapılar olmaktan çıkartılıp doğrudan insanlara, topluluklara, topluma hizmet veren, neredeyse teknik kurumlar haline getirilmesi gerektiği... Yeni krallar, padişahlar, sultanlar, hanedanlar oluşturulmasının önüne ancak böyle geçilebilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla devletlerin, o toplumun bireyleri, özellikle de “aydınları” tarafından hiç eleştirilmemesi, hatta ne pahasına olursa olsun savunulması ve devletler, devlet yöneticileri ve devlet kurumları hangi vahim yanlışları yaparlarsa yapsınlar, "kol kırılır yen içinde kalır" mantığıyla bilumum suçlarının örtbas edilmesi bana çok ters geliyor.
          İnsanlığı bir bütün olarak gördüğüm için milliyetçilik ve  dünyayı bir bütün olarak gördüğüm için de devletçilik bana aşırı ölçüde ters yaklaşımlar... Çok gençken bile öyleydi. Geçenlerde iki arkadaşıma lisede İstiklal Marşı okumayı reddettiğimi söyledim. Öncelikle sesim güzel olmadığı; ayrıca, öyle toplaşıp marş okumayı daha o yaşta bile manasız bulduğum için… İkisi birden "Ama Amerika'da da, Kanada'da da okunuyor," diye tepki verdiler. Olabilir. Benim tek ölçüm, işlerin Amerika'da, Avrupa'da nasıl yapıldığı değil... Çünkü kayıtsız-şartsız Batı hayranı, destekçisi filan da değilim. Batı felsefesinin ve pratiğinin çok açmazları var… Batı'da da çok yanlışlar yapılmış ve hala yapılıyor. Kaldı ki, Batılı olan herkes Batı düşüncesinin, Batı felsefesinin, Batı biliminin birebir izdüşümü filan da değil… Yani Batılı entelektüel bir şey, Batılı siyasetçi başka bir şey, Batılı sıradan insan da yine bambaşka birşey… Esasında, bana kalırsa, Batılı entelektüel Türkiyeli “aydın”dan kesinlikle çok farklı, ancak siyasetçiler ve sıradan insanlar bazında, doğrusu, o kadar da büyük farklar görmüyorum ben. Diyeceğim, muhtemelen ben Amerikalı ya da Kanadalı da olsam yine hoşlanmazdım okullarda-mokullarda çoluk çocuğa savaş körükleyicisi, nefretleri azdırıcı, milliyetçi, devletçi marşlar okutulmasından. Benim ölçülerim kendime özgü...
          İşte böyle olduğum için, esasında fazlaca konuşmadan toplumun bir kıyıcığında duruyor ve insanları, toplulukları, toplumları gözlemleyerek çözümlemeler yapmaya çalışıyorum. Zeka düzeyim hasbelkader birçok insandan daha yüksek... Fen Lisesi ve ODTÜ gibi okullarda ve iyi zamanlarında okudum. Alanım fizikti… Astrofizik… Dolayısıyla korteksimin sol yarıküresi, hatta bazen istediğimden de çok çalışıyor. Batı bilimine ve felsefesine ilişkin özgün makalelerim geçmişte Yeni Yüzyıl gazetesi, Cogito dergisi, Düşünen Siyaset dergisi gibi yayın organlarında yayınlandı. Üstelik ben yalnızca fen alanında da kalmadım. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulu mezunuyum. Yani sosyal bilimler alanında da öğrenim gördüm. Zaten daha ODTÜ’de okurken bile TRT Haber Merkezi, Dış Haberler Servisi’nde çalışıyordum. Hatta daha Fen Lisesi 2. sınıfındayken ilk radyo tiyatrosu oyunum Ankara Radyosu tarafından yayınlanmıştı. Üstelik kadınım. Daha açık bir deyişle, kadın olduğum, yazar olduğum ve sanatla uğraştığım için, sol gibi sağ korteksim de aktif...
          Büyük ihtimal bu yüzdendir ki ben, hayatın kendi görebildiklerimden ibaret olmadığını, bir yanda mühendislerden, doktorlardan, öte yanda da mesela gazetecilerden filan daha kolay algılayabiliyorum. Bilimin de özellikle son yıllarda ister istemez kabullendiği gibi, ne kadar zeki ve eğitimli olursa olsun insanoğlunun erişimi ya da algı kapasitesi dışında kalan akıl almayacak kadar büyük bir alan var... Belki de hiçbir zaman ulaşılamayacak bir alan... O alan bağlamında herkes kendince birşeylere inanıyor. Bense hepsine saygı duyuyor ama hepsinden aynı uzaklıkta duruyor ve zihnimi, bu inançları benimsemeksizin beynimde evirip çevirecek, tartacak, değerlendirecek kadar eğitebilmiş olduğum için kendimle iftihar etmekle yetiniyorum.[4]
          Bütün inançlara saygı duyuyorum, çünkü, birincisi, kendimi kimseden üstün görmüyorum ve bazen zorlansam dahi, bütün insanları sevmeye ve hepsine saygı beslemeye özen gösteriyorum. İkincisi, sözkonusu inançlardan hangisinin doğru olduğu katiyen belli değil... Doğru ya da gerçeğe yakın… Gerçeğe diğerlerinden daha yakın… Ah, ama gerçek ne? Bize Fen Lisesi'nde öğretilen “gerçek” tanımını hiç unutmuyorum. "Gerçek, çoğunluğun doğru olduğuna inandığı şeydir!" Bunu ilk duyduğumda büyük bir sarsıntı geçirecek kadar şaşırmıştım. Daha sonra uzunca bir süre bundan daha iyi bir gerçek tanımı var mıdır diye bakındım. Böyle bir şey yok! Şimdi artık, gerçek denen ve fazlasıyla önemsenen fenomenin bu kadar nahif bir tanımının olmasına şaşırmıyorum. Şimdi şaşırdığım, insanların gerçek hakkındaki bu temel gerçeği görmezden gelerek veya unutarak, kendi inandıkları şeyin mutlak gerçek olduğunu sanmaları ve işi, inandıkları o asılsız şeyler yüzden adam öldürmeye kadar vardırabilmeleri... Gerek bireysel düzlemde gerekse toplumsal... Sonuç olarak savaş da insanın insanı öldürmesi, toplu cinayet, toplu katliam değil mi?
          Aslına bakılırsa ben herkesle herşeyi konuşabilirim, herkesin anlattığı herşeyi can kulağıyla dinlerim ve kendi deneyimlerimi herkesle seve seve paylaşmayı da isterim. Ancak birileri benimle sloganlarla konuşmaya başladığında ve klişelerden yararlanarak bana kendi fikirlerini aşılamak gibi olmayacak bir işe kalkıştığında susmaktan ve oradan uzaklaşmaktan başka çare bulamıyorum. Bazı arkadaşlarımın yanında da susuyorum. Susuyorum, çünkü genel olarak çok bilinen birkaç sloganı peş peşe sıralamaktan başka bir şey yapmadıkları ve fazlasıyla klişe fikirler dışında pek birşey söylemedikleri halde onlar, bilimin ve gerçeğin ne olduğunu herkesten iyi bildiklerine ve ta lise ve/veya üniversite çağlarında edinmiş oldukları ve anladığım kadarıyla sonradan da asla sınama zahmetine girmedikleri o kısıtlı bilginin, yalnızca içinde yaşadıkları toplumu ve dünyayı değil ve fakat bütün evreni çözümlemeye yettiğine o kadar inanıyorlar ki konuşmanın pek manası olmuyor.
          Bir tuhaflık var: bu ülkede, ne yapılması gerektiğine dair pek de anlamlı fikirler üretmeyen insanlar, başlarına gelenlerden hep başkalarını sorumlu tutuyorlar ve işlerin düzelmesi için de genellikle kendilerine düşman saydıkları insanların ve/veya insan topluluklarının doğru davranmaya başlamasını bekliyorlar. Gerçekten tuhaf ama; olan bu… Yani mesela AKP’ye bütün güçleriyle karşı çıkanlar, zahmet edip şahsen siyasete girmiyorlar… Hiçbir risk almıyorlar. Hayır! Bir yandan oturdukları yerde şikayet etmeyi sürdürüyor; kendileri gibi düşünmeyen herkesi cahil olmakla, aptal olmakla suçluyor; öte yandan da, nihai olarak, sözkonusu cahillerle aptalların bir anda titreyip kendilerine gelmelerini, AKP’ye değil de CHP’ye ya da benzeri partilere oy vermelerini ve böylece toplumun sorunlarını bir anda çözüvermelerini bekliyorlar. Hakikaten bütün samimiyetleriyle bunu bekliyorlar. Kürt sorunu zirvedeyken de buna benzer birşeyler bekliyorlardı. Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak da yıllardır böyle birşeyler bekliyorlar. Avrupa Birliği’ne dahil olma konusunda da… Sorunlu olan hemen hemen her konuda… Kimse, “Bir sorun var, bu sorunu çözmek için ben ne yapabilirim,” diye düşünmüyor. Neredeyse futbol takımı seçer gibi kendilerine bir taraf ve sonra bir de karşı taraf seçiyorlar ve karşı taraf, malum sorunu, kendileri için, tam da kendi arzu ettikleri biçimde çözsün diye bir beklenti içine giriyorlar.[5] Tarihin herhangi bir noktasında, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir sorun böyle çözülmüş müdür, bilemiyorum. Geçen gün bir arkadaşıma bu gözlemimi aktarıyordum ki, “Çok oryantalist bir yaklaşım bu, değil mi; böyle herşeyi hep karşı taraftan beklemek,” şeklinde bir yorum yaptı. Galiba haklı… Oryantalist! Ama gel de bunu, kendini fevkalade Batılı zanneden Türkiyeli “aydın” kesimin kimi üyelerine anlat!
           Aslına bakılırsa, arkadaşlarımdan bazıları da tıpatıp böyle davranıyor. İnsanları severim, arkadaşlarımı daha da çok severim; dolayısıyla böyle davrananları da sevmeye devam ediyorum elbette. Onlarla siyaset konuşmaktan kaçınıyor, buna rağmen ısrarcı olurlarsa susuyor ve biraz uzaklaşıyorum, ama yine de seviyorum. Siyaset konusunda anlaşamasak da paylaşacak bir yığın başka şey var… Geçmişimiz var, günümüz var. Üstelik bence kusursuz insan yok… Kusursuz insan toplumu yok... Kusursuz fikir de yok…
          Tek dayanamadığım şey, kim olurlarsa olsunlar birilerinin başkalarını aşağılaması... Farklı düşünen, yaşayan, farklı köklerden gelen, farklı yollara giren, farklı işler yapan, farklı şeylere inanan kişilerin "ötekileştirilerek" aşağılanması ve yok sayılması... İçinde yaşadığımız toplum açısından da ve Batılı olsun-Doğulu olsun birçok başka toplum veya o toplumların içindeki belli topluluklar açısından da çok büyük bir zaaf bu... Böyle toplumlarda ve topluluklarda insanlar, belki eleştiri yaptıklarını zannediyorlar ama, esas yaptıkları, kendilerine benzemeyen insanları ve kendilerininkine uymayan fikirleri aşağılamaktan başka birşey değil... Küçücük bir kutuya sığan kendi düşünce kalıplarını, evrensel, değişmez, mutlak gerçekler addederek, o kalıba uymayan herkese, herkesin kişiliğine saldırıyorlar. Halbuki çoğu zaman o kalıplar zihinlerine, esasında, beyin yıkamayı marifet sayan bir devlet tarafından ustalıkla yerleştirilmiş sloganlardan, propagandadan, dezinformasyondan ibaret oluyor.
          Küfür, aşağılama eleştiri değildir. Eleştiri öyle yapılmaz. Zaten eleştiri insanlara, şahıslara, kişiliklere değil ve fakat fikirlere yönelik olarak yapılır. Dolayısıyla eleştiri yapılabilmesi için önce eleştirilecek fikirle ilgili olarak derinlemesine bilgi sahibi olmak iktiza eder. Ayrıca fikirlerin, su ya da bu kalıba uyması veya uymaması bağlamında değil ve fakat kendi yerinde, benzerleriyle tartılarak değerlendirilmesi de gerekir...
          İşte böyle... Kendi kendime, tam bu sıra bu metni yazma ihtiyacını niye duyduğumu sorup duruyorum. Bilmiyorum. Galiba artık susmaktan yoruldum. Ya da belki, artık yolun sonuna geldim ya, ardımdan yanlış, yanıltıcı değerlendirmeler yapılsın istemiyorum.
          Buyum ben, böyle düşünüyorum. [6]

[1] Bunda üzülecek bir yan yok. Kendi toplumlarınca kahraman kabul edilen, kendi toplumlarının tarihinde çok önemli roller üstlenmiş diğer birçok lider için de aynı şey söylenebilir. Mesela Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucu babaları arasında kabul edilen George Washington… Mesela, Alman birliğinin kurucusu Bismark veya İtalyan birliğinin kurucusu Garibaldi… Mesela Hindistan'ın ilk devlet başkanı Nehru ile Pakistan'ın ilk devlet başkanı Cinnah… Bunlardan hiçbirisinin adı böyle bir kavramsallaştırma bağlamında kullanılmıyor. Amerika’da Washingtoncular, Almanya’da Bismarkcılar, İtalya’da Garibaldiciler,  Hindistan'da Nehrucular veya Pakistan’da Cinnahcılar yok… Bu gibi konularda Türkiye’ye çok benzeyen Yunanistan’,da bile zaman zaman Atatürk’ün antitezi gibi gösteriyor olsalar dahi Venizelos’un adı bağlamında böyle bir kavramsallaştırma yapılmıyor. Yani Yunanistan’da da Venizelosculuk diye bir kavram kullanılmıyor. Bu tür bir kavramsallaştırmanın dünya çapında yaygınlaştığı yalnızca birkaç isim var: Stalin, Mao ve Peron gibi… Bunlar da, ilk ikisi hala bütün dünyada izleyici buluyor olsalar dahi, kendi ülkelerinde çoğunluk tarafından pek de hayırla anılmıyorlar.
[2] İngilizcesi reactionary… Wikipedia’ya göre bu deyim, bir toplumda geçmiş bir hale (status quo ante) dönmeyi arzulayan bir bakış açısına gönderme yapıyor. Sözkonusu deyim, siyaset yelpazesinin, öbür uçtaki zıddı radikal olarak tanımlanan ucunu tarif etmekte kullanılıyor.
[3] "The liar's punishment is not in the least that he is not believed, but that he cannot believe anyone else." -George Bernard Shaw, writer, Nobel laureate (1856-1950) : "Yalancının en büyük cezası, kendisine inanılmıyor olması değil ve fakat kendisinin kimseye inanamaz olmasıdır. "–George Bernard Shaw, yazar, Nobel ödülü sahibi (1865-1950)
[4] "It is the mark of an educated mind to be able to entertain a thought without accepting it." -Aristotle, philosopher (384-322 BCE): "Bir düşünceyi kabullenmeksizin içinde barındırmak eğitimli bir zihnin varlığına delalet eder." Aristo, filozof (İÖ 384-322)
[5] Psikoloji bilimi, benim bildiğim kadarıyla, başlarına gelen herşeyden daima başkalarını sorumlu tutan insanlarda “kişilik bozukluğu” olduğunu varsayıyor. Buna karşılık, yelpazenin öteki ucunda da, başına gelen herşeyden kendini sorumlu tutan insanlar bulunuyor ve onlar da “nevrozlu” diye tanımlanıyorlar. Bu iki eğilim hafif olabiliyor, ağır olabiliyor. Ağır olduğunda, yani iş hastalık düzeyine vardığında nevrozlu olanlar tedavi edilebiliyorlar da, kişilik bozukluğu olanlar, yani başlarına gelen herşeyden başkalarını sorumlu tutan ve çözümü onlardan bekleyenler katiyen edilemiyorlar. Tek tek insanlar için geçerli olan bu tanımlar topluluklar ve toplumlar için de geçerli midir, bilemiyorum. Umarım değildir. Umarım, bu geçici bir haldir ve günün birinde ortadan kalkar. Umarım bir gün yeniden artık kaybetmiş gibi göründüğümüz toplumsal sağduyuya kavuşuruz. Hem burada, Türkiye’de hem dünyanın her yerinde…
[6] E.E.Cummings’in, yıllardır imza niyetine kullandığım bir sözü var: “To be nobody but myself -- in a world which is doing its best, night and day, to make you everybody else -- means to fight the hardest battle which any human being can fight, and never stop fighting. "-e.e. cummings, poet (1894-1962) : “İnsanı, kendisi dışında birisi yapmak için gece ve gündüz elinden geleni ardına koymayan bir dünyada; bir başkası değil de kendi kendisi olması demek, herhangi bir insanoğlunun olabilecek en zorlu savaşı vermesi ve savaşmayı asla bırakmaması demektir.” –e.e.cummings, şair (1894-1962)