Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

18 Ağustos 2011 Perşembe

İSYAN VE TESLİMİYET


"Canavarlarla dövüşen biri kendini kollamalıdır ki bizatihi bir canavara dönüşmesin.  Ve gözünüzü, uzun süre, dipsiz bir çukura diktiğiniz zaman, o dipsiz çukur da gözünü size diker.  (He who fights with monsters should look to it that he himself does not become a monster. And when you gaze long into an abyss the abyss also gazes into you.)" Friedrich Nietzsche, filozof, 1844-1900.


Bir yıldan fazla bir aradan sonra  nihayet bu yaz da denize girdim. Bodrum, Güvercinlik’teyim. Pınar ve Ceren’le birlikte… Tedavim çıkmaza girmiş gibi görünüyor. Sevgili onkoloğum Dr. Mehmet Teomete’den ses seda çıkmıyor. Akıllı moleküller işi ne oldu, Tarceva denen o ilacı alacak mıyım, alamayacak mıyım, haberim yok! Moralim bozuk… Erkan’a, Haluk’un Roche internet sitesinden indirdiği prospektüsünü okuduktan sonra o ilacı almayı zaten pek de istemediğimi söyledim. O da bana kanserimin progressif olduğunu söyledi. Beynime veya omuriliğime sıçraması dahi mümkünmüş. O zaman ya beyin işlevlerimi yitirecek veya felç olacakmışım. Sadece bir ihtimal bu tabii… İlle gerçekleşecek diye bir şey yok!
           Bu arada Güher’in ve Sanem’in yardımlarıyla Tuzla’daki Harun’s Paradise http://www.harunsparadise.com/tesislerinde kısa bir tatil denemesi yaptım; Hayriye de bana refakat etti. Tesis aslında bu yıl kapalı; hatırım için en güzel suiti açıldı; yemek işleri ayarlandı ama olmadı. Daha gitmeden böbreğim ağrıyordu. Gittiğimiz gün ateşim çıktı. Ertesi gün döndük. Halbuki denize girmeyi umut ediyordum. İyileştikten sonra tek yapabildiğim bir Kınalıada seferi oldu. Tais, Yunanca kursundaki sınıf arkadaşlarını yazlık evinde ağırlamak istemişti. Tais en gencimiz. Hepimiz onu çok sevimli buluyoruz. Arus, Hülya, Aslı, Denis ve ben,  Kınalıada'da Tais sayesinde hep birlikte çok güzel bir gün geçirdik. Tais’in annesi Takuhi’nin pişirdiği nefis yemekleri yedik, güzel sohbetler ettik. Gidişte ayakta kalmayayım diye Kabataş’tan deniz otobüsüne binmiştim. Dönüşte Hülya’yla beraber Bostancı’ya giden bir motora bindim. Motorlar ve vapurlar deniz otobüslerinden daha keyifli… Deniz otobüsü uçak gibi… Denizle tek ilintisi, adı… İçin girdiğinizde denizle her türlü bağınız kopuyor.
Denizi severim ben. Denize bakmayı, deniz üstünde seyretmeyi, denizde yüzmeyi, denizin dibine dalmayı; hepsini severim bunların. Renklerini severim denizin: bir an  boncuk mavisi, sonra süt mavisi, sonra lacivert, ardından ışıl ışıl bir gümüş rengi, derken kurşuni, hemen ardından turkuvaz,  demeye kalmadan derinlerdeki yosunun yeşili veya nil yeşili, hatta yer yer yaprak yeşili ve birdenbire morumsu veya sarımsı, daha da ötesi elmas çağrışımlı yalımlar...  Geceleri yakamozunu severim ve ay ışığıyla oynaşmasını; bir de kıyıdan üstüne düşen şehir ışıklarıyla çizdiği kırılgan tabloları…  Değişkenliğini severim; bazen pürüzsüz bir aynaya benzeyen yüzeyinin bir esintiyle kırışıvermesini, rüzgar daha güçlendiğinde dalgalarının kabarıp köpüklenmesini ve  rüzgar nihayet kaldığında da usul usul sakinleşmesini... Uzak ve ıssız adalarda daha doğal, daha sade, daha sahici bir yaşamı çağrıştıran kokusunu severim. Yanında yürümesini de severim, uzaktan izlemesini de ve karada yol alırken, aniden deniz çıktığında karşıma şaşırmam; dünyalar benim olur.
          Bir yandan da korkarım denizden. Engini ürkütür, gizemi korkutur; hep öyle apaçık, hep öyle göz önündeymiş gibi yaptığı halde, kendini asla ele vermeyecek kadar büyük ve derin olması; sakin ve zararsız bir yüzeyden ibaret olduğu izlenimi vermesine rağmen fırtınalarda veya depremlerde aniden ve metrelerce yükselen ve karşısına çıkan herşeyi acımasızca silip süpüren; daha kötüsü, bağrına, bağrındaki karanlığa çeken  dev dalgaları ve derinliklerindeki dipsiz çukurlarda barındırdığı soğukkanlı ve iletişimsiz yaratıkları... Büyüsüne kapılarak, çeşit çeşit hayaller peşinde üstünde veya altında seyre çıkan ve sonra fırtınalarda, savaşlarda, isyanlarda, karaya oturdukları ırak sığlıklarda veya sislerin ya da dipsiz çukurların içinde yitip gitmiş olan deniz insanlarının kalıntıları… O kalıntılarda kendini beyan eden acılar, hırslar, yarım kalmış veya zaten karşılıksız aşklar… Hepsi ölesiye korkutur beni. Düşüncesi bile tüylerimi ürpertir. Buna rağmen severim denizi... Aynen yaşamayı sevdiğim gibi...  Yaşam gibidir deniz…
          İşte böyle, uzlaşmasız uçlar arasında gidip geldiğim, zaman zaman hastalandığım zor bir sekiz-on gün geçirdim. Sonra Leyla ile Mehmet’in arabayla Çeşme doğru yola çıkacaklarını öğrenince,
-“Ben de sizinle gelebilir miyim? diye sordum. Bu soruya önce Leyla’dan, sonra Mehmet’ten olumlu cevap alınca ilk iş Solmaz’ı aradım. Yavrum, Pazar günü gelip hem bavulumu ve evi toplamama yardım etti. İkinci olarak da Muzaffer’i aradım. O da Pazartesi sabahı erkenden beni Leyla’yla Mehmet’in evine kadar götürdü.
Pazartesi saat sekiz buçuk gibi yola düzüldük. Arabayı Mehmet kullanıyordu.  Birkaç kere mola verdik. Son olarak da Mehmet bize Susurluk’taki İskender Kebap’ta nefis bir yemek ısmarladı. Yol boyu sohbet öyle tatlıydı ki İzmir’e kadar nasıl geldiğimizi anlamadık bile… Pınar ile Erdener, kararlaştırdığımız gibi Bornova’ya beş-altı kilometre uzaktaki Orman tesisinde bizi beklemekteydiler. Bir arabadan diğerine aktarma yaptım. Artık yorulmuştum tabii; buna rağmen yolculuğun ikinci ayağı da ilki kadar keyifli geçti. Son molayı Bafa kıyısında, tam arzu etmiş olduğum gibi salaş bir tesiste verdik ve çöp şiş yedik… Sahici çöp şiş… Fabrikasyon değil… Salata ve zeytinyağı ve dağ kekiği de çok güzeldi. İstanbul’da, diyelim Cadde’de veya Nişantaşı’nda tek kişilik bir yemeğe ödeyeceğim parayla üç kişi iyi-kötü doyduğumuz gibi, iki litre zeytinyağı ile birkaç yıllık kekik ihtiyacımızı karşılayacak miktarda kekik de almış olduk. 
Şimdi Güvercinlik’teki bu tuhaf masal evinde yine denize bakıyorum. Pınar ile Ceren… Ayrıca Perizat, Nursel ile Erdener… Ve ziyaretçileri: Çağla, Barış, Berke ve Anıl… Bir de Özden… Bir tür ilginç komün hayatı yaşanıyor burada… Günde birkaç kere bahçedeki masanın çevresinde toplanıp genellikle pek kahkahalı sohbetler ediyoruz. Gün boyu da herkes, hem kendi işiyle gücüyle meşgul oluyor hem de ben  rahat edeyim ve mutlu olayım diye uğraşıyor. Perizat daha ben gelmeden koltuklarımı ve minderlerini hazır etmiş. Salı sabahı kahvaltıya da davet etti, ama ben o kadar yorgundum ki gidemedim. Erdener Salı günü balıkçılara mavi yengeç ısmarlamıştı. Çarşamba günü getirdiler. Çağla hemen haşladı. Bugün  Perşembe… Amerika’dan Jülide’yi bekliyorlar. Erdener benden  yüz lira alıp Tuzla’ya  balık getirmeye gitti. Akşama herhalde yengeçli filan bir balık ziyafeti var…
İki gündür akşamüstleri Pınar beni Köhne’ye götürüyor. Ceren de işten çıkıp servisten orada iniyor. Salı günü çok yorgundu bebeğim. Buna rağmen ben denize girerken üşüyüp tereddüt edince, üşenmedi, gitti bikinisini giydi ve bana yardım etmek için o da suya daldı.  Dün gece orada balık yedik. Pınar’la ben birer kadeh de rakı içtik. Bir şey dokunmuş olmalı ki geceyi çok kötü geçirdim. Şiddetli bir hazımsızlık… 
Yine de iyiyim burada. Pınar’ın annemin tarifleriyle pişirdiği olağanüstü lezzetli yemekleri yiyorum, sohbete katılıyorum, yazımı yazıyorum.  Sözünü ettiğim zor geçen sekiz-on günün üstümdeki etkisini unutmaya ve bir süredir umutsuz gibi görünmeye başlayan durumuma alışmaya çabalıyorum. Bazen zorlanıyorum. Bazen dalıp dalıp gidiyorum. O zaman Pınar üzülüyor.  
Kemoterapi yüzünden saçlarım ve kaşlarım tamamen dökülmüş ve rengim sararmış olduğu halde hala sağlıklı görünüyorum  ya, ve insanların yanında genellikle keyifli oluyorum ve çoğu zaman halimden şikayet etmiyorum ya, ve burada da pek akıllı uslu yazılar yazıyorum ya, galiba yakınlarım, arkadaşlarım, tanıdıklarım ve bu yazıları okuyanlar, kansere ve kanserle ilgili olarak ortaya çıkan gelişmelere rağmen her daim sakin sakin yaşayıp gittiğim  zehabına kapılıyorlar. Belki de  soğukkanlılığımı hiç yitirmediğimi, kabuslar görmediğimi, çelişkilere düşmediğimi veya korkmadığımı zannediyorlar. Oysa öyle değil..  Hiç değil... 
          İşin bir yanı şu: bu kemoterapiler başladığından beri bazen bana, içimde uzlaşmasız iki deniz canavarı  varmış da birbirleriyle ölesiye dövüşüyorlarmış gibi geliyor.  İkisi de dişi, ikisi de güçlü, ikisi de hırslı, birbirlerini oradan oraya savurup duran  canavarlar!.. Biri bir yöne doğru çekiştiriyor beni, diğeriyse tam ters yöne sürüklüyor, sürüklemeye uğraşıyor.  İşin özü şu: canavarlarımdan bir tanesi ölmeyi arzuluyor; öteki biraz daha yaşamayı istiyor. 
          Sözkonusu ikilemin ayrıntılarına girmeden belki şunu da itiraf etmeliyim: kanser olduğum ortaya çıkmazdan evvel geçen birkaç yıllık süreçte, hayatla eskisi gibi baş edemediğimi çokça hisseder olmuştum. Zaten artık beni heyecanlandıracak birşey de kalmamış gibiydi. Sanki fazla yorulmuştum. Sıkılmıştım. Üstelik hiçbir şey çektiğim sıkıntılara değmiyordu. Kendimi çok da yalnız, hatta yapayalnız hissediyordum. Nihayet öyle bir an geldi ki, o an, bütün samimiyetimle ve bütün gücümle bir an önce ölmeyi diledim. Ve o an o kadar içtendim ki, dileğimin gücünden kendim ürktüm.
          Kanser olduğum ortaya çıkınca, birden o dileği hatırladım. Ölümü çağırdığım o günle kanser olduğumun ortaya çıktığı gün arasında epi topu üç-beş ay vardı. Kendi kendime "O gün  öylesine güçlü bir dilekte bulunarak bizzat ben mi çağırdım acaba kanseri?" diye sordum. Sonra araya o zorlu teşhis süreci, onun ardından da o daha da zorlu ameliyat süreci girdi. Bu iki dönemde, üç-beş ay önce ölmeyi dilemiş olsam da, kendimi ölüme teslim etmeye pek de hevesli olmadığım anlaşıldı. Ölümden korkmuyordum, ama yaşamak için mücadele etmeyi de sürdürüyordum. Hem yaşamak hem de malum, kendim olarak kalmak için... 
          Ameliyattan çıktıktan sonra bu konuyu tekrar irdeledim. Sağ ciğerimin tamamını sarmış, hatta civardaki kimi lenf nodüllerine de sıçramış ve ameliyatla çıkartılmış olan tümörler  pek öyle üç-beş ayın işi değil gibiydi.  Şahsi tarihçemi geriye doğru izlemeye çalıştım. Kendimi kötü hissettiğim anlar, durup dururken sık sık hastalanmalarım, ciğer kapasitemin giderek azalması... Bunların tarihi çok eskilere dayanıyordu. Bir yandan bunlar olmuştu; öte yandan ben kendimi iyileştirmek için, bilerek değil ama bilmeden çeşitli önlemler almıştım. Önce yemek rejimimi tepeden tırnağa değiştirmiştim mesela, sonra sigarayı bırakmıştım ve ömrüm boyunca yürümeyi pek de sevmemiş olduğum halde, en sonunda da akıl almayacak kadar uzun  olan yürüyüşler yapmaya başlamıştım. Herhalde bütün bunlar sayesindedir ki, işlevini yitiren sağ ciğerimi devreden çıkartıp sol ciğerimi aktif hale getirmiş ve ameliyat öncesi yapılan nefes testi dahil bilumum testleri böylece aşmış ve ameliyattan da büyük ihtimal o sayede sağ çıkmıştım. 
          Dolayısıyla, herhalde kanser ben ölümü çağırdığım için gelmiş değildi bana. Peki neydi? Belki de artık şahsen aldığım önlemler işe yaramıyordu ve bilinçaltım bunun farkına varmıştı. Bilinçaltım yapacak hiçbir şeyin kalmadığını anlamıştı. Bilinçaltım, güçsüzleştiğimi, hatta yenilmek üzere olduğumu kavramıştı.  Belki de bilinçaltıma göre, artık ölüm kaçınılmazdı. Bilinçaltımda olup bitenlerden habersiz olduğum halde, o sıralar, o yenilgi hissini, o güçsüzlüğü ve çaresizliği bilincimle de algılamış olmalıyım. 
          Bu durumda kanser büyük ihtimalle ben çağırdığım için gelmiş değildi; tam tersine o noktada ölümü çağırmakla ben, sadece, bilinçaltımın bilincime çıkan sinyallerine bakarak, kanserle  ve hayatla tek başıma başa çıkamayacak bir noktaya varmış olduğumu beyan etmekteydim.     
           İnsanoğlu karmaşık bir yaratık... Beyni çok katmanlı... Bu katmanların işlevleri çok farklı... Sözkonusu  katmanlar ve işlevler bazen uyumlu bir bütünsellik arzediyor gibi görünseler de, çoğu zaman birbirleriyle çelişiyor ve her insanı bir çelişkiler yumağı haline dönüştürüyorlar. Çelişkiler, ikilemler... Az önce sözünü ettiğim canavarlar böyle ortaya çıkıyor olsalar gerek… Herkes içinde barındırıyor mu bu türden canavarları? Bilmiyorum. Bana öyle geliyor. Şundan eminim: ben barındırıyorum. Hatta diyorum ya, akciğer kanseri olduğumu anladığımdan beri canavarlarımdan iki tanesi iyice somutlaşmış bulunuyorlar.                   
Bu yetmezmiş gibi,  zaman zaman, birbirinin peşi sıra yükselen şiddetli duygu dalgalarıyla da boğuşuyorum. Bir yanda öfke, isyan; öte yanda çaresizlik, teslimiyet... Aslına bakılırsa tanımlanabilir-tanımlamaz  duygular, ara vermeksizin, bütün hızlarıyla zihnimin duvarlarına bindiriyor ve  varlığımın her zerresini ayrı ayrı hırpalayarak hemen oracıkta kırılıyorlar. Bir dalga kırılıp dağılırken  ardından bir başkası yükseliyor. Bazen ortalığa yayılan serpintiden boğulacak gibi oluyorum. Bazen bir dalgadan kaçınsam, ötekine yakalanıyorum. Bari tutulduğum yerde kalsam; onu da yapamıyorum. Yakamı bırakmıyorlar, aklıselimin galebe çalmasına izin vermiyorlar. Peş peşe gelen  sert darbelerin altında paralanıyorum. Umursamıyorlar.
         Bu, her zaman böyle değil elbette... Ancak bir hassas denge var ki, işte onu her zaman korumam gerekiyor. Fevkalade hassas bir denge bu...  Kanserin, özellikle de akciğer kanserinin insanı kısa sürede ve acı çektirerek öldürebileceğini unutmamam ve çok da umutlanmamam şart... Öte yandan, herşey gibi bunu da atlatacağıma ve çok acınası bir duruma düşmeden, onurumu yitirmeden, çok muhtaç bir hale gelmeden bir süre daha yaşayacağıma dair umudumu muhafaza etmem de şart... Birbirine tamamen zıt olan bu iki şarta aynı anda boyun eğmem gerekiyor.  Yani kansere yenilebileceğimi kabullenmeliyim, buna rağmen kanseri yenebileceğime dair iyimserliğimi de elden bırakmamalıyım. Bence en büyük zorluk bu noktada... Bu hassas dengeyi tutturmakta...
      Burada mesele ölüm değil... Hep söylediğim gibi, hiç değilse bilinç düzeyinde ölümden korkuyor değilim. Bilinç düzeyinde korktuğum, sürünmek... Süreç içinde kendimi, insanlığımı, insanlık onurumu kaybetmeme yol açacak büyük acılar çekebileceğimi düşündükçe ödüm patlıyor. O tür acılarla sınanmak zor... İşte bazen, bu zorluktan alnımın akıyla çıkamayacağımı düşünüp endişeyle kıvranıyorum. 
        Bu koşullarda, düz mantıkla, basit, derinlikten yoksun bir iyimserlikle, bu işin üstesinden gelmek bir yana  dursun, günü geçirmek bile mümkün değil... Belki bunu başaran da vardır, ama ben yapabileceğimi sanmıyorum. Başkalarını bilmem ama benim hayatım böyle, bu türden ikiliklerle dolu...  Şahsi evrenim,  mutlak bir biçimde iki kutuplu... İki kutbu birden görmeye, iki kutup arasındaki gerilim ile çekimi ve o gerilim ile çekim yüzünden oluşan hassas dengeleri fark etmeye mahkum edilmişim ben. Bugüne kadar, şahsi çıkarlarım öyle gerektirdiğinde dahi,  hiçbir olaya tek bir açıdan bakmayı başaramadım; bundan sonra yapabilir miyim, onu da bilemiyorum.
       Diyorum ya, Sultantepe’deki evimde geçirdiğim son sekiz- on gün pek zordu. Yetmezmiş gibi tuvaletin rezervuarı da su akıtmaya başladı. İyice canım sıkıldı. Evde en çok bozulan şeylerden biri o... Hani ben, böyle, özellikle süreklilik arzeden seslere çok takan biri olmasam, aldırmayacağım; ah, ama öyle değilim işte! Su sesi de olsa, çok derinden de gelse, öyle bir ses beni deliye döndürebilir. Mesela kapı önünde, motoru işler durumda bırakılan bir araba... Mesela ara vermeksizin çalıştırılan bir çim biçme makinası veya bir elektrikli testere... Bu türden durumlar çok uzarsa, cidden aklımı oynatabilirim. Pasifistim filan diyorum ya, arabanın biri, kapımın önünde motorları çalışır vaziyette bir saat filan kaldığında, elimin altında bir silah olsa, kapar ve gözümü kırpmadan o yöne ateş edebilirim. Geçmişte bu hunharca eylemi zihnimde kurduğum, hayal ettiğim durumlar olmuştur. Eskiden daha tahammülsüzdüm bu konuda; bunun bir tür hastalık olduğunu anladığımdan beri biraz daha kontrollüyüm. Yine de böyle bir sesi duymazdan gelmeme imkan yok... Sese karşı aşırı bir duyarlılığım var... Beni yerimden zıplatan, çok rahatsız eden bir sürü sesi, benden başka kimsenin duymadığını hayretle anlıyorum. Bazen durup dinliyor ve etrafımdakilere, 
          -"Bu ses de ne?" diye soruyorum. İnsanlar şaşkın şaşkın yüzüme bakarak,
          -"Hangi ses?" diye soruyorlar.
          Yani durum o kadar vahim... O yüzden, rezervuarın su kaçırdığını anlar anlamaz, ilk iş vanasını kapattım. Günde üç litre sıvı alan, dolayısıyla sık sık tuvalete giden biri için bu, çok eziyetli bir durum... Ertesi gün uyanıp kendime gelir gelmez de tesisatçımı aradım: Mehmet Bey...
           Birkaç yıl önce şans bu konuda da yüzüme gülmüştü. Sultantepe, hani şu "gentrification" denen ve kentsel ortamların nezihleştirilmesi diye tarif edilen ve benim pek de hazzetmediğim işlemden henüz tam olarak geçmiş değil... Gerçi Selamiçeşme'den kaçıp Boğaz'ı gören bu küçümen bahçe katına taşındığım 1991 yılından bu yana inanılmaz bir değişim geçirdiği ve değişim eğiliminin giderek artan bir ivmeyle sürdüğü inkar edilemez ama, burası hala, benim sevdiğim türden, eski tip bir İstanbul mahallesi... Dolayısıyla tesisat bozulduğunda eve derhal bir tesisatçı, sigorta attığında bir elektrikçi, lağım tıkandığında bir lağımcı yollayacak bir site yönetimi yok burada. Mahallenin eskiden bir elektrikçisi, bir tesisatçısı ve bir de her işten anlayan adamı vardı. Bunlar da işleri biraz ağırdan alan adamlardı. "Ko, rahvan gitsin!" Birkaç yıl önce de Mehmet Bey geldi; böylece tesisatçıların sayısı ikiye, daha doğrusu üçe çıktı (her işten anlayan Kemal Bey de tesisat işi yapıyor).
          Öteki ustalarla pek anlaşamıyorum. Buna karşılık Mehmet Bey'le aram çok iyi... Ne zaman arasam, en çok birkaç saat içinde geliyor ve işini kısa sürede hallediyor. Sonra da oturup sohbet ediyoruz; çünkü  Mehmet Bey yalnızca iyi bir tesisatçı değil, aynı zamanda  da bir filozof... Bir halk filozofu... Sürekli okuyor, gözlem yapıyor ve düşünüyor... Evvelsi gün geldiğinde oruçluydu. Sıkı bir müslüman... Ne var ki, müslümanlığı yerel değil ve fakat evrenselmiş; kendisi öyle diyor. Kur'an  ile birlikte Tevrat ve İncil de okuyor. Kur'an ayetlerini ve tefsirlerini bildiği kadar Tevrat ve İncil öykülerini de biliyor. Bunları birbirleriyle karşılaştırarak sonuçlara varıyor.  Düşüncelerini açıklarken düz bir hat üstünde gitmek yerine, benim gibi o da daldan dala sıçrıyor ve yine benim gibi o da bazen konuyu fazla dağıtabiliyor. 
          Hasta olduğumu biliyordu. Geçen yıl ameliyattan sonra bir ara kendisini çağırmış ve birkaç iş için fiyat istemiştim.  Erkan evin küf koktuğunu ve bunun da benim için zararlı olduğunu söylemişti. Maksat o küf  kokusundan kurtulmak… Su çekmiş  banyo duvarının kazılıp sorun çözüldükten sonra yamanarak eski haline getirilmesi, bahçeye bakan  ve yağmur yağdığında su alan bir başka duvar parçasının sağlamlaştırılması, bir takım dış kaplamaların sökülüp yerine seramik döşenmesi, ses yapan taharet musluğunun değiştirilmesi vesaire gibi işler yapılması gerekiyor. Verdiği fiyat yüksek gelmişti. Belki de yüksek değildi ama, bana yüksek gelmişti işte. Üstelik o ara kemoterapi süreci ilerlediğinden, gücüm de giderek azalıyordu. Birden evin içinde tamiratlar yapılması fikrine tahammül edemez olmuştum. Bunun üzerine ille de yapılması gereken acil birkaç birşeyi Muzaffer halletmişti ve Mehmet Bey'i bir daha aramamıştım.
           Meğer beni merak edermiş. Telefonla arama konusunda tereddütleri varmış. O yüzden uzaktan şifa dilemekle yetiniyormuş. İşini bitirdikten sonra dedi ki,
         -“Bahar Hanım, biraz balkonda oturup denize bakabilir miyim? Denize bakmayı seviyorum. Beni sakinleştiriyor. Düşünmeye ara vermemi sağlıyor.” Mehmet Bey’e göre tesisat işinin özelliği insanı işini yaparken düşünmeye sevk etmesiymiş. O yüzden zaman zaman ara vermesi, zihnini dinlendirmesi gerekiyormuş.  
         -“Terziye biraz dinlenmesini söyleseniz, hemen oturduğu yerden kalkıp yürümeye başlar. Çünkü işini hep oturarak yapan biridir o. Onun dinlenebilmesi için çalışırken yaptığının tam tersi bir şey yapması gerek… İşte o da yürümek… Benim de dinlenebilmek için zihnimi boşaltmam gerekiyor. Denize bakmak öyle bir imkan sağlıyor.”
         Deniz az ötede duruyordu. Ne var ki Mehmet Bey balkona çıkmadı. Ben kanepede uzanıyordum. O da karşımdaki masanın başında denizi de, beni de gören bir iskemleye oturdu. Mehmet bey, kırklı yaşlarda bir adam… Evli, iki tane de kızı var.
Ona durumumu anlattım. Durumumla ilgili belirsizlikleri… Sabırla dinledi ve sonra dedi ki,
           -"Bahar Hanım, biz bir okyanusun kıyısında duruyoruz; okyanusa bakıyor ve sırlarını merak ediyoruz. Sonra eğilip bir bardağı okyanusun suyuyla dolduruyoruz. O bir bardak suya bakınca okyanusu anladığımızı zannediyoruz." 
Sonra o başladı konuşmaya. Anlattı, anlattı. Bir ara da dedi ki;
         -“Bahar Hanım, mucize biziz. Dünyayı dolduran herşey mucize… Özel mucizeler aramaya gerek yok ki…”
          Ağzım açık, yüzüne bakakaldım.  Sanki kanser yazılarımı okumuş… Kanserle gelen küçük mucizelerimi biliyor sanki. Sordum. Okumamıştı. Saçma bir soruydu aslında. Evinde bilgisayar varmış, internete girdiği de oluyormuş, ama bloğumu nereden bulup da okuyacaktı ki!
         Az sonra kalkıp gitti. Gitmeden evvel eposta adresini aldım ve ilk fırsatta o adrese bloğumun bağlantısını yolladım. Belki bundan sonra okur. 

7 Ağustos 2011 Pazar

CELAL

Otuz yıldan da fazla bir süredir görüşmemiş olduğumuz halde, bir tesadüf eseri günün birinde bir iş ortamında Pınar'la karşılaşan Faruk ile eşi, malum, şu "brunch" denen, geç başlayan ve öğle yemeğinden de sonraya uzayan kahvaltılardan biri için Sultantepe'deki küçük evime geldikten ve fotoğraf ortaya çıktıktan ve elden ele dolaştıktan ve üstünde yorumlar yapıldıktan ve  hayatta olan annelerimizin yanısıra göçmüş olan babalarımız da anıldıktan ve o gün bittikten epeyce sonra, bir başka gün, kendi kendime dedim ki,
          -"O fotoğraftaki delikanlının adı Celal'di!" Yoksa Celal'in adını o gün Faruk mu telaffuz etmişti? Hatırlamıyorum. Olabilir! O gün o fotoğrafa bakarken Celal hakkında da konuştuk çünkü. Öyle zannediyorum. O sıralarda onbeş yaşında olduğunu filan söyledi Faruk. Bizler daha küçüktük. Ben en çok on yaşında olmalıydım, Faruk taş çatlasın yedi-sekiz, Pınar beşten biraz küçük... Faruk'un kızkardeşi Filiz ise henüz kucaktaydı. Hepimiz vardık sözkonusu siyah-beyaz fotoğrafta: Sadun Amca'nın haftasonlarında Volkswagen minibüsüne doldurarak sinemaya götürdüğü bütün çocuklar!.. Bir de Celal... Faruk'un doğum günüydü.  Yeni alınmış kovboy giysileriyle,  şapkasıyla, çizmeleriyle, iki elindeki tabancalarıyla çok fiyakalı duruyordu. Belli ki keyfi de yerindeydi. Geri kalan bizlerse, daha durgun gibiydik. Ben  özellikle dertliydim. Sadun Amca sürpriz yapmıştı. Aniden gelmiş ve bizi alıp sinemaya değil, bu sefer eve götürmüştü. Faruk'un doğum günü olduğunu bilmiyorduk. Hediye alamamıştık. Yeterince şık da giyinmemiştik.  Ah, insan bazen neleri dert edinebiliyor! Fotoğrafta, keyfi Faruk kadar yerinde olan ikinci kişi de Celal'di.  
            Fotoğrafı Pınar hatırlamış, Faruk'a bahsetmiş, Faruk  da haklı olarak meraklanmış. Bunun üzerine Pınar, bir kopyasını yaptırıp, çerçeveletti ve Faruk'a hediye etti. Bu arada ben de  yıllar sonra  ortaya çıkmış olan çocukluk arkadaşımızla görüşmeyi arzu ettim.  Eşi de tanıdık sayılırdı. Koray'ın has ahbabı,  eski milletvekili ve gazeteci Sadullah Usumi'nin, bir Bandırma feribot yolculuğu sırasında tanışmış olduğum kızı... Davetin gerekçesi buydu ve  fotoğraf da o yüzden elden ele dolaşmaktaydı.
           Celal adı ister o gün Faruk tarafından telaffuz edilmiş olsun,  ister daha sonra kendi kendime hatırlamış olayım, esas ampul  çok çok sonra yanacaktı. Aradan hayli zaman geçecek ve günlerden bir gün, evde kendi kendimeyken birden haykıracaktım:
          -"A, bu Celal, o Celal!" 
          Evet öyleydi. Çok yaşlanmıştı ama, yüz aynı yüzdü, duruş aynı duruş... Kendi sesimden kendim ürkmüştüm. Sonra da "Tevekkeli değil!" diye düşündüm.  Öyle düşündüm, çünkü, o fotoğrafın çekildiği günün üstünden uzun yıllar geçmiş ve ben, son çalıştığım reklam ajansında bir başka Celal'le karşılaşmış ve sebebini bilmeden o Celal'e büyük bir sempati duymuş, çok güvenmiş, hatta işten ayrılacağım ortaya çıkınca, bir gün lazım olur diye onun telefon numarasını da almıştım. O zamanlar zannediyordum ki, günün birinde ben de kocaman bir ev edineceğim ve davetler vereceğim ve yardıma ihtiyacım olacak. Olaylar pek öyle gelişmedi. Davetler vermesine verdim de,  büyük bir evim hiç olmadı ve Celal'in numarasını hiç aramadım.
           Fotoğraf çekildiğinde 1962 yılındaydık. Babam 1960 İhtilali sırasında Lüleburgaz'daki alayda, öyle zannediyorum ki istihbarat subayı olarak görev yapmaktaydı. Göreviyle ilgili olarak "S subayı," ya da "S Dairesi" gibi deyimler kullanılıyordu. Bu "S" harfi de,  o sıralar daha altı-yedi yaşlarında, mini minnacık bir kız çocuğu olduğum halde, niyeyse, merakımı aşırı celbediyordu. Babam göreviyle ilgili konuşmuyor, soruları cevaplamıyordu. Bir başka subayın kızı, bir diğerinin de kızkardeşi olan annemin ağzı da çok sıkıydı. Dolayısıyla  sorularıma bir cevap alamadım ve zihnime takılı kalan  sözkonusu "S" harfi yüzünden yıllarca kafa yordum. Nasıl olduysa uzun yıllar sonra bir gün, onun İngilizce "surveillance"  kelimesinin kısaltması olabileceğine kanaat getirdim ve o andan itibaren çok rahatladım. O kadar rahatladım ki, bu bilgiyi doğrulatma ihtiyacı bile duymadım. Niye, bilmiyorum. Artık bilgi birikimi açısından annemli babamı aştığımı mı varsaymaktaydım? Veya benim hatırladığımı onlar hatırlamazlar mı dedim? Yoksa, hem fiziksel hem duygusal olarak birbirimizden biraz uzaklaşmış mıydık?
         Bunların biri de olabilir, ikisi de olabilir, hepsi de olabilir. Şu içinde bulunduğumuz anda, sormamış olmakla, yani o buluşun sağlamasını yapmamış olmakla hata ettiğimi düşünüyorum. Ne var ki o zaman öyle düşünmemişimdir herhalde. Gençlikte bir dönem geliyor, kimi insan, annesiyle babasının etkisinden çıkma gereği hissediyor ve kendi birikiminin artık buna yeteceğine inanıyor. Hatta biraz ileri gidip kendi birikiminin onlarınkini geçtiğini de farzetmeye başlıyor. Belki öyle farzetmese, kendi özgün kimliğini oluşturma ihtiyacını duyamayacak, bunun için harekete geçemeyecek ve nihai olarak da bireyselleşemeyecek! 
          Bu, bir aşama...  Ne var ki herkes ille de bu aşamadan geçecek diye bir şart yok... Buna karşılık böyle bir aşamadan geçmeyen, geçemeyen insanlar galiba özgün, bireysel kimlikler oluşturamıyorlar. Onlar, içine doğmuş oldukları aileden pek uzaklaşmadan/uzaklaşamadan, topluluk kimliğinin dışına pek çıkmadan/çıkamadan tamamlıyorlar ömürlerini. Bu, kötü birşey değil... Böyle de yaşanır ve yaşanıyor. Yalnız Türkiye'de değil, dünyanın birçok yerinde...
          Bir cesaret sözkonusu aşamaya girmeyi göze alanlar ise, ilk önce  hayli dertli bir süreç yaşıyorlar. Esasında hem şahsen kendileri yaşıyorlar o süreci hem de ebeveynlerine yaşatıyorlar. Asilik dönemi... Kendini beğenmişlik dönemi... Anne-babayı küçümseme... Tabii bu da birçokları gibi bir dönem ve bunun da aşılması sözkonusu, ancak bunu da aşan var, aşamayan var... O aşamada takılı kalanlar bir tür insanlar oluyorlar, o aşamayı da geçenler ise bambaşka bir tür... Hayat esas itibariyle  zaten her anlamda "çok çeşitlilik" üstüne kurulu... İnsanlar ve davranışlar da öyle; türlü türlü, çok çeşitli... 
          Benim gördüğüm, o aşamaya hiç girmeyenler nasıl aileden kopmuyor/kopamıyorsa, isyan dönemini atlatamayanlar da, bunun aksine, aileden, hatta toplumdan bütün bütüne kopabiliyorlar. İsyan dönemini atlatmayı başaranlar ise, aileyle ve toplumla yeniden, ama bu defa şahsi kimliklerini kazanmış olarak ilişki kurma şansına sahip oluyorlar. Böyle bir şans var, ama bu şanstan nasıl yararlanılacağı da yine şahsi tercihlere bağlı oluyor. Sonuç: ortak özellikler ve ortak sınırlar elbette var ama, ayrıntıda, kimse kimseye ve kimsenin hayatı kimseninkine benzemiyor.   
           Herneyse, yıllar sonra, durup dururken ben nasıl oldu da kurdum o bağlantıyı acaba; yani, "S" harfi ile "surveillance" kelimesi arasındaki bağlantıyı diyorum. Galiba insan zihni böyle birşey işte... Birşeye taktınız mı takıyorsunuz. Önemli, önemsiz... Sonra çoğu zaman farkına bile varmadan o konuyla ilgili küçük bilgi kırıntıları, küçük veriler topluyorsunuz. Bunlar birikiyor, birikiyor ve birikim belli bir düzeyi aşınca "Bom!" bir anda bir yorum oluşuyor zihninizin derinliklerinde. Bir aydınlanma anı yaşıyor ve  dolayısıyla bir kanaat ediniyorsunuz. Edindiğiniz bu kanaat doğru mu, yanlış mı; pek de bilmeden... Bilmiyorsunuz ama, ondan sonra, kanaatinizi, genel olarak, mutlak doğru kabul ediyorsunuz. Tuhaf, değil mi?  
          İhtilal'den sonra babam, aniden İstanbul'a tayin edildi.  Bu defa Rami'deki 66. Tümen'in kurmay başkanı olarak... Tümen komutanı Faruk Güventürk idi.  "27 Mayıs İhtilali!.." O zaman öyle deniyordu. Çok geçmeden 27 Mayıs  günü resmen tatil ilan edilecek,  yıllarca da öyle kalacaktı. Fikrimi sorarsanız, doğrusu "ihtilal" değil ve fakat "darbe..."  Yetkili birileri  de bu fikrimi paylaşıyor olmalı ki, bir başka darbenin ardından, 27 Mayıs günü tatil olmaktan çıkartılıverdi! 

               Annem Enise H. Öcal ve babam Cemal Öcal, Küçük Çekmece askeri kampı, 1962 yazı .       
           
          Benim gözümde bir yandan tuhaf bir biçimde eğlenceli, bir yandan da fevkalade korkulu, karanlık dehşet günleriydi o günler. Menderes ve arkadaşlarıyla ilgili dedikodular sürüp gitmekteydi. Yok, üniversite öğrencilerini toplamışlar da hepsini öldürüp kıyma makinalarından geçirmişler, yok devlet hazinesini öyle bir soymuşlar ki geride zırnık kalmamış, yok şu, yok bu! Menderes ve arkadaşları çok tatsız işler çevirmişlerdi çevirmesine; 6-7 Eylül 1955 Olayları yeterdi. Devlet radyosundan her gün gümbür gümbür yayınlanan o Vatan Cephesi listelerinin yarattığı terör yeterdi! Neye yeterdi? İdam edilmelerine değil elbette, seçimle devrilip gitmelerine... Ben öyle düşünüyorum.
          Ne var ki, bir askeri müdahaleyle işler altüst oluvermişti işte! Artık devlet radyosundan  gümbür gümbür yayınlanan Yassıada duruşmalarıydı. O da bir tuhaftı; savcı ile mahkeme başkanın sesleri, hatırladığım kadarıyla, gür olmasına pek gürdü ama, Menderes'e ile öteki hükümet üyelerine ithaf edilen suçlar genellikle pek yufkaydı. Kıyma makinasına atılan gençlerin izi, her nasılsa bulunamamıştı. Devlet hazinesinden kaldırılan tonla paranın izi de... 6-7 Eylül Olayları gündeme gelmişse de, olaylar çok şahsileştirilerek gelmişti. Böylece bir yıl olmadan onbeş kişi için idam kararı çıkacak ve nihai olarak üç adam,  yok "Bebek Davası," yok "Köpek Davası" gibisinden suçlamalar yüzünden idam edilivereceklerdi. Üç insan!.. İnanılmaz birşeydi. Hayatımın önemli şoklarından biri de bu oldu. Albert Camus'un "İdam" adlı eserini hemen bu olayları izleyen yıllarda okudum. Ömrüm boyunca da etkisi altında kaldım. O gün bugün, gerekçesi ne olursa olsun idama karşıyım. 
          Babam çok çalışıyordu. Çok yorgundu. Demokrat Parti'nin eylemlerine külliyen karşı olduğu halde, anladığım kadarıyla gelişmeler yüzünden üzgündü de... Silahlı Kuvvetler'in içindeki bölünmelerden ve siyasete bu ölçüde karışılmasından  rahatsız oluyordu besbelli.  Bu konuları o sıra henüz dokuz-on yaşında olan benimle veya benim bulunduğum mekanlarda tartışıyor değildi elbette. Bunlar, sonradan yaptığım çıkarsamalar... Gerçekler ve yine sonradan babamla yapmış olduğumuz kimi konuşmalar da, çıkarsamalarımı destekler nitelikte olacaktı. Nitekim, bir takım üst rütbeli subaylar tarafından hazırlanmış, imzalanmış ve o yıllarda yayınlanmış olan, Silahlı Kuvvetler'in siyasetten bir an önce çekilmesi gerektiği doğrultusundaki bir bildirge veya dilekçede babamın da imzası vardı. Şunu da vurgulamam gerek: babam ne Türkeş'in de dahil olduğu Ondörtler'dendi ne de Madanoğlu ekibinden; bu, galiba yirmi yedi kişilik bambaşka bir gruptu. Sözkonusu metni  epeyce bir zaman önce internet vasıtasıyla buldum, ama büyük bir akılsızlık ederek, bilgisayarıma indirip basmadım. Şimdi izini bile bulamıyorum. 
          66. Tümen Rami'deydi, buna rağmen annemle babam bu sefer Maçka'da bir apartmanın dördüncü katını kiralamışlardı. Herhalde, sağlığı iyice bozulmuş olan annemin işine yakın olsun diye... Babamın rütbesi artık albaydı zannediyorum ve tümenin kurmaybaşkanı olduğu için o, uzak da olsa, işine ciple gidip gelebiliyordu. Hani o koyu yeşil/haki boyalı, üst kısmı bezden, biraz entipüften, bol üfürmeli askeri jiplerden biriyle...  
          Babamın Lüleburgaz'dan önceki görev yeri de İstanbul'du.  O zaman rütbesi yüzbaşıydı herhalde, belki de binbaşı... Kazlıçeşme'deki alayda görevli olduğunu hatırlıyorum, ancak oradaki sıfatının ne olduğunu çıkartamıyorum. O sıra çok küçüktüm. Babam Kazlıçeşme'de çalışıyordu; annemse Halkalı'daki Kız Sanat Okulu'nun öğretmenlerindendi. Annem daha sonra, yanlış hatırlamıyorsam eğer, Bakırköy'deki Kız sanat Okulu'na tayin edilmişti. O dönemin başında annemle babam, Yeşilköy-Yeşilyurt arasındaki bir köşkün bodrum katını kiralamışlardı. Köşkün sahibi Polatlılı Hakkı Bey Amca'ydı. Eşine de Nimet Hanım Teyze derdim. O zaman büyüklere öyle hitap edilirdi: Nimet Teyze, değil Nimet Hanım Teyze;  Hakkı Amca  değil, Hakkı Bey Amca... Zengin insanlardı... Eski para... Hakkı Bey Amca'nın Polatlı'da bir un fabrikası vardı. Hakkı Bey Amca ölene kadar, daha doğrusu, vasiyeti olduğundan, ölümünü izleyen yıllarda da fabrika kapanana kadar, yurtdışında değilsek eğer nerede olursak olalım yıllık bir çuval unumuz oradan geldi. Bilmiyorum, annem nasıl muhafaza ediyordu o unu. Un dediğin hemencecik kurtlanır. Belki de o da konu komşuya dağıtıyordu.
          Yaşça epeyce büyük oldukları halde Hakkı Bey Amca ile Nimet Hanım Teyze annemle ve babamla çok iyi ahbap olmuşlardı.  Ahbaptan da öte; neredeyse aileden sayılıyorduk. Onlarda, iki tarafta da aile çok genişti; bizimse büyük dayımlar dışında kimsemiz yoktu.  Vardı da yoktu. Çoğuyla görüşmüyorduk;  iki taraftan tek tük görüştüklerimiz ise çok uzaktaydılar. Ev sahiplerimizin iki çocuğu vardı. Filiz ile Namık... İkisi de benden epeyce büyüktüler. Yanlış hatırlamıyorsam eğer, İran'a giderken  Haydarpaşa Garı'na bizi uğurlamaya gelenler arasında onlar da vardı ve İvo Andriç'in Drina Köprüsü adlı eserini de bana Namık Abi hediye etmişti. Nimet Hanım Teyze'nin kızkardeşi İffet hanım Teyze Şair Nigar'ın oğlu Füsun Bey'le evliydi ve o çiftin de iki çocuğu vardı: Şermin ile Osman... Osman benden küçüktü. Köşkün bahçesinde onlarla çok oynardık. Osman'ın dili dönmediği için bana "Bahar" yerine "Bata Bata" dermiş. A'ları sevimli bir şekilde uzatarak... Bütün aile yıllarca beni öyle çağırdı. Bana hoş gelirdi. Geçtiğimiz yıllarda bunu bir arkadaşıma anlattım. Çok sinirlendi. Niyeyse, "Bata Bata"nın kaba bir isim olduğunu düşündü. Değildi oysa... Herkes bebek Osman gibi, yumuşatarak telaffuz ediyordu o ismi... Sonra da unutuldu gitti. Daha doğrusu İffet Hanım Teyze dışında herkes unuttu. O, ölene kadar bana "Bata Bata" dedi. 
           Annemin son oturduğu evde, Nimet Hanım Teyze ile İffet Hanım Teyze birbirlerinin peşisıra rahmetli olmazdan evvel bir çay partisi düzenledik. Annemin arzusuyla... Filiz Abla Ankara'dan gelmiş; o da geldi. Gelirken anneme, sade ama şık, koyu mavi bir kristal vazo getirmiş hediye olarak... O partide annemin bilumum gümüşlerini ve kıymetli porselenlerini ve kristallerini ve Şam işi masa örtüleriyle peçetelerini filan kullanarak krallara, kraliçelere layık bir çay sofrası donattım. Çayla birlikte ikram edeceğimiz kurabiyeleri filan Kadıköy Baylan'dan almıştım. Böylece gümüşler ve porselenler ve kristaller ve kıymetli örtüler son bir defa daha bir işe yaramış oldular. Çok güzel bir zaman geçirdik. Çok keyifli yedik ve içtik. Hizmeti tabii ben yaptım. O sıra sağlığım yerindeydi. Hiç yorulmadım. Annem de pek iftihar etti benimle, pek gururlandı. Öyle zannediyorum. Ben annem için böyle şeyler yapmazdım pek. Annemse bana katiyen iltifat etmez, beni yüzüme karşı asla methetmezdi. Hiçbir yaptığımı doğrulamamıştır ama, ara sıra arkamdan çok övünürmüş. Anneciğim, kuşum...Kuş gibi kalmıştı son yıllarında... Minicikti.
         Bu arada, bu "hanım teyze," ve "bey amca" muhabbeti kimilerini yanıltabilir. Aslında o ailenin bütün fertleri fevkalade Avrupai insanlardı. O zamanlar öyle denirdi: Avrupai... Modern giyinirler, modern evlerde yaşarlar ve sık sık Avrupa'ya gidip gelirlerdi. Bir tek Nimet Hanım Teyze, o da son yıllarında, aileye hep biraz uzak duran üvey ablasının etkisiyle, kendini tamamen dine verdi ama, o bile o Avrupai havasını asla yitirmedi.   
        Nimet Hanım Teyze'nin  Zincirlikuyu'daki aile mezarlığında son bulan cenaze töreninde gözyaşlarımı tutmam mümkün olamadı.  Sıralı bir ölümdü; ağlamam ona değildi. Döktüğüm gözyaşları, kapanan ve asla geri gelmeyecek  bir devir içindi. Hava soğuk ve yağışlıydı. Gömü işi bittikten sonra ailenin kalan üyeleriyle vedalaşıp anneannemin mezarına bakındım; o da hemen oracıktaydı. Yıllardan beri annem ile benden başka kimsenin ilgilenmediği o  yapayalnız mezar... Nurhan'cığım, birkaç hafta önce ziyaretime geldiğinde, istediğim yiyeceklerle birlikte anneannemin siyah-beyaz bir fotoğrafını da getirdi. Sağolsun, yalnızca fotoğrafı elindeki bir kopyadan çoğaltmak için değil, aynı zamanda  ona uygun bir çerçeve bulmak için de epeyce zahmete girmiş. Vanlı olan ve okuma-yazma dahi bilmeyen, ama yine de hep bir hanımefendi olarak yaşayan anneannem, muhtemelen annemin yaratısı olan fevkalade şık, tüllü Avrupai şapkası başında ve ipek emprime elbisesi sırtında, hüzünle yüzüme bakıyor. Fotoğraf en az altmış-yetmiş yıllık... Bir araba kazası sonucu öldüğünde elli sekiz yaşındaydı anneannem. Yıl, yanılmıyorsam yine 1962... Annem perişan olmuştu.
           Annemin gümüşlerinin bir kısmı şimdi bende... Gümüş severim,  kıymetli örtüleri severim ve hatta kristal ile porselen de... Ama ben kendime bunların iyisini hiç alamadım. Param olmadığından değil; hayatım öyle gelişmediğinden. Nitekim camlı bir vitrinim hala yok ve evin  çeşitli yerlerinde sergilediğim halde, annemin güzelim gümüşleri kimsenin dikkatini çekmiyorlar! Olsun! Ben ara sıra başımı kaldırıp ya birine ya ötekine bakıyor ve baktıkça hem annemi anıyor hem mutlu oluyorum ya, o yeter!
          Filiz Abla'nın o gün anneme getirmiş olduğu koyu mavi kristal vazo da kütüphanemin bir rafında duruyor. Altındaki ve üstündeki  raflarda, Murathan Mungan'ın hediye etmiş olduğu aynı renk ama sade cam üfleme vazo, benim Kapalıçarşı Nuruosmaniye çıkışındaki Lambacı Muhtar'dan vaktiyle satın almış olduğum yine aynı renk porselen  gaz lambası haznesi, Ayvalık'taki camcıdan Pınar'a ev hediyesi alırken dükkan sahibinin hediye ettiği, yine koyu mavi ve zannediyorum yine el işi şarap kadehi ile kendi kendime bir yaşgünümde hediye etmiş olduğum ve elbisesi ötekilerle tıpatıp aynı renk olan cadı figürü var... En tepede ise Koray'ın açık mavi Murano camları: bir başka ve daha büyükçe bir lamba haznesi, bir kristal vazo ile teki kalmış kristal küllük... Hepsi de gözüme çok güzel görünüyorlar. Anısı ve belli bir estetiği olan herşeyi çok severim zaten ben. 
           İstanbul'daki o ilk dönemde, Nimet Hanım Teyze ve Hakkı Bey Amca'yla çok yakınlaşmış olmamıza rağmen, bir süre sonra köşkün bodrum katından ayrılıp Bakırköy'e, savaş zengini Yaşar Bey'in apartmanında bir daireye taşınmıştık. Yaşar Bey, apartmana, sonundaki "bey" ekiyle birlikte kendi adını vermişti. Öyle zannediyorum ki köşkün bodrum katı fazla rutubetliydi ve  rutubetin azı bile anneme iyi gelmiyordu. Bakırköy'de bodrumdan bir üst kata terfi etmiştik. Bu daire zemin kattaydı. Arka taraftan bahçeye çıkılıyordu. Nişantaşı'ndaki gibi, apartmanlarla çevrili bir ortak bahçe... Bir tür park... Bakımlıydı. Rengarenk yıldız çiçeklerini ve gülleri  çok net hatırlıyorum. Yaşar Bey'in iki kızı ve bir oğlu vardı. Büyük kız Fatma, küçüğü İnci... Oğlanın adını hatırlamam mümkün değil... Yaşar Beyler'le de görüşüyorduk ama onlarla pek ahbap olmadık. Biraz görgüsüz, fazlaca düşüncesiz, çok övüngendiler. Nitekim Nimet Hanım Teyze ve Hakkı Bey Amca'yla ve hatta bütün aileyle dostluğumuz büyükler birer birer ölünceye kadar sürdü ama, Yaşar Beyler'i o apartmandan ayrıldıktan sonra hiç görmedik. Daha doğrusu şöyle oldu: Ben ortaokuldayken bir yaz tatilinde  galiba Ataköy sahilinde bir kere karşılaştık. Yaşar Bey servetini kaybetmiş ve ölmüştü. Çocukları  ile eşi, yeni duruma ayak uydurmuşlar, pek de umursamadan yaşayıp gidiyorlardı. 
          1960 İhtilali'nden hemen sonra, babamla aynı yaşta ve babam gibi albay olan ve o sıra İstabul'da görev yapan büyük dayım Necati İşçen, atamayla, İstanbul Emniyet Müdürü olmuştu. Öyle zannediyorum ki, Sadun Bil, Profesör Dr. Kemal Önen ve Doktor Orhan Eriş ile ilk arkadaş olan oydu. Babam bu ekibe, İstanbul'a geldikten sonra katılmıştı. Sadun Amca, ünlü gazeteci Hikmet Bil'in kardeşiydi. Hani şu 6-7 Eylül 1955 olaylarından sorumlu tutulan  ve daha olaylar sürerken kapatılmış olan, hayli şaibeli Kıbrıs Türktür Derneği'nin de genel başkanı olan Hikmet Bil... Sadun Amca'nın ise, Harbiye'de, cadde üstünde, o zamanlar Amerikan pazarı denen türde şık bir dükkanı vardı.  İş hayatında bazen batar, bazen çıkardı.  Ne var ki ailecek hep iyi yaşarlardı.  Eşinin adı Fıtnat'tı. İkisinin de ikinci evlilikleriydi zannediyorum. Fıtnat Teyze'nin ilk eşinden olma bir oğlu daha vardı: Doğan. Doğan bizlerden epeyce büyüktü. Kışın onu görmezdik pek; yazın Kandilli'deki yalının müştemilatında kalırdı. Biz oradayken pek ortaya çıkmazdı. Müştemilattan gitar sesleri duyduğumuz zaman anlardık ki oradadır. 
          Pınar ile Faruk karşılaştıktan sonra, Fıtnat Teyze, annemi telefonla birkaç kere aradı. Kandilli'deki güzelim yalı yıkılmış, yerine birkaç katlı yeni bir yalı inşa ediliyormuş. Sadun Amca rahmetli olduğundan beri Fıtnat Teyze o civarda bir yerde, Doğan'la birlikte oturmaktaymış. Annem de herhalde onu geri aramıştır.  Nazik bir insandı annem; böyle şeylere önem verirdi. Bir araya gelmeyi düşündüler, ama yapamadılar. Fıtnat Teyze torun bakıyordu (Faruk'un çocuğu), annemse artık sokağa pek zor çıkmaktaydı. 
          Kemal Amca ile Orhan Amca'ya gelince; onlar, Cerrahpaşa Hastanesi'nin ve Tıp Fakültesi'nin önemli isimlerindendiler. Kemal Amca o sıralar profesör olmuştu galiba. Babama en çok benzeyen ve babamla en iyi anlaşan oydu. Babam da, o da, ilke olarak ağırbaşlı, ciddi adamlardı. Kemal Amca'nın eşi kendisinden epeyce gençti. Nuran Abla... 
          Orhan Amca yalnızca asistandı.  Kendisine zorla başasistan sıfatı verilmişti ama o, doçentlikten profesörlüğe doğru giden yola girmemekte fevkalade kararlıydı. Çapkın olduğunu, içmeyi, alem yapmayı sevdiğini o zamanlar bile biliyordum. Ayla Algan'ın yakın akrabasıydı. Ayla Algan ile annem onun sayesinde tanışıyorlardı.  On yıl kadar önce bir gün annemi bir doktora götürmüştüm ki Ayla Hanım'la karşılaştık.  Yılda bir kez Fransa'dan İstanbul'a gelerek Nişantaşı'ndaki muayenehanesinde hastalarının dizine iğneler yapan ve o sayede onları, bir süreliğine olsun ağrısız-sızısız yürüten, galiba Lübnan ya da Ürdün asıllı, çok ünlü bir doktordu...  Ayla Hanım da annem gibi yürüme zorluğu çekiyormuş anlaşılan. Orada karşılaştılar ve eski günleri anarak sohbet ettiler. Laf aramızda, epeyce dedikodu da yaptılar.  Bilmediğim bir yığın şeyi öyle öğrendim.
          Birkaç yıl önce Yaşar, ricam üzerine beni  Nakkaştepe'nin oralarda bir yere götürüp bırakmıştı. Bir hayır işi için... Dar bir sokaktan geçerken bir baktım, mavi tabelada Dr. Orhan Eriş yazıyor. Sokağa adını vermişler. Öyle mutlu oldum ki!.. Şimdi Google haritalarında veya İstanbul Büyükşehir haritasında bu isimle bir sokak adı aradığımda, bulamıyorum. Ya Orhan Amca'nın soyadını yanlış hatırlıyorum ki, zannetmiyorum. Ya da sokak ismini değiştirmişler ki, malum, bizde bu, her dönemde çok yapılır. Sanki haritalar, cadde ve sokak isimleri insanların hayatını kolaylaştırması değil de zorlaştırması gereken  şeylermiş gibi...
          Hep birlikte çok hoş bir ekiptiler. Ehli keyif... Entelektüel... Espritüel.. Kemal Amca ile babam gibi Orhan Amca ile Necati dayım  da birbirlerine benziyorlardı. Sadun Amca iki tarafa da hem yakın hem uzaktı. Zaman zaman başkaları da katılırdı ekibe... Profesör Nazif Bağrıaçık onlardan biriydi; o zamanlar daha doçentti zannediyorum o. Başkaları da vardı. Eşler eh, bazıları ve zaman zaman... Babam o sıralar daha yanında annem olmadan hiçbir eğlenceye katılmama kararını almamıştı herhalde. Hatta tam tersi... Faruk Güventürk Paşa'yla birlikte hemen her gece bir davette oluyordu. Bu da annemi üzüyor ve kızdırıyordu. Öyle ki günün birinde babama güzel bir oyun oynadı ve sonra işler duruldu.  Belki o hikayeyi de bir gün anlatmam gerek...
         Değişik insanlardı bu yeni dostlar. Kimilerinin evine bazen eve icra geldiği de olurdu. Kadınlar üzülür, ağlardı. İcra gelmeden önce eşyalar evden kaçırılır ve oturulan görkemli kira evleri apar topar boşaltılır ve yine görkemli bir başka ev kiralanırdı. Galiba tamamı İstanbullu idiler... Çoğu iyi ailelerden geliyorlardı. Sonradan kavradığıma göre, bazılarının evliliği, açık evlilikmiş.  Erkekler eve gitmez ve daha çok garsoniyerlerinde geceler, kadınlarsa genç sevgilileriyle vakit geçirirlermiş. Herhalde o yüzden olsa gerek, sözünü ettiğim çekirdek kadroyla ilişkiler hep sürdüyse de,  diğerleriyle bizimkilerin ilişkisi, hiçbir zaman derinleşmedi. 
         Bu arada "hanım teyze," "bey amca" nitelemeleri de  ıskartaya çıkmış olmalı ki, biz de babamın ve annemin dostlarını artık "amca" veya "teyze" diye  tanımlar olmuştuk. Böyle bir modernleşme yaşamasına yaşamıştık ama, babamın, bundan bir karış öteye gidilmesine tahammülü yokmuş herhalde. Bir gün Necati dayım telefonla aradı ve dedi ki, 
           -"Akşam, Beyti'ye gidiyoruz. Kemal, Orhan, Sadun ve Nazif de gelecek. Babana haber ver." Sonra iyice sıkıladı:
          -"Sakın unutma, e mi! Kimlerin geleceğini de mutlaka söyle!"
          Beyti lokantası o sıralar çok gözde... Üstelik anne tarafından akraba da oluyoruz. Akrabalık şöyle; Beyti de anneannem gibi Van Türkmenleri'nden ve Ferit Melen'in de yakın akrabası... 
          Babam eve geldiğinde mesajı satır satırına tekrar ettim.
          -"Dayım aradı ve dedi ki: akşam Beyti'ye gidiyoruz. Kemal, Orhan, Sadun ve Nazif de gelecek."
          Beni gülümseyerek dinlemeye başlayan babamın, yüzü ikinci cümleye geçtiğimde değişti ve hiddetten adeta morardı. O güne kadar bana tek bir sert söz söylememiş olan, hatta annem bağırıp çağırırken, daima, sessizce, ama yerden birşeyler alıyormuş filan gibi yaparak fiilen araya giren, evin dışında dahi, en azından bizim de bulunduğumuz mekanlarda ve zamanlarda en ağır küfürü "densiz" olan o nazik, o kibar adam, ben daha cümleyi biteremeden kükredi:
          -"Ne diyorsun sen? Bu ne terbiyesizlik!"
        Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacak hale geldim. Ne terbiyesizliği? Hani, zaman zaman her çocuk gibi benim de terbiyesizleştiğim oluyordu elbette ama, burada nasıl bir terbiyesizlik yapmış olabilirdim ki? Sadece dayımın mesajını satırı satırına tekrarlamaya çalışıyordum.  Babam öfkeyle kapıyı vurup çıktı. Sonradan anlaşıldı ki meğer arkadaşlarının isimlerini, artlarına "amca" kelimesini eklemeden söylememe kızmış. Babacığım benim, canım!.. 
          Kemal Amca, babam öldükten sonra da uzun süre hayatımızda kaldı. Babamın ölümünden birkaç yıl sonra annem felç olduğunda, tedavisi için yine ondan yardım aldık.  Elinden geleni ardına koymadı tabii ve muhtemelen onun sayesinde annem Cerrahpaşa'da çok başarılı bir biçimde tedavi edilerek kısa sürede iyileşti. 80'li yılların ortasında hastaneler ve sağlık hizmetleri şimdiki gibi değildi. Hiç değildi. Böyle bir yardım alamasaydık eğer, annemi de erkenden kaybedebilirdik.
          Babamı kaybettikten sonra Sadun Amca da annem için elinden geleni yaptı. Bazen gelip annemi alıyor ve kızkardeşinin  görkemli evine götürüyordu. Hep birlikte oturup  manzaraya bakarak sohbet eder, çay içerlermiş. Bebek ya da Rumeli Hisarı'ndaydı zannediyorum o ev. Ben hiç gitmedim. Annem o gezintilerden, niyeyse, çok mutsuz dönüyordu. Neler olduğunu soruyordum. Anlattıkları hep hoş şeylerdi, ama o yine de mutsuzdu. Depresyondaydı annem. Yalnız hayat zor geliyordu. Çok zor...     
        Ben Sadun Amca'yı en son Ankara Garı'nda gördüm.  80'li yılların başlarında... Tesadüf bu ya, aynı yataklı trene binmek üzereydik. Ben Koray'la birlikteydim. Sadun Amca yalnızdı. Çok güzel iki köpeği zaptetmeye uğraşıyordu. Collier cinsi mi, kurt köpeği mi; tam hatırlamıyorum. Köpekler o kadar güzeldi ki, Pınar gibi büyük bir hayvansever olmadığım halde söylemeden edemedim. Bunun üzerine Sadun Amca dedi ki,
          -"İstersen birini sana vereyim." Verirdi. Son derece içtendi. Öyle bir adamdı o. Dünyanın en eli açık insanlarından biri... Cebinde beş kuruş olmasa da cömert... İnsansever, çocuksever, her zaman güleryüzlü... Hiçbir bayramı atlamazdı: hediyelerimizi bizzat getirir ve bırakıp giderdi. Noel ve paskalya filan da dahil hiçbir bayramı... Bir paskalya günü, siyah çikolatadan koskocaman bir tavşan getirmişti. Yiye yiye bitiremedik! O tavşanı ve lezzetini o sıra küçücük olan Pınar bile hatırlıyor. 
          Celal hayatımıza ne zaman girmişti? Galiba Sadun Amcalar Valideçeşme'deki o kocaman, siyah mermer sahanlıklı, iki merdivenli ve asansörlü apartmana taşındıktan sonra... Bir tür evlatlıktı sanıyorum. Ya da besleme... Öyle denirdi: "besleme." Ne kötü bir nitelemeymiş!  Genellik kız olurdu beslemeler, ama o erkekti işte. Ayak işlerini görüyor,  alışverişi filan yapıyor ve  bir ihtimal, en az Pınar  ve Kemal Amca'nın oğlu Haluk kadar yaramaz olan Faruk'la da ilgileniyordu. Evde başka hizmetliler de vardı ama, Celal'in yeri ötekilerden biraz farklıydı sanki. Düşündükçe öyle geliyor. Belki de yanılıyorum.
          Nereliydi, kimin, kimlerin çocuğuydu, nasıl olmuş da kendini Sadun Amcalar'ın evinde bulmuştu? Bunları bilmiyorum. Yıllar sonra çalıştığım reklam ajansında karşılaştığımızda, kendisini tanıyamadığım için sonradan da asla öğrenemedim. Faruk da bilmiyordu. 
          Ben onu tanıyamamıştım, ama acaba Celal beni tanımış mıydı? Bunu da bilmiyorum. Ben, yükselmekte olan bir müşteri temsilcisiydim orada. O ise patronun, nasıl demeli, bir tür valesi, kahyası.. Yemeğini yapıyor, üstü başıyla ilgileniyor, özel işlerini hallediyor filan... Arada boş vakit bulduğunda bizim işlerimize de bakıyordu. Özel işlerimize değil tabii... O ajansta biz, müşterilerimizi genellikle dışarıda, lüks lokantalarda ağırlardık. Ajans içinde  yapılan toplantılarda da o lüks lokantalar düzeyinde bir servis sunmak zorundaydık. Celal bu noktada işe yarıyordu. Bilmiyorum, ben ona sempati duyduğum ve hep hoş tuttuğum için mi, yoksa hatırladığı veya hatırlamadığı ama benim gibi izini taşıdığı ortak geçmişimiz sayesinde mi; bana verdiği servis fevkalade oluyordu. Ben bir şey istediğimde Celal'in yapmaması sözkonusu değildi. İstediğim ne olursa olsun! Istakoz mu istedim, Celal anında bulup getiriyordu. Masanın üstüne orkide saksıları konmasını mı arzuluyorum; keza... Türkiye'de hiç bulunmayan bir çay mı, kalite bir şarap mı, şampanya mı ısmarladım; ne yapıp ediyor ve istediğim  çay ya da şarap markasının servis masasında olmasını sağlıyordu. Hatta patron izin verirse, servisi de kendisi yapıyordu.
         Ben o zamanlar bunları herkes için ve benzer biçimde yaptığını zannediyordum. Bir gün patronuma dedim ki,
          -"Çok şanslıyız biz; çünkü burada Celal gibi biri var."
          Şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
          -"Ne şansı?"
          -"Celal," dedim, "Çok iyi iş çıkartıyor. Yemeği iyi, servisi iyi, neyi nerede bulacağını çok iyi biliyor. Sizce de öyle değil mi?"
           -"Yok canım, ne münasebet!"
          Biraz durdu ve sonra ekledi:
           -"Hiç sevmiyorum ben o herifi! Beş para etmez!"
       Hem yüreğim cız etti hem hayrete düştüm. Bir süre  ne diyeceğimi bilemedim. "Beş para etmezse, ne diye çalıştırıyorsun yanında adamı?" diyemedim. Biraz efemine bir duruşu vardı Celal'in. Patronuma baktım. "Herhalde bu da bir yığın erkek gibi homofobik," diye düşündüm. "O yüzden böyle konuşuyor olsa gerek. Yoksa Celal'in işini beğenmemek ne mümkün..." Sonra,
          -"Ben seviyorum," dedim.
         Gerçi o uluslararası reklam ajansının tarihinde  galiba ilk  ve muhtemelen son defa,  sırf ödüllendirmek amacıyla beni, bir metin yazarıyla birlikte, üç aylığına, Milano'daki  şubeye göndermişti ama, itiraf etmek gerekirse, çok da iyi anlaştığım biri değildi patronum. Bu konuşmadan kısa bir süre sonra bir yığın  tatsız olay oldu ve  işten ayrıldım. Doğrusu bu ya, tatsız olayların bir kısmından o sorumluysa, bir kısmından da ben sorumluydum. 
           İşte böyle... Bu hikayenin en can alıcı yanı, galiba tarihler... Celal'le ilk karşılaştığımız yıl 1962... Son çalıştığım reklam ajansına girdiğim ve Celal'le, bu defa tek başıma ilk karşılaştığım ve  kendisini tanıyamadığım için geçmişteki bağlantıyı da kuramadığım yıl 1985... Aradan tam yirmi üç yıl geçmiş... Pınar'ın Faruk'la karşılaştığı ve hep birlikte benim evde kahvaltı edip fotoğraftan ve Celal'den de bahsettiğimiz yıl ya 2001 ya 2002... Yani bu defa da aradan en az on altı- on yedi yıl geçmiş... Benim o Celal'in öteki Celal olduğunu anladığım yıl ise, herhalde 2003... Gel de bütün bunlara şaşma!  
         Şimdi, jetonumun nihayet düştüğü o günden de sekiz yıl sonra bu hikayeyi burada niye anlattım; esasında en ufak bir fikrim yok!.. Sadece, acaba diyorum, gitmezden evvel, hayatımdaki açık uçları kapatma telaşı mı bu; yoksa, ben gidince bu anılar da tamamen yok olacaklar ve annemle babam başta, hikayede adı geçen, çoğu zaten rahmetli olmuş insanlar bir parça daha ölecekler diye mi dertleniyorum, nedir? Halbuki biliyorum: evren ve zaman, hele bunların ötesi öyle uçsuz ve öyle bucaksız ki, ne ben ne onlar ne de anılar, göze görünmez bir toz zerresinden fazla bir ağırlık taşıyor bu akıllara sığmayan sahnede. Biliyorum bunu; bilmiyor muyum?  

4 Ağustos 2011 Perşembe

AKILLI MOLEKÜLLER, HARİKA DOKTORLAR, CAN DOSTLAR VE HAYAT

Kemoterapiyle işim bitti. Artık kemoterapi görmeyeceğim. Yani galiba... En azından şimdiki tümörler için... Sonrasını bilmiyorum. Aslında bunu Mehmet Bey'e sormalıyım: kemoterapiyle ilişkim tamamen mi kesildi, ömür boyu mu; yoksa  sadece şimdilik mi? 
      Bir açıdan bakıldığında iyi haber sayılabilir tabii bu... Kemoterapiyle işimin bitmesinden bahsediyorum. Başka bir açıdan bakıldığında ise haberler çok da iyi sayılmaz. 22 Temmuz'da çekilen tomografiye bakılırsa, fazlasıyla acılı geçen şu son üç kemoterapi kürüne rağmen tümörlerim küçülmemiş; hatta biraz da büyümüşler! Yani burada yarısı dolu, yarısı boş bir bardak hikayesi yok! Bardak hala boş! Yine de bakış açısı  muhtelif... Mamafih bakış açısı meselesini asla küçüksememek gerek... Çok sıkıntılı ve şahsi çabayla işin içinden çıkılamayacağı anlaşılan durumlarda bile ben genellikle şöyle düşünürüm: "Ben ne yaparsam yapayım, hayat yine kendi bildiği gibi sürüp gidiyor işte. O öylece sürüp giderken  benim yapabileceğim, olan bitene, ya ağlayarak bakmak ya da gülerek! Anlaşılan kullanabileceğim tek tercih de zaten bu! Buyrunuz, tercihinizi yapınız efendim!" Bunu düşünmesine düşünürüm ve çoğu zaman gülmeyi tercih ederim de, her zaman değil... Her zaman olmuyor. İstesem de olmuyor.           
          Mehmet Bey'le randevum Temmuz'un 21'indeydi. Yine bir Perşembe günü... Leyla'cığım da ne zamandır hastaneye giderken bana refakat etmek istiyordu, ama ya seyahatte olduğundan ya meşgul olduğundan bu isteğini bir türlü gerçekleştiremiyorduk. Bu defa becerdik. Hastanenin kafesinde buluştuk. Birer çay içtik ve  ardından yukarı çıktık. Mehmet Bey de blogumu okumuş. Biz odasına girdikten ve yerlerimizi aldıktan hemen sonra, eksik olmasın, cep telefonunun numarasını yazıp elime tutuşturdu. Artık "Onkoloğuma ulaşamıyorum," diye ağlaşamayacağım yani; çünkü artık onkoloğumun cep telefonu da cep telefonuma kayıtlı... 
           Biraz sohbet ettik. Mehmet Bey her zamanki gibi şakacıydı ve Leyla'yı da gözünden yaş gelinceye kadar güldürdü. Benim bazen fazlasıyla yüksek perdeden çıkıveren kahkahalarımsa, bir defa daha bir hastannenin duvarlarında yankılanmış oldu. Mehmet Bey'i görünce iyileşiyorum galiba. Keza Erkan'ı her gördüğümde  de iyileşiyorum. Ilgaz'ı görünce de iyileşirdim.  Bir keresinde Erkan, Siyami Ersek'te beni ziyarete gelmişti. Bunu duyan Ilgaz da odaya uğradı. Biri oturuyor, biri ayakta; bense yatakta yatmaktayım. Onlar konuşuyor, ben susmuş dinliyorum. Birden gözlerim kamaştı... Tuhaf bir hisse kapıldım. Sanki bir mağaradaydık ve sanki o mağaranın duvarlarına kehribar rengi ve koyu yeşil kıymetli taşlar gömülüydü. Mağara bir yerlerden ışık alıyordu ve taş duvarlar ışıl ışıl yanıyordu.  Ciddi söylüyorum. Tıpatıp böyle oldu. Kısa bir an için böyle bir yanılsama yaşadım. Tuhaf bir olaydı... Hani, böyle şeyleri sık yaşayan, ruhani biri olsam iyi de; değilim ki!.. Tuhaflık esas orada!.. Kehribar rengi ve koyu yeşil o ışıklar zaman zaman hala gözümün önüne geliyor. Gelince de hala kendimi iyi hissediyorum. ve hala "Nasıl bir olaydı o öyle?" diye şaşırıyorum. 
           Annem derdi ; çocukken de sevdiğimiz doktoru görür görmez iyileşirmişiz  biz; hatta daha görmeden, adını duyar duymaz, gelip bizi göreceğini öğrenir öğrenmez... Hem ben hem de Pınar...  Ben de hatırlıyorum. Profesör  Dr. Kemal Önen babamın yakın arkadaşıydı. Çok da iyi bir dosttu doğrusu. Özellikle babam görev nedeniyle uzaktayken, ateşimiz başa çıkılamayacak kadar yükseldiğinde veya açıklanamaz, şiddetli ağrılarımız-sızılarımız filan olduğunda, annem ne yapsın, akıl danışmak için onu arar ve o da telefonla akıl vermek yerine, sanki ünlü bir nefroloji uzmanı değil de aile hekimiymiş gibi koşar gelirdi. İşin komiği, Kemal Amca'nın yola çıktığını duyar duymaz ikimizin ateşinin de düşmesi; ağrılarımızın  filan da geçivermesiydi. Bu durum annemi biraz utandırıyordu haliyle. Koskoca profesörü, aspirinle halledilebilecek bir ateş, olmayan ağrılar ve sızılar için ayağına çağırmış gibi hissediyordu kendini. O gidince bize hafiften çıkışıyordu. Çıkışıyordu ama, bizim de yapabileceğimiz birşey yoktu.  Annem de bunu biliyordu. 
        Bir ara Voltaire'in bir sözüne takmıştım: "Tıp sanatı, doğa hastalığını iyileştirinceye kadar hastayı eğlendirerek oyalamaktan ibarettir," mealinde birşey... Bana çoğu zaman çok doğru gelmiştir bu söz! İşin içine teknolojinin yoğun olarak girdiği çağımızda bile hala kısmen de olsa geçerli olduğunu düşünüyorum. Bazen öyle doktorlarla karşılaşıyor ki insan, onlarla konuşmak bile istemiyor. Zaten onlar da sizinle konuşmuyorlar. Başlarını öne eğip verilerinizi inceliyor ve sizi işe hiç katmadan hakkınızda bir hüküm veriyorlar. Öylelerinin karşısında zavallı bedenimi, birbiriyle alakasız parçalardan oluşan bir makina gibi hissediyorum. Hatırlamak bile istemediğim kötü bir his bu... O doktorları bir daha görmüyorum zaten. Esasında, özellikle son yedi-sekiz yılda kendime iyi bakar olmuştum ben. Sırf o türden doktorlarla muhatap olmayayım diye... İyi bakar ve pek de hastalanmaz olmuştum, ta ki kanser yakama yapışana kadar! Neyse ki şimdi mucizeler zamanındayım. Küçük aksilikler de hala var ama, dönemin asıl belirleyicisi yine de küçük mucizeler!.. Hala öyle... İyi ki öyle!
           Mehmet Bey tomografi istedi ve ayrıntılı kan tahlilleri... Leyla'yla çıktık, önce  3. bodrum kata inip tomografi randevusunu aldık. Hemen ertesi güne verdiler. Saat 12'de tomografiye gireceğim. Altı saat öncesinden itibaren hiçbir şey yememem gerek... İki saat öncesinden hastanede olacağım ki, elime tutuşturacakları 1,5 litre ilacı yavaş yavaş içebileyim.  Tamam! Bu işi hallettikten sonra 1. kattaki kan birimine gittik. Damar yolu açılırken genel olarak fazla hırpalandığım için, son zamanlarda en korktuğum işlemlerden biri kan vermek...  Zatan sağ kolumda bir damar, bir buçuk ay önce yapılmış olan kemoterapi yüzünden  hala sert ve o kısımdaki deri kösele renginde... Solda ise, üç hafta önceki kemoterapi sırasında deri altına kaçmış olan ilaç var... Orada da deri yine kösele rengi... Üstelik içinde küçük yanıklar belirip kayboluyor. Niye oluyorsa, ara sıra çok canım yanıyor o ilaç yüzünden... Hala hem acısı var hem ağrısı... Acısı yanık acısı gibi... Giderek hafiflese de hep orada... Ağrısı  ise ya sinir ağrısı ya da kemik... Sanki deri altına kaçmış olan kimyasallar ara sıra gidip bir sinirle ya da kemikle temas ediyorlar. İnsanı bağırtacak bir ağrı... Kemoterapide olabileceğinden en çok endişe ettikleri şey buymuş meğer. Neyse ki Mehmet Bey, ilacın yayılmasının durmuş olduğunu söyledi ve iki merhem yazdı.  Akşamüstü Kuzguncuk'a gidip onları da alacağım. (Merhemleri aldım. Ağrılar ve sancılar ondan sonra epeyce hafifledi, yanıklar geçti, ama bileğimdeki kösele rengi o koskoca leke biraz solmuş olsa da duruyor.)
           Serviste beni, yani damarlarımın hassasiyetini hatırlayan bir hemşire hanım vardı. Ertesi gün tomografi de yaptıracağımı öğrenince, ilk iş, "İsterseniz yarın alalım kanı; böylelikle tek bir kere damar yolu açmış olur ve sizi fazla hırpalamayız," dedi... İnceliğe bakar mısınız?  İlgisi gözlerimi yaşarmadı desem yalan olacak. Haklıydı, ama, aşağıda sıkı sıkıya tembihlemişlerdi beni. Kreatinin değerlerim çok önemliydi. O konuda bilgi sahibi olmazlarsa eğer, tomografi çekimi zora girecekti. O yüzden bugün kan vermem gerekiyordu ki sonuçlar ertesi gün saat 10'da hazır olsun. Hemşire hanım bunları duyunca fazla uzatmadı ve damar yolumu ustalıkla açtı. Kanı verdim ve hastaneden çıktık. Daha önceden karar vermiştik: Moda İskelesi'ne gideceğiz; bizden haber bekleyen Hayriye de evinden çıkıp oraya gelecek ve hep birlikte bir öğle yemeği yiyeceğiz.
          Dediğimizi yaptık. Hayriye biraz geç geldi, ama olsun. Üçümüz birlikte yine çok güzel vakit geçirdik. Küçük bir bulut dışında keyfimizi kaçıran hiçbir şey olmadı. Küçük bulut da şuydu: Bu kemoterapiler sırasında içki içemiyorum. Hani zaten artık fazla bir içki tüketimim yok ama, yasak ya, epeydir canım istiyor. Niyetim orada, denize ve adalara karşı buz gibi bir bira içmekti. Leyla da  keyifle bana katılacaktı. Garsona bunu söylediğimizde, "Burada bira servisi yok!" cevabını aldık. Meğer, işletme Büyükşehir Belediyesi'ne geçmiş ve içki servisi kalkmış. Benim haberim yok!.. Olaylar çıkmış, itirazlar filan edilmiş ama, durum bu: Moda İskelesi'nde artık içki servisi yapılmıyor! Buna çok içerledim. Doğrusu bu ya; bu şekilde terbiye edilmekten hoşlanmıyorum. Herhalde bir daha Moda İskele'ye adım atmayacağım. Zaten yemekler de çok kaliteli değildi ve fiyat, içkisiz bir lokanta için fazla yüksekti.
           O gün sokağa çıkarken elimden geldiğince giyinip süslenmiş, hatta hafif makyaj da yapmıştım.  Elimden geldiğince diyorum; çünkü neredeyse iki yıldır alışveriş yapamıyorum.  Herşeyim eskidi. Eski giymeyi severim de, araya birkaç yeni de katmak lazım tabii...  O olmuyor. Üstelik durmadan kilo alıp veriyorum. Kemoterapi sırasında kilolarım artmasa, şişkinliğim artıyor. Ya içtiğim kilolarca su ya da kortizon yüzünden... Malum, artık saçım da yok... Peruk kullanamıyorum. Zaten gidip peruk alacak gücü de bulamıyorum.  Peruk nerede satılır; onu bile bilmem ki ben. Ama şapkalarım var...  Güzel şapkalarım... Yaz şapkalarım ve kış şapkalarım... Zaten çok kullanırdım; şimdi de kelliğimi gizleyemeseler bile, hiç olmazsa bakımsız görünmememi sağlıyorlar diye kendimi avutuyorum. 
           Ertesi gün erken kalktım. Böyle günlerde gerginlikten gözümü uyku tutmuyor zaten.  İlk iş internete girip kan raporumun sonuçlarına baktım. Acıbadem Hastanesi böyle bir imkan sağlıyor. Hasta ve rapor numaranızı yazdınız mı, raporlarınıza evden de bakabiliyorsunuz. Değerler beklediğim kadar kötü değil, ama iyi de değil... Birkaç birşey var ki, insanı ürkütüyor... Mesela günde ille tüketmem gereken o üç litre sıvıyı inatla tükettiğim halde kreatinin ve üre değerlerimin de inatla yüksek çıkması gibi şeyler... Bilgisayarı can sıkıntısıyla kapattım. 
          Günlük beden temizliğimi filan yapmaya başladım. Demek ki o sırada aynaya hiç bakmamışım. Sonra bir başımı kaldırdım ki, a, bir de ne göreyim: sol gözümün üstü mosmor çürümüş... Mosmor ve koskoca bir leke... Sanki gece birisi bana bir yumruk atmış; öyle birşey!.. Gözlerime inanamadım! Bu ne böyle? İşte o zaman korktum. Akciğer ameliyatından, metastazdan korkmamış olan ben, o mor göz kapağını görünce korktum.  Makyaj filan yapmadan giyindim ve apar topar kendimi hastaneye attım.  Tomografi için Leyla'yla saat 10'da 3. bodrum katında buluşacaktık, ama ben doğruca Mehmet Bey'in katına çıktım. Aradan girip gözümü ve kan raporumu göstereceğim. Dışarıda bir yerdeymiş herhalde. Az sonra geldi ve beni gördü. Hemen odasına kabul etti ve tabii hem gözüm ün üstündeki morarma hem kan değerlerim konusunda anında içimi rahatlattı. Onun "Korkacak birşey yok!" demesi bile yetiyor. Bir insana bir kere güvenince böyle oluyor.
          Tomografi için damar yolu bu defa kolay açıldı. Ameliyattan sonraki dört kürün ardından çekilecek tomografiden önce çok zorlanmıştım oysa. Önce acemi bir hemşire hanım uğraşmıştı, olmamıştı. Sonra daha yetkili bir hemşire hanım uğraşmıştı; yine olmamıştı. O noktada kendimi tutamayıp sessiz sessiz ağlamaya başlamıştım. Damarlarım artık çok acıyordu ve korkuyordum. Bunun üzerine kemoterapi biriminden bir sağlık görevlisi çağırmışlardı; o uğraşmıştı ve yine olmamıştı. Sonunda genç bir doktor çağırmışlardı; o uğraşmıştı ve o da olmamıştı. Nihayet doktor bey odaya küçük bir cihaz getirtmiş; o cihazın bir parçasını kollarımın üstünde uzun uzun gezdirdikten sonra uygun bir damar bulmuş ve yolu bizzat o açabilmişti. (O gün refakatçim yoktu. Hoş olsa da farketmezdi; çünkü yüksek radyasyon dolayısıyla tomografi odasına kimseyi almıyorlar.)
          Tomografi çekimi de sorunsuz bitti. Giyinip çıktım. Sonuçları Pazartesi, saat 3'ten sonra alabileceğimi söylediler. Sonuçları alıp Mehmet Bey'i göreceğiz. Leyla o gün de yanımda olacak. Bu arada "Haydi bir yemek yiyelim," dedik. Leyla ne istediğimi sordu. Biraz düşündükten sonra köfte istediğime karar verdim. Leyla da bunun üzerine Bağdat caddesi üstündeki han'a gitmeyi önerdi. OO arada fikir değiştirdim: İskender kebabı yiyeceğim ve yanında buz gibi bir bira... Han'a gittik. Çok güzel bir yemek yedik.  İskender kebabının eti, son yıllarda yediğim en iyi etti galiba. Buz gibi biralarımızı da içtik. Bu seferki küçük bulutumuz, tam Cuma namazının vaazına denk gelmek oldu. Han artık benim hatırladığım yerde değil... Suadiye'den Kadıköy tarafına doğru  ve eskiden olduğu tarafın karşısında bir yere taşınmış. Anlaşılan o ki bu yeni mekanın tam karşısında bir yerde bir cami var. Caminin hoparlörlerini ardına kadar açmışlar. Yemek boyunca avaz avaz bir vaaz dinledik. 
          Beni bilenler bilir; blogumda da defalarca dile getirdim: dinle bir ilgim yok, ve bu konuda hiçbir taviz vermem, ama kimsenin inancına da karışmam. Karışma hakkını kendimde görmem. "Benim inancım onların inancından iyi," diye de düşünmem.  Esasında herkesin ama istisnasız herkesin, kendi inancını özgürce yaşamasından yanayım; bunun mümkün olabileceğine de kuvvetle inanıyorum ve yıllardır bunun için kendi çapımda mücadele ediyorum. Öte yandan, böyle zorla terbiye edilmekten  katiyen hoşlanmıyorum. Bunu müslümanlar yaptığında da hoşlanmıyorum, hıristiyanlar yaptığında da, museviler yaptığında da, budistler yaptığında da ve ateistler yaptığında da... Hoşlanmıyorum! Herkes yapacağını kendi alanı içinde ve  kendi doğrusunu başkasına diretmeden, başkasının burnuna sokmadan, başkasını rahatsız etmeden yapsın istiyorum. Çok mu şey istiyorum?
         O Cumartesi-Pazar biraz zor geçti tabii, ama geçti. Sonunda herşey gelip geçiyor, malum! Pazartesi saat 3'ten biraz önce Leyla'yla yine kafeteryada buluştuk. Yine birer çay içip sonra 3. bodrum kata  indik. Sonuçlar hazırmış. Hemen elime tutuşturdular. Evdeyken, Mehmet Bey görene kadar açıp bakmamayı düşünmüştüm ama kendimi tutamadım. Üst batın iki ve alt batın iki sayfa; toplam dört sayfalık bir rapor... Doktor bey uzun uzun anlatmış. Sonuç: akciğerimin oradaki tümör yerinde duruyor; böbreğimin oradakiler de öyle... Üstelik böbreğimdeki tümörler biraz büyümüş. Daha fazlasını algılamayı zihnim kabul etmedi. Metni Leyla'nın eline tutuşturdum. Onun çıkardığı sonuç da aynı... 
          Konuyu kapattık. Kağıtları katlayıp zarfa koydum. Asansörle 3. kata çıktık. Bu defa Mehmet Bey'le önceden alınmış bir randevumuz yok... Fırsatı olduğunda araya gireceğiz. Asistanı Nur Hanım'a geldiğimizi haber verdik. İçeride hastası varmış. Bir de bekleyeni... Sonra bizi alacak. 
      Beklerken tam karşımızdaki duvarda bulunan haberleşme borusuna gözüm takıldı. Leyla'ya gösterip, hastane içi katlar arası haberleşmenin o borunun içine konan silindir biçimi tüplerle yapıldığını anlattım. Sistem, anladığım kadarıyla, yarı mekanik-yarı elektronik... Borunun içindeki havanın aşağı veya yukarı doğru emilmesiyle çalışıyor. İlk gelişlerimden birinde farketmiştim. Borudan silindir biçimi bir tüp fırlıyor ve doktor asistanlarından biri ya da öteki gelip o tüpü açıyor, içindeki evrağı aldıktan sonra tekrar yerine bırakıyor. Sonra haftasonunda izlediğim  New York kentinin tarihiyle ilgili bir belgeseli hatırladım. 19. yüzyılda New York'un altına da posta hizmetleri için böyle borular döşemişler. Yine hava emilimiyle çalışan... Zamanla bu sistemden vazgeçmişler ama, borular hala yerindeymiş. Leyla'ya dedim ki,
         -"Bu kadar basit birşeyle emekten ne çok tasarruf ediyorlardır, düşün." O da bana dedi ki,
          -"Evet ama, o zaman da insanlar işsiz kalıyor."
         Kalakaldım. Çok haklı... Ben de aynen onun gibi düşünüyorum. Hatta üstünde çalışmakta olduğum bir blog girişi var ki konusu tamamen bu... Peki, şimdi nasıl oluyor da böyle bir laf edebiliyorum? Eh, işte hepimiz insanız. Zaman zaman kendi kendimizle çelişkiye düşmezsek olmaz. Değil mi? Leyla'ya bunları anlattım. 
           O arada Mehmet Bey içerdeki hastasını uğurlamak için kapı önüne çıktı. Beni görünce yanıma geldi.
          -"Sonuçları mı getirdiniz? Çok merak ediyorum, görebilir miyim? Nasıl?" dedi. 
           -"Şahane!" diyerek zarftan çıkarttığım kağıtları ona uzattım. Kağıtlarla okuyarak odasına yöneldi, girdi; ardından da hastası... 
          Sonunda sıra bize geldi. Mehmet Bey'le tekrar selamlaşıp masasının önündeki koltuklara çöktük. Mehmet Bey bu durumda kemoterapiye devam etmeyeceğimizi söyledi. Belli ki artık akıllı molekülleri denemeninin zamanı gelmişti. Mehmet Bey hiç üşenmeden bize akıllı moleküllerin nasıl işlev gördüğünü anlattı.  Meğer kendisi, Marmara Üniversitesi'nde bu moleküllerle ilgili bir deneyin başındaymış. Bunlar, kemoterapi ilaçları gibi hem sağlıklı hem sağlıksız hücrelere saldırmıyor; doğruca tümörleri abluka altına alıyorlarmış. Anladığım o... Bir de uygulama farklı tabii... Daha insanca... Mehmet Bey'in sözünü ettiği yegane yan etki sivilce... Sivilce çıkartırsanız bu ilacın etkili olduğu anlamına geliyormuş. Mamafih, olur da çıkartmazsanız, etkili olmadığı anlamına da gelmiyormuş. Esasında bu uygulama, bir kutu haptan ibaret...  Adını hatırlamıyorum. Roche üretiyormuş. Her kutuda yirmi sekiz hap oluyormuş. Bir kutunun fiyatı da 5 bin 5 yüz liraymış. Pahalı... İş bir kutuyla bitse, insan ne yapar eder onu da öder, ama bitmiyor. Bir yıl-iki yıl süren tedaviler varmış. Dolayısıyla ödemeyi sigortanın yapması gerekiyor. Ben, sevgili babacığımın Emekli Sandığı sigortasından yararlanıyorum. Doğrusu bu ya, birinci sınıf bir sigorta... (Sağlık karnesinde de öyle yazardı zaten: 1. Sınıf...) Bugüne kadar bütün ödemelerim o kanaldan yapıldı.  Hiç bir sorun da çıkmadı.
          Ancak bu ilaçla ilgili bambaşka bir sorun var... O da şu: Sağlık Bakanlığı, kanserli eğer sigara içicisi ise, sözkonusu ilaç için ödeme yapmayı reddediyormuş. Ben yıllardır sigara içmiyorum ama bu, durumu değiştirmiyor; çünkü Bakanlık, hayatı boyunca beş tek sigara içmiş birini dahi sigara içicisi olarak kabul ediyormuş. Peki, ne yapacağız? Mehmet Bey'in bir planı var.... Mehmet Bey o planı orada ve o anda, gözümüzün önünde yürürlüğe soktu bile. Roche'un ilaçla ilgili reprezantanına telefon etti. Ona ulaşamayınca yine aynı firmadan bir başkasına... İlaçtan bir kutu göndermelerini istedi...  Sonra bana, eve gitmemi, dinlenmemi, hatta kısa bir tatile çıkmamı söyledi. Sözkonusu kutu eline ulaşınca beni arayacak ve tedaviye başlayacağız. Planın ilk aşaması da da böylece yürürlüğe girmiş olacak. 
          Hem Leyla hem ben kendisine teşekkür ettik ve vedalaşıp çıktık. Sonra Leyla bana dedi ki,
           -"Bahar, sen gerçekten çok şanslısın! Bu nasıl bir doktor, bu nasıl bir ilgi, bu nasıl bir olay böyle? Kim yapar bunu?"
          Yaparlar. Benim doktorlarım yaparlar. Dr. Erkan Bozkanat yapar. Dr. Ilgaz Doğusoylu yapar. Şimdi de Dr. Mehmet Teomete yapıyor işte. Türkiye'de de böyle doktorlar da var ve Nurşah'ın bir mesajında değindiği gibi, mesleğini ve hastalarını ciddiye alan, insanlığını unutmamış doktorların varlığını  bilmek insanın ruhunu serinletiyor. 
        
         
           


                             

2 Ağustos 2011 Salı

UZUN YILLAR ÖTESİNDEN

Aşağıdaki metni, iki yıl kadar önce, 1969 dönemi olarak FL'den mezuniyetimizin 40. yıldönümü dolayısıyla, elektronik ortamda yayınlanması için sevgili arkadaşım Nurşah Koşar ısmarlamıştı. Nurşah, birkaç gün önce aynı metni buraya da almamı istedi. Eski yazılarımı buraya almama gibi bir kararım olduğu halde, Nurşah'cığımı kırmama hiç imkan yok... Üstelik, öyle zannediyorum ki, bu yazı, diğerlerini bir anlamda tamamlayacak, bazı şeyleri de daha anlaşılır kılacak. Zaten Nurşah da muhtemelen o yüzden böyle bir istekte bulundu. Birkaç düzeltme ve birkaç eklemeyle yayımlıyorum.

31 Mart- 15 Nisan 2009
İstanbul/Sultantepe

I

Bugünlerde böyle oldum: bir anı ya da bir soru peşinde, geçmişe doğru uzanabildiğim kadar uzanıyor ve bu zihinsel yolculuklarda, hem giderken hem de geri gelirken uğramadık durak bırakmıyorum. İşte, bir an kendi kendimi ‘Fen Lisesi’yle ilgili ilk anım neydi benim?’ diye düşünür bulunca, olan da yine bu oldu. Zihnimin içindeki çeşit çeşit alemlere aktım gittim. ‘İyi de, bu soruyu niye sordun?’ derseniz… 2009 yılının girmesiyle Fen Lisesi’nden mezun oluşumun üstünden tam kırk yıl geçmiş oluyor ya, bir nedeni budur herhalde. Bir başka neden de, galiba, birkaç ay önce bir iş görüşmesi için yolum Rumeli Caddesi’ne düşünce, dönüşte Beşiktaş’a yürüyerek inmeye karar vermiş olmam… Ne ilgisi var diye merak edenlere, diyorum ki, eh, var işte bir ilgisi…
       Görüşme kısa sürede sona eriyor ve kendimi sokakta buluyorum. Hava da bir hoş… Sağıma soluma bakınıp, ‘Arabaya bineceğime, şuradan Beşiktaş’a yürüyerek insem ne olur ki,’ deyiveriyorum. Rumeli Caddesi, Nişantaşı, Teşvikiye, Maçka ve Valideçeşme; çocukluğumun, genç kızlığımın ve genç kadınlığımın önemlice kısımlarının geçtiği yerler bunlar. Orhan Pamuk gibi hep buralarda yaşamadım belki ama, benim için de, uzun bir zaman aralığı boyunca gidip gidip geldiğim kürkçü dükkanı oldu bu semtler. Fen Lisesi’ne giden yolun taşları da bir anlamda burada döşendi. 
        Olmayacak iş değil… Onbeş yıl kadar önce, karlı bir gün, Rumeli Caddesi’nde aşağı-yukarı aynı noktadan Beşiktaş’a kadar Ceren’le birlikte yürümek zorunda kalmıştık. Ceren benim yeğenim; kızkardeşim Pınar’ın kızı… Çok tuhaf bir gündü. Mevsim kıştı ama, hava güzeldi. Teyze-yeğen alışveriş yapıyorduk. Sonra acıkmış ve bir köfteciye girmiştik. Biz köftecideyken, yani aşağı yukarı yarım saat içinde, o güzel hava inanılmaz bir biçimde dönmüş ve kar başlamıştı. Başlamakla kalmamış hızla tutmuştu da. Köfteciden bir çıktık ki, her yer bembeyaz!... Neredeyse yarım metre… Gözlerimize inanamamıştık. Kar yağışıyla birlikte trafik de aniden tıkanmıştı. Ceren’le bindiğimiz taksi yarım saat içinde beş metreden fazla ilerlemeyince biz de inip Beşiktaş’a kadar karların içinde bata çıka yürümeye koyulmuştuk. Biraz ıslanmış, biraz yorulmuş ve çokça da eğlenmiştik.
           Üstelik o zamanlar çok yürümezdim; bugünlerde ise zihinsel serüvenlerimin yanısıra bir de böyle bir gelişme var hayatımda: uzun uzun, ama öyle-böyle değil, saatlerce yürümeyi pek sever oldum. Hele yokuş aşağı iniyorsam veya düz bir yolda isem… 2008’in Ağustos ayında sigarayı bıraktım ama, yokuşları çıkmak hala biraz zor geliyor. Sigaraya da Fen Lisesi’nde başlamıştım; ikinci sınıfta… 1968 yılının tam da 27 Mayıs günü… Annemle babama, ‘Bu yıl 27 Mayıs’ta tatil yok,’ diye bir yalan atıp okulda kalmayı becermiştim. Niyeyse!.. Galiba tatil zamanı okulda kalmak filan gibi, şimdi pek de manalı gelmeyen bir fantezim vardı o sıralar. Gerçi hepimiz yatılıydık ama, ailesi Ankara’da olan bizler hafta sonları eve çıkıyorduk ya; sonradan öğrendim ki, meğer ötekiler bu yüzden bize imrenirlermiş. Bense onlara imreniyordum, zannedersem. Olabildiğince özgür olduklarını, canları ne istiyorsa onu yaptıklarını; vur patlasın çal oynasın, ölesiye eğlendiklerini filan kuruyordum herhalde. Çocukluk işte… Ya da komşunun tavuğu meselesi…
         Tabii ki 27 Mayıs o zamanlar hala tatildi ve dört kişilik olan bizim odada benden başka kimse yoktu. Boş odada yapayalnız kalakalınca biraz yattım uyudum, biraz kitap okudum, biraz düşündüm. Sonra yürüyüşe çıktım. O ara aklıma düştü; yürüyüşü yarı yoldaki o malum bakkala kadar uzatıp sigara almaya karar verdim. İlk defa içeceğim. Bakkalda bizim okuldan erkek çocuklar vardı. Kim; hatırlamıyorum. Galiba bizden bir önceki dönemden birkaç kişi… Okuldaki son yıllarıydı; mezuniyetlerine çok az kalmıştı. Bakkala şarap almaya gelmişlerdi. Bense iki paket Yeni Harman istedim ve parayı ödeyip çıktım. Okula döndüm. Peş peşe yaktım sigaraları, peş peşe yaktım… Bir baş dönmesi, bir sarhoşluk!.. Müthiş!.. Özgürlükmüş!.. O 27 Mayıs var ya o 27 Mayıs, tam kırk yıl süren bir köleliğin başlangıcı oldu benim için. Tek bir günde sigara tiryakisi oldum çıktım. Bu da böyle bir anı işte! Aman yanlış anlaşılmasın; Fen Lisesi’yle ilgili ilk anım elbette bu değil…
          İstanbul, Maçka İlkokulu’ndan mezunum ben. İlkokulun son iki yılını orada okudum. Baş öğretmenim Edibe Dilemre idi. Edibe Hanım, gerek görüntüsü gerek zekası gerek bilgisi ve kültürü gerekse öz güveni itibariyle muhteşem bir kadındı ve döneminde, devletin Maçka İlkokulunu’nu, İstanbul’un özel okullarıyla yarışır bir okul yapmıştı. Herkesin siyah önlük giydiği o yıllarda biz, beyaz üstüne lacivert çizgili, bize özel önlüklerimizle bütün İstanbul’a kurum satardık.
         Okulun son yılında bilumum sınavlara girip tamamını kazandım ve annemle babam, kaydımı iftiharla High School’a yaptırdılar. İlle ve lakin ben okula başlamadan az önce babam ki o sıralar rütbesi albaydı, bir CENTO anlaşması çerçevesinde İran’a tayin edildi. High School’un en azından orta kısmı yatılı öğrenci almıyordu. Tartışmalar, doluya koyup boşa almalar, araştırmalar… Neticede High School’dan kaydım alındı ve İran’a hep birlikte gittik. Tesadüf bu ya, Mustafa Akaydın’ın babası da aynı dönemde, aynı anlaşmayla İran’a gönderilen subaylar arasındaydı. Mustafa, ablası Leyla, bir diğer subayın iki kızı: Simten ile Figen ve bir de ben Tahran’da aynı okula devam ettik: Behravesh School. Şah henüz iktidardaydı. Buna rağmen o tarihte de, başkent Tahran’da bile, kadınların büyük çoğunluğu sokağa, çadura dedikleri gri renkli çarşafa bürünmeden çıkmazlardı. Bahravesh School’da ise kızlarla oğlanlar aynı derslikte ders görür ve fakat teneffüslerde ayrı bahçelerde oyun oynarlardı. Mustafa, uzun teneffüslerin hemen hemen tamamında, kızların bahçesiyle oğlanların bahçesini ayıran yüksek taş duvarın üstüne tırmanıp bizimle sohbet eder ve İranlı gözetmenleri biraz delirtirdi. İranlılar dışında Amerikalı, İngiliz, Pakistanlı öğretmenlerimiz de vardı… Öğrenciler de çeşit çeşitti; Endonezyalısı bile mevcuttu.
      İran’dan sonra babam Erzurum’a tayin oldu. Bense Nişantaşı’ndaki High School yerine Erzurum’daki Cumhuriyet Kız Ortaokulu’nda okumaya başladım. Lacivert forma, siyah uzun yün çorap ve armalı kasket… Evet ya, başımıza kasket takardık. Nefret ederdim o kasketten, nefret. Neyse ki, ders yılı sona ermeden, babamın bu defa da Almanya’ya tayini çıktı. Ders yılı sonuna çok zaman olduğu halde okul bana karnemi verdi ve ben de ailemle birlikte önce İstanbul’a, oradan da Almanya’ya yollandım.
       İran gibi Almanya’ya da trenle gitmiştik… İki tane yataklı kompartıman arasında tam teşekküllü minik bir tuvalet… Kompartımanların birinde annemle babam kalıyor, ötekinde kardeşimle ben… Restoranda güzel yemekler… Galiba o yıllarda tren restoranları hala VagonLi tarafından işletilmekteydi ve kalite, şimdikiyle katiyen kıyaslanamayacak kadar yüksekti. İki seyahat de bir hayli uzun sürmüştü ama, bana göre çok da keyifliydi. Daha o yaşta yolculuk etmeyi; rutini geride bırakıp bir belirsizliğin içinde, bir yığın bilinmeyene doğru yol almayı çok sever olmuştum.
         Her iki seyahate çıkarken de, dostlar, ahbaplar ellerinde hediyelerle bizi uğurlamaya gelmişti. Hiç unutmam, bana gelen hediyelerden bir tanesi, İvo Andriç’in Drina Köprüsü başlıklı kitabıydı. Yaşıma göre hayli ağır bir kitaptı belki ama, güzeldi. O yaşta bile çok okurdum ben. Yakın aile dostlarımız da bunu bilirlerdi.
         Ne güzel adetlerimiz vardı bizim eskiden. Yola giden dostlarımızı uğurlar, yoldan gelenleri karşılardık mesela… Gerçi, haksızlık etmemeliyim: yıllar sonra tek başıma yataklı trene binip Kars’a gitmeye karar verdiğimde ve bunu Fen Lisesi listesinde duyurduğumda, Haydarpaşa garından beni uğurlamaya da Hayriye ve Yaman Akalın başta, bir sürü dostum geldi ellerinde hediyelerle. Yol boyunca bir yığın Fen Liseli de yoluma karşıcı çıktı. Hatta Eskişehir’de elleriyle hazırladığı muhteşem yemek sepetini trene getiren Fethi Şeniş, bununla da kalmadı ve ertesi gün gece vakti, yolumun sonundaki Kars istasyonunda da bana müthiş bir sürpriz yaptı. Eh, uçak trenden hızlı tabii… Meğer o hafta sonu bütün Türkiye’de açık öğretimin ara sınavları yapılacakmış. Kars’taki sınavların denetimini de, o yıl, Anadolu Üniversitesi’nin en önemli isimlerinden biri olan Fethi üstlenmiş. Beni Eskişehir’den uğurladıktan sonra arabayla Ankara’ya gitmiş. Ertesi gün de Kars’a uçmuş ve hiç üşenmeden beni karşılamak için istasyona gelmiş.
          Halbuki, İstanbul’dan kalabalıkla uğurlanmış olsak da bizim, Almanya’da karşılayanımız olmamıştı. Bir süre o zamanki başkent Bonn’da, küçük bir otelde kaldık: Hotel Zum Löwen! Sonra Münih’e geçtik ve kısa bir otel (bu defaki aslında bir pansiyondu; Otel Pansiyon Maria) faslının ardından güzelce bir banliyö semtinde küçük bir apartman dairesi kiralayıp yerleştik. Annem Türkiye’de tedavisi bulunamayan hastalığına ilişkin araştırmaların yapılabilmesi için hastaneye yattı. Babam, askeri öğrenci müfettişi olarak görevine başladı. Rahat bir görevdi doğrusu; zaten bu tayinin esas amacı annemin tedavisiydi. Ne yazık ki amaç gerçekleşmedi; Almanya’da annemin kan hastalığına teşhis bile konamadı (annemin kan hastalığına teşhis ömür boyu konamadı ama, birkaç yıl sonra, Ankara Hacettepe Hastanesi’nde bir doktor, erkeklere özgü hemofili hastalarına verdiği ilacı anneme de uygulayarak hiç olmazsa hastalığının ölümcül bazı belirtilerini ortadan kaldırmayı başardı).
          Münih’te babam hayatının ikinci ve son arabasını aldı. Birkaç ay sonra da o arabayla bir ay kadar süren güzel bir Avrupa turu yaptık. Ben, bir sonraki ders yılının başında, babamın görev süresi henüz dolmamış olduğundan tek başıma İstanbul’a dönmek zorunda kaldım. Tabii daha on iki yaşında olduğum için trenle değil ve fakat baş hostesine emanet edildiğim bir PANAMERICAN uçağıyla.... (O zamanlar THY henüz yurtdışına uçmuyordu, uçuyorsa bile her yere uçmuyordu ve PANAMERICAN da henüz PANAM olmamıştı.) Bindiğim ilk uçak odur. Yıl, 1964… Doğrusu bu ya, inanılmaz bir deneyimdi. Uçak havalandığında geride kalan küçücük Münih şehri; yol boyu ufka doğru yayılan, uçağın bir altında, bir üstünde kalan pamuksu bulutlar ve inmeye yakın aşağıda beliren İstanbul, Marmara denizi ve Boğaz görüntüleri hala silinmiş değil hafızamdan. Uçak aşağıya doğru süzülürken aşağıdaki şehrin İstanbul ve İstanbul’un, Münih başta, yol boyu tepeden izlediğim (pilot, üstlerinde geçerken şehir isimlerini sayıp dökmekteydi) bütün şehirlerden, kıyaslanamayacak ölçüde büyük olduğunu kavradığım zaman hissettiğim müthiş şaşkınlık da…
          İlkokula bir yıl erken başlamıştım ama, o avantajımı İran’da kaybetmiştim. Annemle babam, bir yıl daha kaybetmemi istemedikleri için yapmıştım bu yolculuğu. İstanbul havaalanında beni, zaman içinde annemle yakın arkadaş olmuş olan ilk okul başöğretmenim Edibe Hanım karşıladı. Alana kendi kullandığı kaplumbağa WV ile gelmişti. Yanında da yakın dostu olan ünlü şair vardı. Ailem Almanya’dan dönünceye kadar, evi Teşvikiye Camisi’nin hemen ardında olan Edibe Hanım’ın yanında kaldım ve onun yönlendirmesiyle Nişantaşı Kız Lisesi’nin orta kısmına kaydoldum. Ortaokulun ikinci ve üçüncü sınıflarını orada okudum.
         Almanya dönüşü babam Ankara’daki Kara Havacılık Okulu’nun komutanlığına atandı. Aile de böylece yine bölünmüş oldu. Bu defa babam Ankara’ya yalnız gitti; annem, Pınar ve ben İstanbul’da kaldık. Yenilevent'teki kooperatif evinin inşaatı yeni tamamlanmıştı; oraya yerleştik. Babam zorlu görevini bırakıp İstanbul’a nadiren gelebiliyordu, biz ise uzun tatillerin tamamında, bazen hep birlikte, bazen tek tek Ankara’ya gidiyorduk.
           Hafızam beni yanıltmıyorsa eğer, babama, Fen Lisesi’nden ilk bahseden Ali Rıza Akaydın olmuştu. Belki İran’da, belki Erzurum’da… Onlar İran’da bizden daha uzun kalmışlardı ve geri dönüş yolculuklarında uğradıkları Erzurum’da kısaca görüşme imkanı bulmuştuk. High School’dan kaydımı almış olmaları annemle babamı huzursuz ediyordu. İyi bir okulda okumamı istiyorlardı. Ortaokulun son sınıfında şansımı bir daha deneyecek ve iki sınava girecektim: Robert Kolej ile Fen Lisesi… Karar, sınav sonuçlarına göre verilecekti.
         Bütün bunlar olup biterken benim fikrimi soran var mıydı, hatırlamıyorum. Bunu söylerken niyetim rahmetli annemle rahmetli babamın ardından atıp tutmak değil… Tanıdığım en demokrat ebeveynler yine onlardı… Enise (İşçen) Öcal  ve Cemal Öcal... Bugün bile ve kendi yaşıtlarım içinde ve hatta bizden sonra gelen kuşaklarda bile onlar kadar demokrat, anlayışlı, hoşgörü sahibi, iyi niyetli ebeveynler bulmanın zor olduğunu hayretle görüyorum. Hele Türkiye’de… (Bir ara, sağ olsun Ramiz, Pınar’a ders vermişti. O sıralar bir-iki kere bizimle yemeğe kaldığı da olmuş. Diyor ki, yemek masasında konuşulan meseleleri; yani hemen hemen herşeyi enine boyuna konuşup tartıştığımızı duyunca ailecek bir tuhaf olduğumuza karar vermiş. En net hatırladığı örnek de, yemekten sonra babamın bir telaş gelip, "Aman çocuklar, dişinizi fırçaladıktan sonra suyunu silkelemek için fırçayı sakın küt küt lavaboya vurmaya kalkmayın; öyle yapınca fırça kırılıyor" demiş olması… Babam girişi böyle yapınca, hemen ardından annem, ben ve Pınar da bu konudaki yüksek fikirlerimizi birer birer beyan etmişiz. Benim zihnim bu olayın kaydını tutmamış. Herhalde bu ve benzeri tartışmalar bizde sıradan şeyler olduğu için… Tartışmalarımız bana garip gelmiyordu. Hatta itiraf etmeliyim ki, evleninceye kadar, hayat böyle birşeydir; yani hemen hemen herşeyin hemen hemen herkesle konuşulabildiği, tartışılabildiği bir ortamdır zannediyordum.)
         Annemle babam ister tuhaf olsunlar ister tolerans sahibi, madalyonun bir başka yüzü daha var tabii. Birkaç yıl önce bir arkadaşım elime tutuşturmuştu: Alice Miller adında dünyaca ünlü bir psikolog, Türkçe’ye de çevrilmiş olan "Yetenekli Çocuğun Dramı" başlıklı bir kitap yazmış. Miller diyor ki, bütün dünyada yaygın olarak uygulanan yetiştirme yöntemleri yüzünden çocuklar genel olarak, kendi benliklerini, isteklerini bastırarak ebeveynlerinin bakış açısını benimsemeye, ebeveynlerin arzularına göre davranmaya yönlendiriliyorlarmış. Bu da ileride çeşitli travmalara yol açıyormuş. Yine Miller’a göre, tabii ki yetenekli, duyarlı çocuklar, kendilerinden isteneni, bekleneni ötekilerden daha çabuk kavrıyor ve hayata geçiriyorlarmış. Diyeceğim o ki, galiba olan buydu. Hani duyarlıyız ya ve ailemizi de seviyoruz; onlar tarafından sevilmeyi önemsiyoruz ya; eh, o zaman da işte, bizden isteneni, bekleneni çabucak, herkesten önce kavrıyor, ruhumuzun derinliklerinden yükselen uyumlu-uyumsuz sesleri duymaya, ayırt etmeye ve ne diye haykırıp durduklarını anlamaya çalışmak yerine susturup bizden ne bekleniyor ise canla başla onu yapıyoruz. Sonra?.. Sonrası bazen hüsran, bazen de pek sıradan…
          Demek istiyorum ki, muhtemelen fikrimi sormuşlardır ve ben de onlara bekledikleri cevabı vermişimdir.
           —"Fen Lisesi’ne veya Robert Kolej’e girmek ister misin?"
           —"İsterim!"
          Gerçekten istediğim bu muydu? Olduğum yerden geriye bakınca hiç de öyle değilmiş gibi görünüyor. Robert Kolej değilse bile Fen Lisesi, sonradan yaşadıklarımla, bizzat yaptığım seçimlerle pek uyumsuz kalıyor… Bir iş yapınca da gözünü çıkartıyorum. Haydi Fen Lisesi’ni kazandım, aman ne ala, bari son sınıfta fizik seçmesem! Haydi onu da yaptım; bari ODTÜ’de Fizik lisans değil de mimarlık, şehircilik filan gibi bir disiplin yeğlesem!.. Ama yok!..

II

İşte bunları düşüne düşüne Rumeli Caddesi’nden Nişantaşı’na doğru ilerliyorum. Ortaokul ikinci sınıfın bir kısmı ile üçüncü sınıftayken, Almanya dönüşü yerleştiğimiz Yenilevent’teki evin hemen önündeki duraktan 52 numaralı otobüse biner ve her gün bu yoldan geçerek okula giderdim. Okul çıkışı aynı otobüs, durakta park etmiş, o yöne gidecek kız öğrencileri bekliyor olurdu. (Bugün buna inanması zor ama, o zamanlar öyle bir uygulama vardı; belediye otobüsleri okul önünde kız öğrencileri beklerdi.) Okuldan çıkınca, kapının önüne, ortaokul değil de daha ziyade lise öğrencisi kızlara bakmak için yığılmış delikanlıların arasından geçerek otobüse biner, yine aynı yoldan evime dönerdim. Yollar bomboş olurdu o zamanlar… Hatta Mecidiyeköy’den sonra sağlı-sollu tarlaların arasından geçtiğimizi hatırlıyorum. Teşvikiye ve Rumeli caddelerinin üstündeyse hala dükkandan çok ev vardı. Değişim öyle şiddetli ki, mantığım "Evet, bu yol o yol," diyor olsa da, duygularım bunu kabullenmekte güçlük çekiyor. Hiçbir koku tanıdık değil artık burada, hiçbir renk, hiçbir ses ve neredeyse hiçbir şekil… Burada, kırk beş yıl öncesi bir yana dursun, Ceren’le yürüdüğümüz onbeş yıl öncesine göre bile çok değişmiş herşey… 
         Değişimden yakınıyor değilim. Değişim evrenin temel gerçeği… Fen Lisesi’nde okuduktan, hele bir de fizik okuduktan sonra bunu inkar etmeye imkan mı var? Yine de bu şiddetli ve hızlı değişim yüzünden çocukluğumun kaybolduğu, buhar olduğu, sanallaştığı gibisinden hislerle sarsılıyorum. "Değişim olacak elbet ama, kırk beş-elli yıl da uzun bir süre değil ki; elli yıl öncesinden de geriye birşeyler kalmalıydı," diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Öyle zannediyorum ki Avrupa’daki o güzelim eski şehir merkezleri, "Turistler gezsin-görsün-eğlensin!" diye değil de, benimkine benzer duygularla, düşüncelerle restore ve muhafaza ediliyor. Değişirken geçmişi külliyen inkar etmemek, geçmişten bütünüyle kopmamak, geçmişi kısmen de olsa geleceğe taşımak ve böylece insanlığın yalnızca mekan içinde değil ve fakat zaman içinde de bir bütün oluşturduğunu herkese hatırlatmak gibisinden duygular, düşünceler, ihtiyaçlarla…
           Değişim değil ve fakat yeniliğin kaba-sabalığı, özensizliği ve kişiliksizliği de beni geçmişin tamamen silinmesi kadar rahatsız, mutsuz ediyor. Geçtiğim ve geçeceğim yol üzerinde birkaç tane Art Nouveau ve Art Deco bina var ve bunlar muhtemelen, 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında, o aralar palazlanan yeni zenginler tarafından yaptırılmışlar… Yeni zenginlerin zenginliklerini hak edip etmedikleri her zamanki gibi tartışmaya açık olsa dahi, yol boyunca bir kimlik ve estetik iddiası olan yegane binalar, o binalar… Daha eski Osmanlı yapıları, heyhat, neredeyse tamamen yok edilmişler. Daha yeniler ise kimlikten ve bana kalırsa estetikten bütün bütüne yoksunlar… Kimileyin, özellikle son yıllarda İstanbul’un çeşitli mekanlarına peş peşe dikilen o ruhsuz binalara, konut sitelerine, gökdelenlere filan bakarken kendi kendime soruyorum: "Ben mi yanılıyorum? Acaba gelecekte bir gün, bu yapılara da birileri bir kimlik yakıştırabilecek mi? Bir gün, bu acayip karmaşadan da bir düzen, belli estetik kavramı çıkartabilecek mi insanlar? Tanımlamalar yapabilecekler mi? Yoksa, benim de içinde yaşadığım elli küsur yıllık bu dönemin, hiç değilse mimari açıdan, sanatsal açıdan tamamen şahsiyetsiz olduğuna mı hükmedecekler?"
           Sağda Zafer sokağın girişi… Gelişim Yayınları’nın binası, bir zamanlar Zafer sokakla Şafak sokağın kesiştikleri yerde değil miydi? Öyleydi tabii... Rahmetli Erkan Arıklı, Hilmi Yavuz,  Ayhan Aktar ve maalesef yine rahmetli Tuğrul Şavkay; hepsini orada tanıdım. Benim odam çatı katındaydı. O küçücük ve ısıtılmayan odada bir yandan Bilim ve Yaşam Ansiklopedisi’ni, bir yandan da Bilim Sözlüğü’nü tek başıma yayına hazırlıyor; maddeler yazıyor, çeviriler yapıyordum. Yeni evlenmiştim. Yaşım daha yirmi dört… Kendimi de bir önemserdim ki!.. Öyle ya, Fen Lisesi’ni bitirmişim ve ODTÜ’de üç yıl fizik okumuşum. Sonra onu bırakıp Marmara Üniversitesi Basın yayın Yüksek Okulu’na girmişim. ODTÜ’de okurken bir yandan da TRT Haber Merkezi, Dış Haberler Servisi’nde çalışmışım. Ayrıca radyolarda bir yandan yirmişer dakikalık dış haber, ekonomi programlarım, öte yandan radyo tiyatrosu, arkası yarın uyarlamalarım yayınlanmış… Hatta dört yıl çalıştığım TRT’den, darbeci genel müdürün bir dalaveresiyle (sözkonusu kişi, babamın sınıf arkadaşlarından biriydi ve TRT'nin başına atanır atanmaz bir gün odasına çağırıp benden haber merkezindekileri ispiyonlamamı istemişti; ben reddedince de çok kızmıştı; bense üzülür diye bunu babama anlatamamıştım) uzaklaştırıldıktan sonra, iki ara bir derede THY’nin sınavını kazanıp altı-yedi aylığına hostes bile olmuşum. Neyse ki İsmail Cem İpekçi’nin genel müdür olmasıyla TRT’ye tekrar davet edilmiş ve orada, yani Ankara’da, Ecevit affıyla hapisten yeni çıkmış, ve binlerce kişinin katıldığı bir sınavı kazanan üç-beş kişiden biri olduğu için haber merkezinde muhabir olarak göreve başlamış olan ilk eşimle tanışmış ve üç ay içinde evlenmişim. Erenköy’deki malum köşkte bir ay işkence görmüş ve ardından da iki yıl hapis yatmış olan ilk eşim, muhabirlik görevine resmen atanması için gerek şart olan MİT soruşturmasını aşamayıp kovulunca, ‘Biz en iyisi yurtdışına gidelim,’ diyerek bu defa da Dışişleri Bakanlığı’nın bir sınavını, Siyasal Bilgiler mezunlarını filan bileğimin hakkıyla geride bırakıp birincilikle kazanarak ‘mahalli katip’ sıfatıyla Bern Büyükelçiliği’ne tayin olmuşum. Bir başıma Bern’e gidip, bir başıma yerleşip ‘Buradan da Birleşmiş Milletler’e geçerim’ diye hayaller kurmaya başlamışken, babamın araya girmesine rağmen eşime pasaport verilmediği için üç-beş ay sonra kuyruğuma bakarak tırıs tırıs geri dönmüş olsam bile, ciddi bir hayat deneyimim var artık. Evet efendim, yaşım küçük filan ama, fevkalade önemli biriyim işte!.. Doğrusunu söyleyeyim mi, o sıralar yaşım da küçük gelmiyordu bana. Unumu elemiş, eleğimi de çoktan duvara asmış gibi hissediyordum kendimi. Evet, yaşım daha yirmi dörttü ve hissettiğim tam da buydu. İyi mi?
           Hatırlamaya çalışarak yürüyorum; Fen Lisesi’nin ilk sınavına nerede girmiştim ben? İstanbul Erkek Lisesi’nde mi? Galiba öyleydi. Yağmurlu bir gündü. Sabahın köründeydi sınav; annemle birlikte gitmiştik. Bahçede beklerken gerginlikten bağırsaklarım bozulmuştu, ama sınav başladıktan sonra düzelmiştim. Sorular kolay gelmişti. Çıktığımda annem, soruların kolay olduğuna inanmış gibi görünmemişti; niye, bilmem! İkinci sınavı hiç hatırlamıyorum. Yoksa iki sınav aynı gün peş peşe mi yapılmıştı?
          Kazananlar listesinin elli üçüncü sırasındaydım diye kalmış aklımda. 1969 yılında listenin ilk sıralarını külliyen High School mezunları paylaşmışlardı. Hiçbiri de kayıt yaptırmadı. Onların hemen ardındaysa, yanlış bilmiyorsam eğer, bizim sınıftan Tuğrul ile Ramiz vardı. Tuğrul beşinci, Ramiz yedinci miydi ne? Herhalde… Aradaki kimdi, onu çıkartamıyorum. B sınıfının yakışıklıları benimle çok dalga geçerlerdi. En çok da "Sen, bilgisayar hatasısın! Bilgisayar hata yaptığı için kazanmış sayılıyorsun bu okulu!" derlerdi. Ben de bunu ciddiye alır ve üzüm üzüm üzülürdüm. Bilgisayar hatası olduğuma inandığımdan değil… Üzüldüğüm, onların böyle düşünüyor olmasıydı. Beni aralarına istemediklerini zannediyordum. B sınıfına onlar gibi kolejli olduğum için değil ve fakat sonradan yapılan İngilizce sınavını kazanarak girmiştim ya! Halbuki, dalga geçmelerinin sebebi bu değilmiş. Herkesle ve her şeyle dalga geçerlermiş meğer onlar… Onu da kötülük olsun diye yapmazlarmış; bir tür iletişim kurma yöntemiymiş bu. Öz savunmayı da içeren bir yöntem… Bunları çok sonra kavradım. Düşünüyorum da, o zamanlar kuş gibiymişim; tam anlamıyla salak bir şeymişim. Yani, öğrencilik kodlarını, sınıf içi protokolü, kız-erkek ilişkilerinin kurallar manzumesini, kısacası raconu hiç mi hiç bilmiyormuşum. Bilmiyordum; oradan oraya sürüklenip dururken bunları öğrenememiştim. Hatta böyle şeyler olduğunun farkına bile varmamıştım.
          Bilmediğim, katiyen farkına varmamış olduğum başka bir gerçek de, sınıftaki gruplaşmaların varlığıymış. Ben onları bir bütün olarak görmüş olsam da meğer işin aslı hiç öyle değilmiş. İzmir Kolejliler, Ankara Kolejliler, Tarsuslular, Eskişehirliler… (Ayrıca bir Talas, bir de Diyarbakır Koleji mezunu vardı aramızda galiba.) Meğer bu gruplar arasında sürekli iktidar çekişmeleri olurmuş. Kimileri kimileriyle işbirliği yapar, iktidarı ele geçirirlermiş. Bu iktidar ne iktidarı, onu aklım hala almıyor. Yani yirmi dört kişilik bir sınıfta kim neyi paylaşamıyordu acaba? Ahmet bu konuları iyi biliyor… Geçenlerde konuşuyorduk; anlattıklarını dinledim, dinledim ve ağzım açık kaldı. Ben okul hayatıma hiç onun baktığı açıdan bakmamışım. Kimbilir, belki bu da bütün çocukluğum boyunca oradan oraya sürüklenmişliğim yüzündendir!..
          Oradan oraya sürüklenmek bizde aile geleneği… Annemin babası da subaymış; okullu bir jandarma. Mehmet Ali İşçen... Yüzbaşı rütbesiyle emekli olmuş. Dolayısıyla annemin ömrü de yoksunluklarla ve o kasabadan öteki şehre taşınmakla geçmiş. Babamın babası ise tekelde küçük bir katip… Ahmet Öcal... Onlar iyice yoksulmuş. Akçaabat doğumlu olan babamı Erzurum’daki askeri ortaokula yazdırınca ilk defa rahat bir nefes almışlar. Büyük oğul; okuyacak, aileye destek olacak. Bir erkek, üç kız kardeşi var; gerekirse hepsine o bakacak. Babama da kimse, ‘Sen ne olmak isterdin acaba?’ diye sormamış tabii… Doktor olmak istermiş babam. Herkes onu diplomata benzetirdi. Erkeksi bir zarafeti olan, incelikli bir adamdı ve sohbeti çok tatlıydı. Çok da yardımseverdi. Birkaç yıl önce GATA’da sınıf arkadaşlarından biriyle, bir korgeneral emeklisiyle karşılaştım. "Baban," dedi, "Hayatta tanıdığım en iyi insandı." "Ne demek yani? Nasıl iyi?" diye sordum. "İyiydi, işte," dedi, "Çok iyi! İyi bir insan!.." Korgeneral ise pek iyi biri değildi ve öyle yaşlanmıştı ki, uzatmadım. Uzatsam da, ne demek istediğini tam olarak anlatamayacaktı besbelli. Ayrıntı verememesine rağmen, babamı böyle anması hoşuma gitti.
          Annemin dileği ise ziraat mühendisi olmakmış da dedem üniversiteye gitmesine izin vermemiş. Liseye gitmesine bile zor izin vermişmiş zaten. Uzun tartışmalardan, küskünlüklerden; öğretmenlerin, hatta milli eğitim müdürlerinin araya girmesinden filan sonra, kız enstitüsünde okuyup sanat öğretmeni olmasına lütfen rıza göstermiş. Oysa annem de babam gibi parlak bir öğrenciymiş. Babam, o yoksulluğuna rağmen, Harp Okulu’nu sınıfının üçüncüsü olarak bitirmiş; annem ise baba baskısına rağmen her okuduğu okulda okul birincisi olmuş. Koca koca iftihar kitapları evdeki kitaplıklardan taşardı.
          Öyle zannediyorum ki annemle babam da yukarıda sözünü ettiğim öğrencilik raconlarından habersizdiler. Bana bu tür konularda hiçbir öğüt vermediler. Verseler dinler miydim? O da ayrı mesele!..
          Fen Lisesi’ni kazandığım yıl babam da generalliğe terfi etti ve Asker Alma Dairesi’nin başkanı oldu. Böylece 1966 yılında hep birlikte Ankara’ya taşındık ve küçük ailemiz bir anlamda tekrar bir araya geldi. Ben yatılı olduğum için yalnızca hafta sonları dört kişi olabiliyorduk ama, olsun! 1973 yılında da İstanbul’a yine hep birlikte döndük. Babam emekli olmuştu. Henüz elli iki yaşındaydı. Elli sekiz yaşında da öldü. Fazlasıyla aktif bir işte çalışırken genç yaşta emekliye sevk edilen insanların altı yıl içinde öldüklerini duymuştum; babam da emekli olduktan sonra tam altı yıl yaşadı. Gelecek yıl ben de babamın öldüğü yaşta olacağım.

III
 
Teşvikiye’nin karakol binası eskiydi ve güzeldi; hiç değilse fasadı henüz yıkılmamış; hatta galiba bir restorasyon daha görmüş. Belvedere apartmanı da durduğu yerde duruyor. Karşı kaldırımda kısa bir mola verip yukarı doğru bakıyorum: "Birleşik Reklamcılar hala orada mı acaba?" Altı yıl kadar süren reklamcılık serüvenim, 1980 yılında ve yine bu bölgede, Akkavak sokağın Valikonağı caddesine yakın tarafına konumlanmış olan Ajans Ada ile başlamıştı. Yaratıcı Bölüm'ün başında Ali Taran vardı. Reklam dünyasının yıldızı daha o zaman parlamış eşi benzeri olmayan metin yazarı... İlk eşimden boşanmıştım ve tesadüfen Ali'nin o sıradaki en yakın arkadaşıyla çıkıyordum. Ben de işe metin yazarı olarak alınmıştım.  Metin yazarlığı fazla pasif gelince, ikinci aşamada müşteri temsilciliğine ve yöneticiliğe atlamıştım. Üçüncü aşamada ise ,ikinci eşimle birlikte reklam ajanslarına hizmet veren bir prodüksiyon ajansı kurmuştum: Yapımevi… Bir yandan Ziraat Bankası’na bir çocuk dergisi çıkartıyor, öte yandan ufak tefek reklam işleri alıyor; o arada küçük tiyatro ilanlarını toplayıp Cumhuriyet gazetesinde toplu halde yayınlıyor ve reklam ajanslarının çeşit çeşit baskı işlerini üstlenip gerçekleştiriyorduk. Ciddi bir ciro yapar hale gelince, piyasada ikinci eşimin uzaktan-yakından arkadaşı olan ne kadar işsiz, güçsüz ve çulsuz, sol eğilimli yazar, çizer, yönetmen filan varsa bizim ajansta toplanmaya başladı. Çoğuna ajansta iş verdik; öyle ki, kısa bir süre sonra, kadro elli kişiye çıktı. Kadroya alıp ücret veremediklerimizi de her gün öğle veya akşam yemeklerinde ağırlıyorduk. Ortaklaşmacı olmasına fevkalade ortaklaşmacı bir düzendi de, gerçekten iş üreten Pınar, ben ve ikinci eşim dahil yalnızca üç-beş kişiydi. O işsiz-güçsüz takımından bir tanesi, bizi, şahsen yöneteceği berbat bir filme para yatırmaya ikna ettikten sonra başımızı öyle bir belaya soktu ki, olanları burada birkaç satırla hikaye etmek mümkün değil. 
          Sonuç itibariyle, kurduğumuz ajansı iki yılda başarıyla batırdık ve ben de bir daha şirket-mirket kurmamaya ahdedip Birleşik Reklamcılar’da genel koordinatör sıfatıyla çalışmaya başladım (Ali  Taran da bir süre önce Birleşik Reklamcılar'a ortak olmuştu ve arkadaşlığımız hala sürmekteydi. Sonra küsüştük ve hiç görüşmez olduk). Ajans, Belvedere apartmanı beşinci kattaydı. Teşvikiye camisine bakan balkonu, içinde kuşların özgürce uçtuğu tropik bitkilerle dolu bir camlı köşke dönüştürülmüştü. Bazen o balkona çıkar ve baş öğretmenim Edibe Dilemre’nin Teşvikiye camisinin ardında kalan apartman dairesine bakarak geçmişi ve geleceği düşünürdüm. 
          Teşvikiye Saray Muhallebicisi’nin yeri değişeli çok oluyor; biliyorum. Bu yeni yerine daha önce de gelmişliğim var. Bu defa tereddütle içine giriyorum; arkaya sola doğru iyice büyümüş; onu göreceğim. Sağıma soluma bakınarak içerisini şöyle bir turlayıp çıkıyorum. Adı aynı, üstelik tavuklu pilav, su böreği ve sütlü tatlılar da var; ama bana kalırsa burası artık muhallebici değil… Kebapçıya dönüşmüş de değil… Tanımlayamadığım, bambaşka bir şey olmuş: bir tür Starbucks, Mcdonalds, KFC filan… Öyle bir izlenim alıyorum. Canım oturmak istemiyor. 
           Zaten daha gidecek epeyce yolum var ve esas itibariyle burada değil de Akaretler’deki Konyalı’da birşeyler atıştırmak istiyorum. Oradan epeydir geçmiyordum; gelmişken restorasyonun kalitesini, yeni açılan dükkanları ve Konyalı’nın iş yapıp yapmadığını incelemek niyetindeyim. Yola devam ediyorum.
          Hüsrev Gerede caddesi, soldan Ihlamur Deresi’ne doğru iniyor; bense yoluma Taşlık’a doğru sağdan devam ediyorum. Nişantaşı Kız Lisesi az ötede solda, onun hemen bitişiğinde de Maçka İlkokulu… 
          Geçerken durup ikisine de uzun uzun bakıyorum. İkisinin de eski görkemi kalmamış. Hele Maçka İlkokulu; tamamen değişmiş. Sıradanlaşmış. Bu korkunç renklerden de hiç hoşlanmıyorum: nedense çoğu okul bu renklere boyanıyor bir zamandır: kötü, cırtlak bir sarı ile kötü, bağırgan bir kiremit kırmızısı… Nerede Edibe Dilemre’nin yönettiği o güzelim okul, nerede bu!.. O zaman binalar bu kadar bakımlı değildi ama mekan, içinden gelen bir ışıkla parlardı sanki.
         Çok fazla anım var bu iki okulla ilgili, çok fazla… Kimisi güzel, keyifli; kimisi hazin anılar… Onca anıya rağmen, ikişer yıl kalmış olduğum bu iki okulda okuduğum günlerden bugüne taşımayı başardığım hiçbir dostluk yok… Bir tek tane bile… İsimleri bile hatırlamıyorum. Ahmet Altan, Mehmet Altan...  Maçka İlkokulu'nda aynı yıllarda birlikte okumuşuz. Hiç hatırlamıyorum. Onlar da beni hatırlamıyorlar. Sonradan ikisiyle tanışıp nadiren de olsa görüştüğümüz halde, bu konu hiç gündeme gelmedi mesela.  Maçka İlkolu'ndan tek hatırladığım, ünlü çocuk sinema oyuncusu Ayşecik... Onunla da hiçbir arkadaşlığımız olmamıştı doğrusu... Nişantaşı Kız Lisesi'nden ise Aliye Uzunatağan'ı hatırlıyorum. Bir de Emel'i... Onun soyadını unutmuşum. İkisi de sonradan ünlü oyuncular oldular. Okulda yakın değildik. Aliye'yle bir-iki kere kokteyllerde filan karşılaştım, ama gidip de kendimi tanıtma ihtiyacı hissetmedim.  Nişantaşı Kız Lisesi'nde okuduğum yıllarda kendimi yakın hissettiğim arkadaşlarım da vardı: Dilara, Ayşe, Yasemin... Soyadlarını katiyen çıkartamıyorum. Yasemin hariç sonradan hiçbirini görmedim. Yasemin'le de Sultanahmet Four Seasons Oteli'nde verilen bir Genç İşadamları yemeğinde karşılaştık. Tesadüf, iki çift olarak aynı masaya düşmüştük. Kim kimi hatırladı; tam olarak bilemiyorum ama, bir şekilde konuşmaya başladık. Yemek sonunda telefon numaraları alıp verdik. Sonra ne o beni aradı ne de ben onu... Galiba  Esasında benim Fen Liseliler dışında pek az arkadaşım var…
         Giden hep ben oluyordum. Gittiğim yerde gruplara katılmazlık ediyor filan değildim. Hatta biraz aşırı bir gayret sarf ediyordum insanlarla arkadaş olmak için… Babam evde açıkça otorite göstermeyi reddediyordu ; belki biraz da o yüzden, gönülsüzce de olsa, otoriteyi annem temsil ediyordu bizde. Eh, öğretmen olması da otoriter tavrını pekiştirmiş olsa gerek... Kimsenin evine gitmeme izin vermiyordu. Bizim evde de toplanamıyorduk. Annem için ağır bir yüktü çoluk çocuğun eve doluşması. Haklıydı tabii… O zamanlar çoğu anne yalnızca ev kadınıyken, o, sağlığı da bozuk olduğu halde hem çalışıyor hem evinin işini yapıyordu. Dolayısıyla benim arkadaşlıklarım okulla ve zaman zaman katılabildiğim bir-iki etkinlikle sınırlıydı. Sınırlı arkadaşlıklar… Zaten, dedim ya, giden de hep ben oluyordum. İyi arkadaşlıklar kurmuş olsam bile, çok geçmeden çekip gidiyordum. Sonra mektupla sürdürmeye çalışıyordum arkadaşlıklarımı… Bir mektup, iki mektup… En fazla üçüncüde cevapların ardı kesiliyordu. Dostluk gemisi mektupla yürümüyordu.
         İnsanın hayatındaki şablonlar böyle böyle oluşuyor herhalde. Fen Lisesi’ne geldiğimde bir yanım, o güne kadar bulduğum ve yitirdiğim dostlar ve dostluklar yüzünden fazla acı çekmişti ve o yanımla, uzun vadeli dostluklara hiç inanmaz olmuştum. Bir başka yanımsa masumdu ve umudunu muhafaza ediyordu ve o yanımla, günün birinde pekala da ömür boyu sürecek güzel dostluklar kurabileceğime inanmaya devam ediyordum (tuhaf ama, buna hala inanıyorum). Ben neler olup bittiğinin farkına varıncaya kadar, bu çelişkili şablon, hayatımın temel şablonlarından biri oldu çıktı. Biraz aksaklı bir şablondur kendisi… Yeni insanlara dostça yaklaşmama izin verir… Ne var ki, kendimi tanıtmama ve ilişkiyle, dostlukla ilgili taleplerimi açıkça beyan etmeme izin vermez. Dolayısıyla zaman içinde karşımdaki ya da karşımdakiler, beni herşeye uyar biri zannetme yanılgısına düşerler. Bu da kalbimi kırar. Kalbim kırılınca, bunu da çok belli etmem. Yavaş yavaş uzaklaşmaya başlarım. Sonunda da mutlak bir biçimde koparım. Ara sıra benim taleplerimin ne olduğunu benden iyi bilen; beni benden daha iyi tanıyan birileri de çıkar karşıma. Kurulan ilişki ya da ilişkiler ancak o zaman yürür. Tabii bir süreliğine… Kim, uğraşır ki sonsuza kadar böyle birşeyle? Niye uğraşsınlar? Kalanı, yani diğer ilişkilerim mesafelidir. Sıkı fıkı arkadaşım pek yoktur benim, Fen Lisesi mezunlar camiasında bile; arkadaşlıklarımın çoğu mesafelidir. Yakınlığı istemediğimden değil ve fakat bir türlü beceremediğimden.
         Bu şablonun ve sonuçlarının çok da hoş şeyler olmadığını yeni yeni kavrıyorum. Ne yazık ki, kavramakta epeyce geç kaldığımı da şimdilerde anlıyorum. Kaldı ki kavramak ayrı şey, değiştirmek apayrı… Bu kadar yerleşik bir şablonu insan değiştirebilir mi? Nasıl değiştirebilir? Daha önemlisi, değiştirmek için uğraşmalı mıdır?
         Bazen kendimle çok fazla uğraştığımı, bu kadar uğraşmaya rağmen de fazla bir şey beceremediğimi düşünüyorum. Sonuçta neysem oyum. Genlerim, yetiştirilme koşullarım, içine doğduğum zaman ve mekan… Herkes gibi beni esas belirleyen herşey benim dışımda ve benden büyük… Bu kalabalığın içinde benim kendimle uğraşmalarım olsa olsa cim karnında nokta…
          İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Kampüsü’nün önünden geçtikten sonra sola kıvrılıyorum: Spor caddesi. Karşı köşede çocukken akşam karanlığında okuldan çıktığımda çoğu zaman ödümü kopartmış olan o küçük mezarlık… Ben Maçka İlkokulu’na giderken, Valiçeşme’de, cadde üstünde değil de, arkalarda bir sokağın içinde bir apartman dairesinde oturmuştuk. Okuldan eve giden bir kestirme de vardı. O yanda mezarlık yoktu ama, ortalık öyle ıssız olurdu ki, kestirmeden gideceğime ana caddeden gitmeyi yeğlerdim. Bizim apartmana giden yolda iki büyük konak bulunuyordu. Genişçe bahçeler içinde, tahtaları tamamen kararmış; çoğu bölmeleri bakımsızlıktan harabe halini almış, çatıları kısmen çökmüş; bununla birlikte, eski bir görkemden birşeyleri de hala yansıtan Osmanlı ya da Rum yapısı iki büyük ahşap bina… Bunlardan birinde muhtemelen Down sendromu olan bir delikanlı ile annesi yaşardı. Herhalde eski bir Osmanlı ailesinin son iki ferdiydiler. Perili bir köşkün hayaletleri gibiydiler. O sıralar adet olduğu gibi kiralanmak üzere derme çatma ekleme duvarlarla küçük küçük dairelere bölünmüş olan öteki konak ise bizim apartmana bitişikti. O küçük dairelerden ikisinde, biri kız, biri erkek iki sınıf arkadaşımın aileleri otururdu.
         Bizim apartman yeni yapılmıştı; kapıcısı kadındı. Adı Kezban… Apartmanın ilk katında Fikret Hakan ile güzellik kraliçesi olan sevgilisi yaşardı. İkinci katı iflas etmiş bir yeni zengin aile işgal etmişti; üçüncü katı astsubay olan eşi öldükten sonra kendisine milli piyango çıkmış orta yaşlı bir kadın ile jigolosu olduğu söylenen delikanlı; dördüncü katı biz; en üst katı da Amerikalı bir subay ile ailesi… Biz kiracıydık; ötekileri bilmiyorum. Muhtemelen herkes kiracıydı. O zamanlar bir apartmanın tek sahibi olurdu.
          Adı Armağan sokaktı. Bu adı hatırlıyorum, çünkü buradan önce Lüleburgaz’daydık. İlkokulun ikinci ve üçüncü sınıflarını da orada okumuştum. Emrullah Efendi İlkokulu’nda (aslında bu isimlerin baş harflerini küçük yazmam gerekirdi; reformist bir Osmanlı eğitimcisi olan Emrullah Efendi, özel isimlerin baş harflerinin büyük yazılmasına karşı çıkarmış; nitekim okulun giriş kapısının üstüne bu isim yalnızca küçük harfler kullanılarak yazılmıştı; şimdi nasıldır bilmem)… Oradaki en iyi arkadaşımın adı Armağan’dı. Armağan sokakta bizimki gibi birkaç tane daha yeni apartman vardı. Kalanı silme, o iki katlı, cumbalı, panjurlu, oyma tahta kapılı, ahşap ve tabii en az konaklar kadar eskimiş, yorgun, harap, güzelim evler... Sınıf arkadaşlarımdan bir diğeri de o evlerden birinde otururdu.
          Sokakta hep birlikte oynardık. Taç top, yakan top, istop, saklambaç, aç kapıyı bezirganbaşı… Kızlar seksek, oğlanlar bilye… Mamafih bazen oğlanların sekseğe, kızların bilyeye heves ettiği de olurdu. Arasıra sırtında askısıyla yoğurtçu geçerdi, bazen hallaç, bazen dondurmacı, simitçi ya da macuncu… Sokağın başında bir bostan vardı ve bostanın da bir bekçisi… O bostana dalıp ağaçlardan meyve aşırmayı pek severdik. Bekçi bizi sopayla kovalardı.
           Aile dostumuz olan Sadun Bil ile ailesi o yıllarda kışları, cadde üstünde, çeşmenin oradaki büyük apartmanda yaşamaktaydılar. Sadun Amca her hafta sonu, bir tanesi Maçka İlkokulu’na o yıl yazılmış olan kendi çocuklarını, (oğlunun adı Faruk'tu, Faruk Bil; kızının adını unutmuşum) yeğenlerini ve Pınar ve ben misal birkaç arkadaş çocuğunu VW minibüsüne doldurup bir sinemaya götürürdü. Hep birlikte müthiş eğlenirdik. Onlar yazın ailecek Kandilli’deki yalıya geçerlerdi. Sık sık davet edilirdik o yalıya; davet edildiğimiz kadar sık gitmezdik ama, gittiğimizde, hemen önündeki çimlerde sere serpe güneşlenir ve denize girerdik. Ben Boğaz’da yüzmeyi sevmezdim pek. Suları soğuk gelirdi, akıntısı şiddetli…
          Çeşmenin oradaki o büyük, gösterişli apartman dairesi gibi yalı da büyülerdi beni; ama esas sevdiğim, bizim apartmana bitişik olan o harabe konaktı; daha doğrusu o konaktaki hayat… Çok canlı bir hayattı o… Hayat gibi değil de oyun gibiydi; bana öyle gelirdi. Kadınlar yazın yemeği bahçede, birbirleriyle şakalaşarak, atışarak, ara sıra kahkahalar atıp ara sıra da herşeye dır dır, çoluk çocuğa ver yansın ederek pişirirlerdi. Sesleri hala kulağımda, patlıcan biber kızartmalarının kokusu da hala burnumda… Yine yaz akşamları bahçeye mutlaka çilingir sofraları kurulur ve herkes keyifle içkisini içer, sohbet ederdi. Hayatlarının pespembe olduğu kanısında değilim elbet; o konak muhtemelen mahallenin en yoksul insanlarını barındırıyordu; ama o yoksullukta umut vardı sanki. Geleceğe ilişkin düşler vardı. Öyle zannediyorum.
          Valide Sultan’ın semte adını vermiş olan çeşmesini geçiyorum. Refik Osman Top sokağın köşesinde Park apartmanı… İkinci eşimle o apartmanın çatı katında oturmuştuk. Bir oda, bir salon, küçücük bir daireydi ama, önünde koskocaman, daireden bile büyük bir terası ve evin içindeki her noktadan izlenebilen müthiş bir Boğaz manzarası vardı. Reklamcılığı oradayken bırakmıştım. Son çalıştığım çok uluslu reklam ajansı tarafından, Milano şubesinde çalışmak üzere, üç aylığına İtalya’ya gönderilmiştim. Dönüşte de, artık Türkiye’de reklamcılık filan yapamayacağıma kanaat getirerek işi bırakmış ve Milliyet gazetesinin dış haberler servisine girmiştim.
         Sağımda Vişnezade parkı, sokağın öte tarafı Akaretler… Restorasyon tahminimden güzel olmuş. Konyalı’nın dekorasyonu da hoş… Ne var ki içeride müşteriden çok garson ve komi var. Bir kase bayat sütlaca ciddi bir para bayılıyorum ve mönüde ilgimi çeken yemekler olmasına rağmen, bir daha buraya gelmemeye karar veriyorum. Sütlacı, herşeye rağmen Teşvikiye Saray’da yemeliydim! Bunların bir pazarlama sorunları var ve bu kadar az müşteriyle yemeklerin bayat olmaması mümkün değil… Benzer bir sorun, Akaretler’in diğer binalarına yerleşmiş dükkanlar için de söz konusu… Dünya çapında, fevkalade pahalı markalar satıyorlar, ama ortada hiç müşteri yok… Kim olacak ki? Kim gelecek buraya, niye ve gelse bile nereye park edecek?
          Omuzlarımı silkip yoluma devam ediyorum. Bunca yatırımı göze aldıklarına göre, vardır herhalde bir bildikleri… Yoksa da, böylelikle öğrenmiş olurlar. Ya da olmazlar ve batarlar!.. İnsanoğlu bu; ille hata yapacak. Hata yapacak, tekrar yapacak, tekrar yapacak… Bir hatayı düzeltse bile, sonra yine yeni hatalar yapacak.
          Robert Kolej’i yarım burslu kazanmıştım. Annem dedi ki,
          —"Fen Lisesi de paralı, Robert Kolej de… O kısmı önemli değil… Önemli olan şu: Robert Kolej’de zengin ailelerin çocukları okuyor. Kıyafete, gezmeye, eğlenmeye dökecek çok paraları vardır onların. Biz, bununla başa çıkamayız, yarışamayız. Üzülürsün. Ne diyorsun? Robert Kolej mi yoksa Fen Lisesi mi?"
          Boynumu büküp dedim ki,
          —"Tamam o zaman, Fen Lisesi!.."
         Annemi 2004 yılında, seksen iki yaşındayken yitirdim. Babam gibi annemi de hala çok özlüyorum. Üstelik annemle eskiden hiç de anlaşamazdık. En büyük sevinçlerimden biri, ölümünden önceki beş-altı yıl içinde o eski anlaşmazlıkları aşıp karşılıklı olarak birbirimize sevgimizi göstermeyi başarmış olmamız… Var olsun Prozac!.. Yalnız bana değil, anneme de çok yaradı. Tanıdığım herkese tavsiye ediyorum: anne ve babalarımız ihtiyarlıkla birlikte gelişen bir depresyonunun kurbanı oluyorlar ve kimse onlara da anti-depresan verilebileceğini akıl etmiyor. Ben anti-depresan kullanmaya ve yararını görmeye başladıktan sonra annemi de kapıp bir nörologa götürdüm. Durumunu etraflıca anlatınca doktor, hiç tereddüt etmeden aynı ilacı anneme de yazdı. O sayede annem son yıllarını mutlu bir insan olarak geçirdi ve ölümü de fevkalade rahat, adeta kahramanca karşıladı. Huzur içinde öldü. (Merak eden varsa, ben anti-depresan kullanmaya dört yıl kadar önce son verdim. Zira dört yıl kadar önce Yaman Akalın’ın tavsiyesiyle kan grubu diyeti uygulamaya başladım ve o sayede şimdi gerek bedensel gereksel ruhsal sağlığım pek yerinde… )
          1966 yılının Eylül ayında Ankara’nın on kilometre ötesindeki o çırılçıplak tepeye tırmanıp da Behruz Çinici’nin eseri o beton binaları gördüğümde içim cız etmiş miydi? Üzülmüş müydüm mü yaptığım ya da itildiğim seçime? ‘Robert Kolej nere, Fen Lisesi nere?’ demiş miydim? Robert Kolej’in Boğaz kıyısındaki ve orman izlenimi veren o muhteşem koru içindeki yıllanmış görkemiyle, Ankara’ya uzaktan bakan o kıraç tepedeki o çıplak, o soğuk yapılanmayı kıyaslamak pek mümkün değildi elbette. Zaten ben de öyle bir kıyaslama yaptığımı söyleyemeyeceğim. Birincisi, henüz öyle kıyaslamalar yapabilecek yaşta değildim. İkincisi, benim açımdan Robert Kolej konusu çok geride kalmıştı. Yapımda bu da var; öyle ya da böyle bir tercih kullandıktan sonra, geriye bakıp tercihimi öbür türlü niye kullanmadım diye dövünmüyorum. Genellikle dövünmüyorum desem daha doğru olacak. Zira ben de insanım ve dövündüğüm, pişman olduğum birkaç durum, olay filan da var tabii…
          İyi bir okul muydu Fen Lisesi? Herhalde öyleydi. Bunu kesin olarak bilmeye imkan var mı? Bence yok… Kanaatimce burada, Kuvantum Mekaniği’ni, Heisenberg’in Belirsizlik Kuramı’nı filan çağrıştıran bir durum sözkonusu… Tıpatıp aynı zamanda ve tıpatıp aynı süreyle iki ayrı okulda okumadan, karşılaştırma nasıl yapabilir, hangisinin daha iyi olduğunu nasıl bilebilir bir insan? Tıpatıp aynı zamanda ve tıpatıp aynı süreyle iki ayrı okulda okumak da, en azından bilinen evrende olası olmadığına göre, asla bilemez!   
        Bir konu var ki özellikle sevgili arkadaşım Kamil Tanrıverdi’yle konuşup tartışıyoruz. Boşa koyuyoruz, dolmuyor; doluya koyuyoruz, almıyor. Bilen var mı, merak ediyorum; ikimizden başka merak eden var mı, onu da merak ediyorum: Fen Lisesi niye kurulmuştu? ABD Hükümeti, Ford Vakfı filan niye vardı işin içinde? Niye dökülmüştü o milyonlar, yılda epi topu doksan altı mezun verebilecek bir okula? Peki, kurulması için onca emek sarf edildikten, onca para harcandıktan birkaç yıl sonra niye herkes çekmişti elini eteğini okulumuzdan? Müfredatının değişmesine niye izin verilmişti? Mezunlarına niye kimse sahip çıkmamıştı?
        Bu soruların cevabını hala bulamıyor ve şunu söylemek gereğini duyuyorum: benim okuduğum Fen Lisesi kesin olarak nevi şahsına münhasır, özellikli bir okuldu. Müfredatı özeldi, öğretmenleri özeldi, öğrencileri özeldi... O zamanlar öyleydi. Anladığım kadarıyla bu özellikler, bizden sonra yavaş yavaş giderilmiş; yıl be yıl… Sonuç olarak Fen Lisesi artık nevi şahsına münhasır bir okul değil; zaman içinde kendine özgü şahsiyetini güçlendirmek yerine yitirmiş ve bir sürü okul içinden sıradan bir tanesi haline gelmiş. Başka bir deyişle zamana ve ortama ayak uydurmuş. Kendi adıma, tıpkı mimarideki şahsiyet yoksunluğu gibi buna da yazıklanıyorum ben.
          Öyle ya da böyle, kanaatimce şurası kesin: belki ben ona, o bana pek de uygun değildik ama, zamanın o nevi şahsına münhasır Fen Lisesi de hayatımda beni ben yapan olgulardan biri oldu. High School’da veya Robert Kolej’de okumuş olsaydım, çok farklı biri mi olacaktım; çok değişik bir hayat mı sürecektim? Bilmiyorum. Kimse bilemez. Bu sorular ve cevapları önemli de değil… Genetik yapım, yetiştirilme koşullarım, içine doğduğum zaman ve mekan beni Fen Lisesi’ne yönlendirdi ve Fen Lisesi de benim ben olmama katkıda bulundu. Önemli olan bu.
         Herkesin hikayesi farklı elbette. Benimki Mahmut’unkinden, Mahmut’unki Bican’ınkinden, onunki Veli’ninkinden, Veli’ninki Erhan’ınkinden… 1966 girişli doksan altı kişi; tek tek her birimiz kendi genetik yapılarımız, yetiştirilme koşullarımız, içine doğduğumuz mekan ve zaman içinde gerçekleşen, tamamen kendine özgü, eşsiz deneyimlerimiz sonucu buluştuk Fen Lisesi’nde. Bana kalırsa, 1966-1969 arasındaki üç yıl boyunca orada edindiğimiz şahsi deneyimlerimizin her biri de yine kendine özgü, yine eşsiz… Ortak alanlarda bazı şeyleri paylaştık kuşkusuz ve epeyce ortak alan da olduğundan az şey de paylaşmadık. Ancak, özel alanlarımız hep özel kaldı. Dahası, bir araya geldiğimizde ve hikayelerimizi birbirimize aktardığımızda görüyorum ki, ortak alanlarda hep birlikte yaşadığımız bir yığın şeyi dahi her birimiz o zaman da çok farklı algılamışız ve şimdi de çok farklı hatırlıyoruz. Bunda şaşacak bir şey yok… Hatalarımız ve sevaplarımızla hiçbirimiz aynı tornadan çıkma değildik; oraya gelirken de, mezun olurken de. Hiçbirimiz aynı tornadan çıkma değiliz; şimdi de. İyi ki de değilmişiz ve iyi ki de değiliz. Çeşitlilikten korkanlardan değilim ben; tersine, çeşitliliğin tek tek insanları da, toplumları da, insanlığın tamamını da zenginleştirdiği inancındayım.
         Keşke daha çok Fen Liseli’nin hikayesini bilebilseydim. Kısmen bilebildiğim yalnızca üç-beş kişi var: bunların kimisi, okulda fazlaca bir temasımız olmadığı halde sonradan yakınlaştığım  Hayriye gibi, Yaşar  gibi, Arif gibi bizim dönemden dostlar… Kimisi de, Kamil Tanrıverdi, Yaman Akalın ve Cemalettin Nuri Taşçı gibi, başka dönemlerden oldukları halde, yine son on yıl içinde, toplantılar veya listeler vasıtasıyla tanıyıp arkadaş olduklarım… Tabii, tarafımca hikayeleri bilinenler listesinde, sınıf arkadaşlarımdan birkaçı ile dönem arkadaşım kızlardan birkaçının daha olduğunu vurgulamama muhtemelen hiç gerek yok… Hepsini tanımakla fevkalade mutluyum; kendimi şanslı ve ayrıcalıklı hissediyorum. Dinlediğim bütün hikayeler, olabildiğince ilginç, özgün, derinliği olan hikayeler… Dostlarım hikayelerini kısmen de olsa benimle paylaştıkları için minnet duyuyorum.
         Ben de kendi hikayelerimi en rahat Fen Liseli dostlarımla paylaşabiliyorum. Birbirimize her zaman çok yakın duramamış olsak da, birbirimizden çok farklı olsak da, hatta bazen hiç anlaşamasak da kırk üç yıl öncesinden buraya kadar getirdiğimiz bir dostluk bu… Çok kıymetli ve kıymeti her yıl biraz daha artıyor. Başkalarını bilmiyorum ama benim, hala hayatta olan birkaç aile ferdi dışında bu kadar uzun zamandır tanıdığım hiç kimse kalmadı.
         Yolun sonu… Yürüyüş bitiyor. Beşiktaş iskelesinden bindiğim motor Üsküdar’a doğru yol alıyor. Sultantepe tam karşımda… Kısa bir an için küçük evimi ve önündeki bahçeyi görüyorum. "Yaz gelse de bir parti daha versem," diyorum kendi kendime. Kime? Tabii ki Fen Liseli dostlarıma…