Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

2 Ağustos 2011 Salı

UZUN YILLAR ÖTESİNDEN

Aşağıdaki metni, iki yıl kadar önce, 1969 dönemi olarak FL'den mezuniyetimizin 40. yıldönümü dolayısıyla, elektronik ortamda yayınlanması için sevgili arkadaşım Nurşah Koşar ısmarlamıştı. Nurşah, birkaç gün önce aynı metni buraya da almamı istedi. Eski yazılarımı buraya almama gibi bir kararım olduğu halde, Nurşah'cığımı kırmama hiç imkan yok... Üstelik, öyle zannediyorum ki, bu yazı, diğerlerini bir anlamda tamamlayacak, bazı şeyleri de daha anlaşılır kılacak. Zaten Nurşah da muhtemelen o yüzden böyle bir istekte bulundu. Birkaç düzeltme ve birkaç eklemeyle yayımlıyorum.

31 Mart- 15 Nisan 2009
İstanbul/Sultantepe

I

Bugünlerde böyle oldum: bir anı ya da bir soru peşinde, geçmişe doğru uzanabildiğim kadar uzanıyor ve bu zihinsel yolculuklarda, hem giderken hem de geri gelirken uğramadık durak bırakmıyorum. İşte, bir an kendi kendimi ‘Fen Lisesi’yle ilgili ilk anım neydi benim?’ diye düşünür bulunca, olan da yine bu oldu. Zihnimin içindeki çeşit çeşit alemlere aktım gittim. ‘İyi de, bu soruyu niye sordun?’ derseniz… 2009 yılının girmesiyle Fen Lisesi’nden mezun oluşumun üstünden tam kırk yıl geçmiş oluyor ya, bir nedeni budur herhalde. Bir başka neden de, galiba, birkaç ay önce bir iş görüşmesi için yolum Rumeli Caddesi’ne düşünce, dönüşte Beşiktaş’a yürüyerek inmeye karar vermiş olmam… Ne ilgisi var diye merak edenlere, diyorum ki, eh, var işte bir ilgisi…
       Görüşme kısa sürede sona eriyor ve kendimi sokakta buluyorum. Hava da bir hoş… Sağıma soluma bakınıp, ‘Arabaya bineceğime, şuradan Beşiktaş’a yürüyerek insem ne olur ki,’ deyiveriyorum. Rumeli Caddesi, Nişantaşı, Teşvikiye, Maçka ve Valideçeşme; çocukluğumun, genç kızlığımın ve genç kadınlığımın önemlice kısımlarının geçtiği yerler bunlar. Orhan Pamuk gibi hep buralarda yaşamadım belki ama, benim için de, uzun bir zaman aralığı boyunca gidip gidip geldiğim kürkçü dükkanı oldu bu semtler. Fen Lisesi’ne giden yolun taşları da bir anlamda burada döşendi. 
        Olmayacak iş değil… Onbeş yıl kadar önce, karlı bir gün, Rumeli Caddesi’nde aşağı-yukarı aynı noktadan Beşiktaş’a kadar Ceren’le birlikte yürümek zorunda kalmıştık. Ceren benim yeğenim; kızkardeşim Pınar’ın kızı… Çok tuhaf bir gündü. Mevsim kıştı ama, hava güzeldi. Teyze-yeğen alışveriş yapıyorduk. Sonra acıkmış ve bir köfteciye girmiştik. Biz köftecideyken, yani aşağı yukarı yarım saat içinde, o güzel hava inanılmaz bir biçimde dönmüş ve kar başlamıştı. Başlamakla kalmamış hızla tutmuştu da. Köfteciden bir çıktık ki, her yer bembeyaz!... Neredeyse yarım metre… Gözlerimize inanamamıştık. Kar yağışıyla birlikte trafik de aniden tıkanmıştı. Ceren’le bindiğimiz taksi yarım saat içinde beş metreden fazla ilerlemeyince biz de inip Beşiktaş’a kadar karların içinde bata çıka yürümeye koyulmuştuk. Biraz ıslanmış, biraz yorulmuş ve çokça da eğlenmiştik.
           Üstelik o zamanlar çok yürümezdim; bugünlerde ise zihinsel serüvenlerimin yanısıra bir de böyle bir gelişme var hayatımda: uzun uzun, ama öyle-böyle değil, saatlerce yürümeyi pek sever oldum. Hele yokuş aşağı iniyorsam veya düz bir yolda isem… 2008’in Ağustos ayında sigarayı bıraktım ama, yokuşları çıkmak hala biraz zor geliyor. Sigaraya da Fen Lisesi’nde başlamıştım; ikinci sınıfta… 1968 yılının tam da 27 Mayıs günü… Annemle babama, ‘Bu yıl 27 Mayıs’ta tatil yok,’ diye bir yalan atıp okulda kalmayı becermiştim. Niyeyse!.. Galiba tatil zamanı okulda kalmak filan gibi, şimdi pek de manalı gelmeyen bir fantezim vardı o sıralar. Gerçi hepimiz yatılıydık ama, ailesi Ankara’da olan bizler hafta sonları eve çıkıyorduk ya; sonradan öğrendim ki, meğer ötekiler bu yüzden bize imrenirlermiş. Bense onlara imreniyordum, zannedersem. Olabildiğince özgür olduklarını, canları ne istiyorsa onu yaptıklarını; vur patlasın çal oynasın, ölesiye eğlendiklerini filan kuruyordum herhalde. Çocukluk işte… Ya da komşunun tavuğu meselesi…
         Tabii ki 27 Mayıs o zamanlar hala tatildi ve dört kişilik olan bizim odada benden başka kimse yoktu. Boş odada yapayalnız kalakalınca biraz yattım uyudum, biraz kitap okudum, biraz düşündüm. Sonra yürüyüşe çıktım. O ara aklıma düştü; yürüyüşü yarı yoldaki o malum bakkala kadar uzatıp sigara almaya karar verdim. İlk defa içeceğim. Bakkalda bizim okuldan erkek çocuklar vardı. Kim; hatırlamıyorum. Galiba bizden bir önceki dönemden birkaç kişi… Okuldaki son yıllarıydı; mezuniyetlerine çok az kalmıştı. Bakkala şarap almaya gelmişlerdi. Bense iki paket Yeni Harman istedim ve parayı ödeyip çıktım. Okula döndüm. Peş peşe yaktım sigaraları, peş peşe yaktım… Bir baş dönmesi, bir sarhoşluk!.. Müthiş!.. Özgürlükmüş!.. O 27 Mayıs var ya o 27 Mayıs, tam kırk yıl süren bir köleliğin başlangıcı oldu benim için. Tek bir günde sigara tiryakisi oldum çıktım. Bu da böyle bir anı işte! Aman yanlış anlaşılmasın; Fen Lisesi’yle ilgili ilk anım elbette bu değil…
          İstanbul, Maçka İlkokulu’ndan mezunum ben. İlkokulun son iki yılını orada okudum. Baş öğretmenim Edibe Dilemre idi. Edibe Hanım, gerek görüntüsü gerek zekası gerek bilgisi ve kültürü gerekse öz güveni itibariyle muhteşem bir kadındı ve döneminde, devletin Maçka İlkokulunu’nu, İstanbul’un özel okullarıyla yarışır bir okul yapmıştı. Herkesin siyah önlük giydiği o yıllarda biz, beyaz üstüne lacivert çizgili, bize özel önlüklerimizle bütün İstanbul’a kurum satardık.
         Okulun son yılında bilumum sınavlara girip tamamını kazandım ve annemle babam, kaydımı iftiharla High School’a yaptırdılar. İlle ve lakin ben okula başlamadan az önce babam ki o sıralar rütbesi albaydı, bir CENTO anlaşması çerçevesinde İran’a tayin edildi. High School’un en azından orta kısmı yatılı öğrenci almıyordu. Tartışmalar, doluya koyup boşa almalar, araştırmalar… Neticede High School’dan kaydım alındı ve İran’a hep birlikte gittik. Tesadüf bu ya, Mustafa Akaydın’ın babası da aynı dönemde, aynı anlaşmayla İran’a gönderilen subaylar arasındaydı. Mustafa, ablası Leyla, bir diğer subayın iki kızı: Simten ile Figen ve bir de ben Tahran’da aynı okula devam ettik: Behravesh School. Şah henüz iktidardaydı. Buna rağmen o tarihte de, başkent Tahran’da bile, kadınların büyük çoğunluğu sokağa, çadura dedikleri gri renkli çarşafa bürünmeden çıkmazlardı. Bahravesh School’da ise kızlarla oğlanlar aynı derslikte ders görür ve fakat teneffüslerde ayrı bahçelerde oyun oynarlardı. Mustafa, uzun teneffüslerin hemen hemen tamamında, kızların bahçesiyle oğlanların bahçesini ayıran yüksek taş duvarın üstüne tırmanıp bizimle sohbet eder ve İranlı gözetmenleri biraz delirtirdi. İranlılar dışında Amerikalı, İngiliz, Pakistanlı öğretmenlerimiz de vardı… Öğrenciler de çeşit çeşitti; Endonezyalısı bile mevcuttu.
      İran’dan sonra babam Erzurum’a tayin oldu. Bense Nişantaşı’ndaki High School yerine Erzurum’daki Cumhuriyet Kız Ortaokulu’nda okumaya başladım. Lacivert forma, siyah uzun yün çorap ve armalı kasket… Evet ya, başımıza kasket takardık. Nefret ederdim o kasketten, nefret. Neyse ki, ders yılı sona ermeden, babamın bu defa da Almanya’ya tayini çıktı. Ders yılı sonuna çok zaman olduğu halde okul bana karnemi verdi ve ben de ailemle birlikte önce İstanbul’a, oradan da Almanya’ya yollandım.
       İran gibi Almanya’ya da trenle gitmiştik… İki tane yataklı kompartıman arasında tam teşekküllü minik bir tuvalet… Kompartımanların birinde annemle babam kalıyor, ötekinde kardeşimle ben… Restoranda güzel yemekler… Galiba o yıllarda tren restoranları hala VagonLi tarafından işletilmekteydi ve kalite, şimdikiyle katiyen kıyaslanamayacak kadar yüksekti. İki seyahat de bir hayli uzun sürmüştü ama, bana göre çok da keyifliydi. Daha o yaşta yolculuk etmeyi; rutini geride bırakıp bir belirsizliğin içinde, bir yığın bilinmeyene doğru yol almayı çok sever olmuştum.
         Her iki seyahate çıkarken de, dostlar, ahbaplar ellerinde hediyelerle bizi uğurlamaya gelmişti. Hiç unutmam, bana gelen hediyelerden bir tanesi, İvo Andriç’in Drina Köprüsü başlıklı kitabıydı. Yaşıma göre hayli ağır bir kitaptı belki ama, güzeldi. O yaşta bile çok okurdum ben. Yakın aile dostlarımız da bunu bilirlerdi.
         Ne güzel adetlerimiz vardı bizim eskiden. Yola giden dostlarımızı uğurlar, yoldan gelenleri karşılardık mesela… Gerçi, haksızlık etmemeliyim: yıllar sonra tek başıma yataklı trene binip Kars’a gitmeye karar verdiğimde ve bunu Fen Lisesi listesinde duyurduğumda, Haydarpaşa garından beni uğurlamaya da Hayriye ve Yaman Akalın başta, bir sürü dostum geldi ellerinde hediyelerle. Yol boyunca bir yığın Fen Liseli de yoluma karşıcı çıktı. Hatta Eskişehir’de elleriyle hazırladığı muhteşem yemek sepetini trene getiren Fethi Şeniş, bununla da kalmadı ve ertesi gün gece vakti, yolumun sonundaki Kars istasyonunda da bana müthiş bir sürpriz yaptı. Eh, uçak trenden hızlı tabii… Meğer o hafta sonu bütün Türkiye’de açık öğretimin ara sınavları yapılacakmış. Kars’taki sınavların denetimini de, o yıl, Anadolu Üniversitesi’nin en önemli isimlerinden biri olan Fethi üstlenmiş. Beni Eskişehir’den uğurladıktan sonra arabayla Ankara’ya gitmiş. Ertesi gün de Kars’a uçmuş ve hiç üşenmeden beni karşılamak için istasyona gelmiş.
          Halbuki, İstanbul’dan kalabalıkla uğurlanmış olsak da bizim, Almanya’da karşılayanımız olmamıştı. Bir süre o zamanki başkent Bonn’da, küçük bir otelde kaldık: Hotel Zum Löwen! Sonra Münih’e geçtik ve kısa bir otel (bu defaki aslında bir pansiyondu; Otel Pansiyon Maria) faslının ardından güzelce bir banliyö semtinde küçük bir apartman dairesi kiralayıp yerleştik. Annem Türkiye’de tedavisi bulunamayan hastalığına ilişkin araştırmaların yapılabilmesi için hastaneye yattı. Babam, askeri öğrenci müfettişi olarak görevine başladı. Rahat bir görevdi doğrusu; zaten bu tayinin esas amacı annemin tedavisiydi. Ne yazık ki amaç gerçekleşmedi; Almanya’da annemin kan hastalığına teşhis bile konamadı (annemin kan hastalığına teşhis ömür boyu konamadı ama, birkaç yıl sonra, Ankara Hacettepe Hastanesi’nde bir doktor, erkeklere özgü hemofili hastalarına verdiği ilacı anneme de uygulayarak hiç olmazsa hastalığının ölümcül bazı belirtilerini ortadan kaldırmayı başardı).
          Münih’te babam hayatının ikinci ve son arabasını aldı. Birkaç ay sonra da o arabayla bir ay kadar süren güzel bir Avrupa turu yaptık. Ben, bir sonraki ders yılının başında, babamın görev süresi henüz dolmamış olduğundan tek başıma İstanbul’a dönmek zorunda kaldım. Tabii daha on iki yaşında olduğum için trenle değil ve fakat baş hostesine emanet edildiğim bir PANAMERICAN uçağıyla.... (O zamanlar THY henüz yurtdışına uçmuyordu, uçuyorsa bile her yere uçmuyordu ve PANAMERICAN da henüz PANAM olmamıştı.) Bindiğim ilk uçak odur. Yıl, 1964… Doğrusu bu ya, inanılmaz bir deneyimdi. Uçak havalandığında geride kalan küçücük Münih şehri; yol boyu ufka doğru yayılan, uçağın bir altında, bir üstünde kalan pamuksu bulutlar ve inmeye yakın aşağıda beliren İstanbul, Marmara denizi ve Boğaz görüntüleri hala silinmiş değil hafızamdan. Uçak aşağıya doğru süzülürken aşağıdaki şehrin İstanbul ve İstanbul’un, Münih başta, yol boyu tepeden izlediğim (pilot, üstlerinde geçerken şehir isimlerini sayıp dökmekteydi) bütün şehirlerden, kıyaslanamayacak ölçüde büyük olduğunu kavradığım zaman hissettiğim müthiş şaşkınlık da…
          İlkokula bir yıl erken başlamıştım ama, o avantajımı İran’da kaybetmiştim. Annemle babam, bir yıl daha kaybetmemi istemedikleri için yapmıştım bu yolculuğu. İstanbul havaalanında beni, zaman içinde annemle yakın arkadaş olmuş olan ilk okul başöğretmenim Edibe Hanım karşıladı. Alana kendi kullandığı kaplumbağa WV ile gelmişti. Yanında da yakın dostu olan ünlü şair vardı. Ailem Almanya’dan dönünceye kadar, evi Teşvikiye Camisi’nin hemen ardında olan Edibe Hanım’ın yanında kaldım ve onun yönlendirmesiyle Nişantaşı Kız Lisesi’nin orta kısmına kaydoldum. Ortaokulun ikinci ve üçüncü sınıflarını orada okudum.
         Almanya dönüşü babam Ankara’daki Kara Havacılık Okulu’nun komutanlığına atandı. Aile de böylece yine bölünmüş oldu. Bu defa babam Ankara’ya yalnız gitti; annem, Pınar ve ben İstanbul’da kaldık. Yenilevent'teki kooperatif evinin inşaatı yeni tamamlanmıştı; oraya yerleştik. Babam zorlu görevini bırakıp İstanbul’a nadiren gelebiliyordu, biz ise uzun tatillerin tamamında, bazen hep birlikte, bazen tek tek Ankara’ya gidiyorduk.
           Hafızam beni yanıltmıyorsa eğer, babama, Fen Lisesi’nden ilk bahseden Ali Rıza Akaydın olmuştu. Belki İran’da, belki Erzurum’da… Onlar İran’da bizden daha uzun kalmışlardı ve geri dönüş yolculuklarında uğradıkları Erzurum’da kısaca görüşme imkanı bulmuştuk. High School’dan kaydımı almış olmaları annemle babamı huzursuz ediyordu. İyi bir okulda okumamı istiyorlardı. Ortaokulun son sınıfında şansımı bir daha deneyecek ve iki sınava girecektim: Robert Kolej ile Fen Lisesi… Karar, sınav sonuçlarına göre verilecekti.
         Bütün bunlar olup biterken benim fikrimi soran var mıydı, hatırlamıyorum. Bunu söylerken niyetim rahmetli annemle rahmetli babamın ardından atıp tutmak değil… Tanıdığım en demokrat ebeveynler yine onlardı… Enise (İşçen) Öcal  ve Cemal Öcal... Bugün bile ve kendi yaşıtlarım içinde ve hatta bizden sonra gelen kuşaklarda bile onlar kadar demokrat, anlayışlı, hoşgörü sahibi, iyi niyetli ebeveynler bulmanın zor olduğunu hayretle görüyorum. Hele Türkiye’de… (Bir ara, sağ olsun Ramiz, Pınar’a ders vermişti. O sıralar bir-iki kere bizimle yemeğe kaldığı da olmuş. Diyor ki, yemek masasında konuşulan meseleleri; yani hemen hemen herşeyi enine boyuna konuşup tartıştığımızı duyunca ailecek bir tuhaf olduğumuza karar vermiş. En net hatırladığı örnek de, yemekten sonra babamın bir telaş gelip, "Aman çocuklar, dişinizi fırçaladıktan sonra suyunu silkelemek için fırçayı sakın küt küt lavaboya vurmaya kalkmayın; öyle yapınca fırça kırılıyor" demiş olması… Babam girişi böyle yapınca, hemen ardından annem, ben ve Pınar da bu konudaki yüksek fikirlerimizi birer birer beyan etmişiz. Benim zihnim bu olayın kaydını tutmamış. Herhalde bu ve benzeri tartışmalar bizde sıradan şeyler olduğu için… Tartışmalarımız bana garip gelmiyordu. Hatta itiraf etmeliyim ki, evleninceye kadar, hayat böyle birşeydir; yani hemen hemen herşeyin hemen hemen herkesle konuşulabildiği, tartışılabildiği bir ortamdır zannediyordum.)
         Annemle babam ister tuhaf olsunlar ister tolerans sahibi, madalyonun bir başka yüzü daha var tabii. Birkaç yıl önce bir arkadaşım elime tutuşturmuştu: Alice Miller adında dünyaca ünlü bir psikolog, Türkçe’ye de çevrilmiş olan "Yetenekli Çocuğun Dramı" başlıklı bir kitap yazmış. Miller diyor ki, bütün dünyada yaygın olarak uygulanan yetiştirme yöntemleri yüzünden çocuklar genel olarak, kendi benliklerini, isteklerini bastırarak ebeveynlerinin bakış açısını benimsemeye, ebeveynlerin arzularına göre davranmaya yönlendiriliyorlarmış. Bu da ileride çeşitli travmalara yol açıyormuş. Yine Miller’a göre, tabii ki yetenekli, duyarlı çocuklar, kendilerinden isteneni, bekleneni ötekilerden daha çabuk kavrıyor ve hayata geçiriyorlarmış. Diyeceğim o ki, galiba olan buydu. Hani duyarlıyız ya ve ailemizi de seviyoruz; onlar tarafından sevilmeyi önemsiyoruz ya; eh, o zaman da işte, bizden isteneni, bekleneni çabucak, herkesten önce kavrıyor, ruhumuzun derinliklerinden yükselen uyumlu-uyumsuz sesleri duymaya, ayırt etmeye ve ne diye haykırıp durduklarını anlamaya çalışmak yerine susturup bizden ne bekleniyor ise canla başla onu yapıyoruz. Sonra?.. Sonrası bazen hüsran, bazen de pek sıradan…
          Demek istiyorum ki, muhtemelen fikrimi sormuşlardır ve ben de onlara bekledikleri cevabı vermişimdir.
           —"Fen Lisesi’ne veya Robert Kolej’e girmek ister misin?"
           —"İsterim!"
          Gerçekten istediğim bu muydu? Olduğum yerden geriye bakınca hiç de öyle değilmiş gibi görünüyor. Robert Kolej değilse bile Fen Lisesi, sonradan yaşadıklarımla, bizzat yaptığım seçimlerle pek uyumsuz kalıyor… Bir iş yapınca da gözünü çıkartıyorum. Haydi Fen Lisesi’ni kazandım, aman ne ala, bari son sınıfta fizik seçmesem! Haydi onu da yaptım; bari ODTÜ’de Fizik lisans değil de mimarlık, şehircilik filan gibi bir disiplin yeğlesem!.. Ama yok!..

II

İşte bunları düşüne düşüne Rumeli Caddesi’nden Nişantaşı’na doğru ilerliyorum. Ortaokul ikinci sınıfın bir kısmı ile üçüncü sınıftayken, Almanya dönüşü yerleştiğimiz Yenilevent’teki evin hemen önündeki duraktan 52 numaralı otobüse biner ve her gün bu yoldan geçerek okula giderdim. Okul çıkışı aynı otobüs, durakta park etmiş, o yöne gidecek kız öğrencileri bekliyor olurdu. (Bugün buna inanması zor ama, o zamanlar öyle bir uygulama vardı; belediye otobüsleri okul önünde kız öğrencileri beklerdi.) Okuldan çıkınca, kapının önüne, ortaokul değil de daha ziyade lise öğrencisi kızlara bakmak için yığılmış delikanlıların arasından geçerek otobüse biner, yine aynı yoldan evime dönerdim. Yollar bomboş olurdu o zamanlar… Hatta Mecidiyeköy’den sonra sağlı-sollu tarlaların arasından geçtiğimizi hatırlıyorum. Teşvikiye ve Rumeli caddelerinin üstündeyse hala dükkandan çok ev vardı. Değişim öyle şiddetli ki, mantığım "Evet, bu yol o yol," diyor olsa da, duygularım bunu kabullenmekte güçlük çekiyor. Hiçbir koku tanıdık değil artık burada, hiçbir renk, hiçbir ses ve neredeyse hiçbir şekil… Burada, kırk beş yıl öncesi bir yana dursun, Ceren’le yürüdüğümüz onbeş yıl öncesine göre bile çok değişmiş herşey… 
         Değişimden yakınıyor değilim. Değişim evrenin temel gerçeği… Fen Lisesi’nde okuduktan, hele bir de fizik okuduktan sonra bunu inkar etmeye imkan mı var? Yine de bu şiddetli ve hızlı değişim yüzünden çocukluğumun kaybolduğu, buhar olduğu, sanallaştığı gibisinden hislerle sarsılıyorum. "Değişim olacak elbet ama, kırk beş-elli yıl da uzun bir süre değil ki; elli yıl öncesinden de geriye birşeyler kalmalıydı," diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Öyle zannediyorum ki Avrupa’daki o güzelim eski şehir merkezleri, "Turistler gezsin-görsün-eğlensin!" diye değil de, benimkine benzer duygularla, düşüncelerle restore ve muhafaza ediliyor. Değişirken geçmişi külliyen inkar etmemek, geçmişten bütünüyle kopmamak, geçmişi kısmen de olsa geleceğe taşımak ve böylece insanlığın yalnızca mekan içinde değil ve fakat zaman içinde de bir bütün oluşturduğunu herkese hatırlatmak gibisinden duygular, düşünceler, ihtiyaçlarla…
           Değişim değil ve fakat yeniliğin kaba-sabalığı, özensizliği ve kişiliksizliği de beni geçmişin tamamen silinmesi kadar rahatsız, mutsuz ediyor. Geçtiğim ve geçeceğim yol üzerinde birkaç tane Art Nouveau ve Art Deco bina var ve bunlar muhtemelen, 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında, o aralar palazlanan yeni zenginler tarafından yaptırılmışlar… Yeni zenginlerin zenginliklerini hak edip etmedikleri her zamanki gibi tartışmaya açık olsa dahi, yol boyunca bir kimlik ve estetik iddiası olan yegane binalar, o binalar… Daha eski Osmanlı yapıları, heyhat, neredeyse tamamen yok edilmişler. Daha yeniler ise kimlikten ve bana kalırsa estetikten bütün bütüne yoksunlar… Kimileyin, özellikle son yıllarda İstanbul’un çeşitli mekanlarına peş peşe dikilen o ruhsuz binalara, konut sitelerine, gökdelenlere filan bakarken kendi kendime soruyorum: "Ben mi yanılıyorum? Acaba gelecekte bir gün, bu yapılara da birileri bir kimlik yakıştırabilecek mi? Bir gün, bu acayip karmaşadan da bir düzen, belli estetik kavramı çıkartabilecek mi insanlar? Tanımlamalar yapabilecekler mi? Yoksa, benim de içinde yaşadığım elli küsur yıllık bu dönemin, hiç değilse mimari açıdan, sanatsal açıdan tamamen şahsiyetsiz olduğuna mı hükmedecekler?"
           Sağda Zafer sokağın girişi… Gelişim Yayınları’nın binası, bir zamanlar Zafer sokakla Şafak sokağın kesiştikleri yerde değil miydi? Öyleydi tabii... Rahmetli Erkan Arıklı, Hilmi Yavuz,  Ayhan Aktar ve maalesef yine rahmetli Tuğrul Şavkay; hepsini orada tanıdım. Benim odam çatı katındaydı. O küçücük ve ısıtılmayan odada bir yandan Bilim ve Yaşam Ansiklopedisi’ni, bir yandan da Bilim Sözlüğü’nü tek başıma yayına hazırlıyor; maddeler yazıyor, çeviriler yapıyordum. Yeni evlenmiştim. Yaşım daha yirmi dört… Kendimi de bir önemserdim ki!.. Öyle ya, Fen Lisesi’ni bitirmişim ve ODTÜ’de üç yıl fizik okumuşum. Sonra onu bırakıp Marmara Üniversitesi Basın yayın Yüksek Okulu’na girmişim. ODTÜ’de okurken bir yandan da TRT Haber Merkezi, Dış Haberler Servisi’nde çalışmışım. Ayrıca radyolarda bir yandan yirmişer dakikalık dış haber, ekonomi programlarım, öte yandan radyo tiyatrosu, arkası yarın uyarlamalarım yayınlanmış… Hatta dört yıl çalıştığım TRT’den, darbeci genel müdürün bir dalaveresiyle (sözkonusu kişi, babamın sınıf arkadaşlarından biriydi ve TRT'nin başına atanır atanmaz bir gün odasına çağırıp benden haber merkezindekileri ispiyonlamamı istemişti; ben reddedince de çok kızmıştı; bense üzülür diye bunu babama anlatamamıştım) uzaklaştırıldıktan sonra, iki ara bir derede THY’nin sınavını kazanıp altı-yedi aylığına hostes bile olmuşum. Neyse ki İsmail Cem İpekçi’nin genel müdür olmasıyla TRT’ye tekrar davet edilmiş ve orada, yani Ankara’da, Ecevit affıyla hapisten yeni çıkmış, ve binlerce kişinin katıldığı bir sınavı kazanan üç-beş kişiden biri olduğu için haber merkezinde muhabir olarak göreve başlamış olan ilk eşimle tanışmış ve üç ay içinde evlenmişim. Erenköy’deki malum köşkte bir ay işkence görmüş ve ardından da iki yıl hapis yatmış olan ilk eşim, muhabirlik görevine resmen atanması için gerek şart olan MİT soruşturmasını aşamayıp kovulunca, ‘Biz en iyisi yurtdışına gidelim,’ diyerek bu defa da Dışişleri Bakanlığı’nın bir sınavını, Siyasal Bilgiler mezunlarını filan bileğimin hakkıyla geride bırakıp birincilikle kazanarak ‘mahalli katip’ sıfatıyla Bern Büyükelçiliği’ne tayin olmuşum. Bir başıma Bern’e gidip, bir başıma yerleşip ‘Buradan da Birleşmiş Milletler’e geçerim’ diye hayaller kurmaya başlamışken, babamın araya girmesine rağmen eşime pasaport verilmediği için üç-beş ay sonra kuyruğuma bakarak tırıs tırıs geri dönmüş olsam bile, ciddi bir hayat deneyimim var artık. Evet efendim, yaşım küçük filan ama, fevkalade önemli biriyim işte!.. Doğrusunu söyleyeyim mi, o sıralar yaşım da küçük gelmiyordu bana. Unumu elemiş, eleğimi de çoktan duvara asmış gibi hissediyordum kendimi. Evet, yaşım daha yirmi dörttü ve hissettiğim tam da buydu. İyi mi?
           Hatırlamaya çalışarak yürüyorum; Fen Lisesi’nin ilk sınavına nerede girmiştim ben? İstanbul Erkek Lisesi’nde mi? Galiba öyleydi. Yağmurlu bir gündü. Sabahın köründeydi sınav; annemle birlikte gitmiştik. Bahçede beklerken gerginlikten bağırsaklarım bozulmuştu, ama sınav başladıktan sonra düzelmiştim. Sorular kolay gelmişti. Çıktığımda annem, soruların kolay olduğuna inanmış gibi görünmemişti; niye, bilmem! İkinci sınavı hiç hatırlamıyorum. Yoksa iki sınav aynı gün peş peşe mi yapılmıştı?
          Kazananlar listesinin elli üçüncü sırasındaydım diye kalmış aklımda. 1969 yılında listenin ilk sıralarını külliyen High School mezunları paylaşmışlardı. Hiçbiri de kayıt yaptırmadı. Onların hemen ardındaysa, yanlış bilmiyorsam eğer, bizim sınıftan Tuğrul ile Ramiz vardı. Tuğrul beşinci, Ramiz yedinci miydi ne? Herhalde… Aradaki kimdi, onu çıkartamıyorum. B sınıfının yakışıklıları benimle çok dalga geçerlerdi. En çok da "Sen, bilgisayar hatasısın! Bilgisayar hata yaptığı için kazanmış sayılıyorsun bu okulu!" derlerdi. Ben de bunu ciddiye alır ve üzüm üzüm üzülürdüm. Bilgisayar hatası olduğuma inandığımdan değil… Üzüldüğüm, onların böyle düşünüyor olmasıydı. Beni aralarına istemediklerini zannediyordum. B sınıfına onlar gibi kolejli olduğum için değil ve fakat sonradan yapılan İngilizce sınavını kazanarak girmiştim ya! Halbuki, dalga geçmelerinin sebebi bu değilmiş. Herkesle ve her şeyle dalga geçerlermiş meğer onlar… Onu da kötülük olsun diye yapmazlarmış; bir tür iletişim kurma yöntemiymiş bu. Öz savunmayı da içeren bir yöntem… Bunları çok sonra kavradım. Düşünüyorum da, o zamanlar kuş gibiymişim; tam anlamıyla salak bir şeymişim. Yani, öğrencilik kodlarını, sınıf içi protokolü, kız-erkek ilişkilerinin kurallar manzumesini, kısacası raconu hiç mi hiç bilmiyormuşum. Bilmiyordum; oradan oraya sürüklenip dururken bunları öğrenememiştim. Hatta böyle şeyler olduğunun farkına bile varmamıştım.
          Bilmediğim, katiyen farkına varmamış olduğum başka bir gerçek de, sınıftaki gruplaşmaların varlığıymış. Ben onları bir bütün olarak görmüş olsam da meğer işin aslı hiç öyle değilmiş. İzmir Kolejliler, Ankara Kolejliler, Tarsuslular, Eskişehirliler… (Ayrıca bir Talas, bir de Diyarbakır Koleji mezunu vardı aramızda galiba.) Meğer bu gruplar arasında sürekli iktidar çekişmeleri olurmuş. Kimileri kimileriyle işbirliği yapar, iktidarı ele geçirirlermiş. Bu iktidar ne iktidarı, onu aklım hala almıyor. Yani yirmi dört kişilik bir sınıfta kim neyi paylaşamıyordu acaba? Ahmet bu konuları iyi biliyor… Geçenlerde konuşuyorduk; anlattıklarını dinledim, dinledim ve ağzım açık kaldı. Ben okul hayatıma hiç onun baktığı açıdan bakmamışım. Kimbilir, belki bu da bütün çocukluğum boyunca oradan oraya sürüklenmişliğim yüzündendir!..
          Oradan oraya sürüklenmek bizde aile geleneği… Annemin babası da subaymış; okullu bir jandarma. Mehmet Ali İşçen... Yüzbaşı rütbesiyle emekli olmuş. Dolayısıyla annemin ömrü de yoksunluklarla ve o kasabadan öteki şehre taşınmakla geçmiş. Babamın babası ise tekelde küçük bir katip… Ahmet Öcal... Onlar iyice yoksulmuş. Akçaabat doğumlu olan babamı Erzurum’daki askeri ortaokula yazdırınca ilk defa rahat bir nefes almışlar. Büyük oğul; okuyacak, aileye destek olacak. Bir erkek, üç kız kardeşi var; gerekirse hepsine o bakacak. Babama da kimse, ‘Sen ne olmak isterdin acaba?’ diye sormamış tabii… Doktor olmak istermiş babam. Herkes onu diplomata benzetirdi. Erkeksi bir zarafeti olan, incelikli bir adamdı ve sohbeti çok tatlıydı. Çok da yardımseverdi. Birkaç yıl önce GATA’da sınıf arkadaşlarından biriyle, bir korgeneral emeklisiyle karşılaştım. "Baban," dedi, "Hayatta tanıdığım en iyi insandı." "Ne demek yani? Nasıl iyi?" diye sordum. "İyiydi, işte," dedi, "Çok iyi! İyi bir insan!.." Korgeneral ise pek iyi biri değildi ve öyle yaşlanmıştı ki, uzatmadım. Uzatsam da, ne demek istediğini tam olarak anlatamayacaktı besbelli. Ayrıntı verememesine rağmen, babamı böyle anması hoşuma gitti.
          Annemin dileği ise ziraat mühendisi olmakmış da dedem üniversiteye gitmesine izin vermemiş. Liseye gitmesine bile zor izin vermişmiş zaten. Uzun tartışmalardan, küskünlüklerden; öğretmenlerin, hatta milli eğitim müdürlerinin araya girmesinden filan sonra, kız enstitüsünde okuyup sanat öğretmeni olmasına lütfen rıza göstermiş. Oysa annem de babam gibi parlak bir öğrenciymiş. Babam, o yoksulluğuna rağmen, Harp Okulu’nu sınıfının üçüncüsü olarak bitirmiş; annem ise baba baskısına rağmen her okuduğu okulda okul birincisi olmuş. Koca koca iftihar kitapları evdeki kitaplıklardan taşardı.
          Öyle zannediyorum ki annemle babam da yukarıda sözünü ettiğim öğrencilik raconlarından habersizdiler. Bana bu tür konularda hiçbir öğüt vermediler. Verseler dinler miydim? O da ayrı mesele!..
          Fen Lisesi’ni kazandığım yıl babam da generalliğe terfi etti ve Asker Alma Dairesi’nin başkanı oldu. Böylece 1966 yılında hep birlikte Ankara’ya taşındık ve küçük ailemiz bir anlamda tekrar bir araya geldi. Ben yatılı olduğum için yalnızca hafta sonları dört kişi olabiliyorduk ama, olsun! 1973 yılında da İstanbul’a yine hep birlikte döndük. Babam emekli olmuştu. Henüz elli iki yaşındaydı. Elli sekiz yaşında da öldü. Fazlasıyla aktif bir işte çalışırken genç yaşta emekliye sevk edilen insanların altı yıl içinde öldüklerini duymuştum; babam da emekli olduktan sonra tam altı yıl yaşadı. Gelecek yıl ben de babamın öldüğü yaşta olacağım.

III
 
Teşvikiye’nin karakol binası eskiydi ve güzeldi; hiç değilse fasadı henüz yıkılmamış; hatta galiba bir restorasyon daha görmüş. Belvedere apartmanı da durduğu yerde duruyor. Karşı kaldırımda kısa bir mola verip yukarı doğru bakıyorum: "Birleşik Reklamcılar hala orada mı acaba?" Altı yıl kadar süren reklamcılık serüvenim, 1980 yılında ve yine bu bölgede, Akkavak sokağın Valikonağı caddesine yakın tarafına konumlanmış olan Ajans Ada ile başlamıştı. Yaratıcı Bölüm'ün başında Ali Taran vardı. Reklam dünyasının yıldızı daha o zaman parlamış eşi benzeri olmayan metin yazarı... İlk eşimden boşanmıştım ve tesadüfen Ali'nin o sıradaki en yakın arkadaşıyla çıkıyordum. Ben de işe metin yazarı olarak alınmıştım.  Metin yazarlığı fazla pasif gelince, ikinci aşamada müşteri temsilciliğine ve yöneticiliğe atlamıştım. Üçüncü aşamada ise ,ikinci eşimle birlikte reklam ajanslarına hizmet veren bir prodüksiyon ajansı kurmuştum: Yapımevi… Bir yandan Ziraat Bankası’na bir çocuk dergisi çıkartıyor, öte yandan ufak tefek reklam işleri alıyor; o arada küçük tiyatro ilanlarını toplayıp Cumhuriyet gazetesinde toplu halde yayınlıyor ve reklam ajanslarının çeşit çeşit baskı işlerini üstlenip gerçekleştiriyorduk. Ciddi bir ciro yapar hale gelince, piyasada ikinci eşimin uzaktan-yakından arkadaşı olan ne kadar işsiz, güçsüz ve çulsuz, sol eğilimli yazar, çizer, yönetmen filan varsa bizim ajansta toplanmaya başladı. Çoğuna ajansta iş verdik; öyle ki, kısa bir süre sonra, kadro elli kişiye çıktı. Kadroya alıp ücret veremediklerimizi de her gün öğle veya akşam yemeklerinde ağırlıyorduk. Ortaklaşmacı olmasına fevkalade ortaklaşmacı bir düzendi de, gerçekten iş üreten Pınar, ben ve ikinci eşim dahil yalnızca üç-beş kişiydi. O işsiz-güçsüz takımından bir tanesi, bizi, şahsen yöneteceği berbat bir filme para yatırmaya ikna ettikten sonra başımızı öyle bir belaya soktu ki, olanları burada birkaç satırla hikaye etmek mümkün değil. 
          Sonuç itibariyle, kurduğumuz ajansı iki yılda başarıyla batırdık ve ben de bir daha şirket-mirket kurmamaya ahdedip Birleşik Reklamcılar’da genel koordinatör sıfatıyla çalışmaya başladım (Ali  Taran da bir süre önce Birleşik Reklamcılar'a ortak olmuştu ve arkadaşlığımız hala sürmekteydi. Sonra küsüştük ve hiç görüşmez olduk). Ajans, Belvedere apartmanı beşinci kattaydı. Teşvikiye camisine bakan balkonu, içinde kuşların özgürce uçtuğu tropik bitkilerle dolu bir camlı köşke dönüştürülmüştü. Bazen o balkona çıkar ve baş öğretmenim Edibe Dilemre’nin Teşvikiye camisinin ardında kalan apartman dairesine bakarak geçmişi ve geleceği düşünürdüm. 
          Teşvikiye Saray Muhallebicisi’nin yeri değişeli çok oluyor; biliyorum. Bu yeni yerine daha önce de gelmişliğim var. Bu defa tereddütle içine giriyorum; arkaya sola doğru iyice büyümüş; onu göreceğim. Sağıma soluma bakınarak içerisini şöyle bir turlayıp çıkıyorum. Adı aynı, üstelik tavuklu pilav, su böreği ve sütlü tatlılar da var; ama bana kalırsa burası artık muhallebici değil… Kebapçıya dönüşmüş de değil… Tanımlayamadığım, bambaşka bir şey olmuş: bir tür Starbucks, Mcdonalds, KFC filan… Öyle bir izlenim alıyorum. Canım oturmak istemiyor. 
           Zaten daha gidecek epeyce yolum var ve esas itibariyle burada değil de Akaretler’deki Konyalı’da birşeyler atıştırmak istiyorum. Oradan epeydir geçmiyordum; gelmişken restorasyonun kalitesini, yeni açılan dükkanları ve Konyalı’nın iş yapıp yapmadığını incelemek niyetindeyim. Yola devam ediyorum.
          Hüsrev Gerede caddesi, soldan Ihlamur Deresi’ne doğru iniyor; bense yoluma Taşlık’a doğru sağdan devam ediyorum. Nişantaşı Kız Lisesi az ötede solda, onun hemen bitişiğinde de Maçka İlkokulu… 
          Geçerken durup ikisine de uzun uzun bakıyorum. İkisinin de eski görkemi kalmamış. Hele Maçka İlkokulu; tamamen değişmiş. Sıradanlaşmış. Bu korkunç renklerden de hiç hoşlanmıyorum: nedense çoğu okul bu renklere boyanıyor bir zamandır: kötü, cırtlak bir sarı ile kötü, bağırgan bir kiremit kırmızısı… Nerede Edibe Dilemre’nin yönettiği o güzelim okul, nerede bu!.. O zaman binalar bu kadar bakımlı değildi ama mekan, içinden gelen bir ışıkla parlardı sanki.
         Çok fazla anım var bu iki okulla ilgili, çok fazla… Kimisi güzel, keyifli; kimisi hazin anılar… Onca anıya rağmen, ikişer yıl kalmış olduğum bu iki okulda okuduğum günlerden bugüne taşımayı başardığım hiçbir dostluk yok… Bir tek tane bile… İsimleri bile hatırlamıyorum. Ahmet Altan, Mehmet Altan...  Maçka İlkokulu'nda aynı yıllarda birlikte okumuşuz. Hiç hatırlamıyorum. Onlar da beni hatırlamıyorlar. Sonradan ikisiyle tanışıp nadiren de olsa görüştüğümüz halde, bu konu hiç gündeme gelmedi mesela.  Maçka İlkolu'ndan tek hatırladığım, ünlü çocuk sinema oyuncusu Ayşecik... Onunla da hiçbir arkadaşlığımız olmamıştı doğrusu... Nişantaşı Kız Lisesi'nden ise Aliye Uzunatağan'ı hatırlıyorum. Bir de Emel'i... Onun soyadını unutmuşum. İkisi de sonradan ünlü oyuncular oldular. Okulda yakın değildik. Aliye'yle bir-iki kere kokteyllerde filan karşılaştım, ama gidip de kendimi tanıtma ihtiyacı hissetmedim.  Nişantaşı Kız Lisesi'nde okuduğum yıllarda kendimi yakın hissettiğim arkadaşlarım da vardı: Dilara, Ayşe, Yasemin... Soyadlarını katiyen çıkartamıyorum. Yasemin hariç sonradan hiçbirini görmedim. Yasemin'le de Sultanahmet Four Seasons Oteli'nde verilen bir Genç İşadamları yemeğinde karşılaştık. Tesadüf, iki çift olarak aynı masaya düşmüştük. Kim kimi hatırladı; tam olarak bilemiyorum ama, bir şekilde konuşmaya başladık. Yemek sonunda telefon numaraları alıp verdik. Sonra ne o beni aradı ne de ben onu... Galiba  Esasında benim Fen Liseliler dışında pek az arkadaşım var…
         Giden hep ben oluyordum. Gittiğim yerde gruplara katılmazlık ediyor filan değildim. Hatta biraz aşırı bir gayret sarf ediyordum insanlarla arkadaş olmak için… Babam evde açıkça otorite göstermeyi reddediyordu ; belki biraz da o yüzden, gönülsüzce de olsa, otoriteyi annem temsil ediyordu bizde. Eh, öğretmen olması da otoriter tavrını pekiştirmiş olsa gerek... Kimsenin evine gitmeme izin vermiyordu. Bizim evde de toplanamıyorduk. Annem için ağır bir yüktü çoluk çocuğun eve doluşması. Haklıydı tabii… O zamanlar çoğu anne yalnızca ev kadınıyken, o, sağlığı da bozuk olduğu halde hem çalışıyor hem evinin işini yapıyordu. Dolayısıyla benim arkadaşlıklarım okulla ve zaman zaman katılabildiğim bir-iki etkinlikle sınırlıydı. Sınırlı arkadaşlıklar… Zaten, dedim ya, giden de hep ben oluyordum. İyi arkadaşlıklar kurmuş olsam bile, çok geçmeden çekip gidiyordum. Sonra mektupla sürdürmeye çalışıyordum arkadaşlıklarımı… Bir mektup, iki mektup… En fazla üçüncüde cevapların ardı kesiliyordu. Dostluk gemisi mektupla yürümüyordu.
         İnsanın hayatındaki şablonlar böyle böyle oluşuyor herhalde. Fen Lisesi’ne geldiğimde bir yanım, o güne kadar bulduğum ve yitirdiğim dostlar ve dostluklar yüzünden fazla acı çekmişti ve o yanımla, uzun vadeli dostluklara hiç inanmaz olmuştum. Bir başka yanımsa masumdu ve umudunu muhafaza ediyordu ve o yanımla, günün birinde pekala da ömür boyu sürecek güzel dostluklar kurabileceğime inanmaya devam ediyordum (tuhaf ama, buna hala inanıyorum). Ben neler olup bittiğinin farkına varıncaya kadar, bu çelişkili şablon, hayatımın temel şablonlarından biri oldu çıktı. Biraz aksaklı bir şablondur kendisi… Yeni insanlara dostça yaklaşmama izin verir… Ne var ki, kendimi tanıtmama ve ilişkiyle, dostlukla ilgili taleplerimi açıkça beyan etmeme izin vermez. Dolayısıyla zaman içinde karşımdaki ya da karşımdakiler, beni herşeye uyar biri zannetme yanılgısına düşerler. Bu da kalbimi kırar. Kalbim kırılınca, bunu da çok belli etmem. Yavaş yavaş uzaklaşmaya başlarım. Sonunda da mutlak bir biçimde koparım. Ara sıra benim taleplerimin ne olduğunu benden iyi bilen; beni benden daha iyi tanıyan birileri de çıkar karşıma. Kurulan ilişki ya da ilişkiler ancak o zaman yürür. Tabii bir süreliğine… Kim, uğraşır ki sonsuza kadar böyle birşeyle? Niye uğraşsınlar? Kalanı, yani diğer ilişkilerim mesafelidir. Sıkı fıkı arkadaşım pek yoktur benim, Fen Lisesi mezunlar camiasında bile; arkadaşlıklarımın çoğu mesafelidir. Yakınlığı istemediğimden değil ve fakat bir türlü beceremediğimden.
         Bu şablonun ve sonuçlarının çok da hoş şeyler olmadığını yeni yeni kavrıyorum. Ne yazık ki, kavramakta epeyce geç kaldığımı da şimdilerde anlıyorum. Kaldı ki kavramak ayrı şey, değiştirmek apayrı… Bu kadar yerleşik bir şablonu insan değiştirebilir mi? Nasıl değiştirebilir? Daha önemlisi, değiştirmek için uğraşmalı mıdır?
         Bazen kendimle çok fazla uğraştığımı, bu kadar uğraşmaya rağmen de fazla bir şey beceremediğimi düşünüyorum. Sonuçta neysem oyum. Genlerim, yetiştirilme koşullarım, içine doğduğum zaman ve mekan… Herkes gibi beni esas belirleyen herşey benim dışımda ve benden büyük… Bu kalabalığın içinde benim kendimle uğraşmalarım olsa olsa cim karnında nokta…
          İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Kampüsü’nün önünden geçtikten sonra sola kıvrılıyorum: Spor caddesi. Karşı köşede çocukken akşam karanlığında okuldan çıktığımda çoğu zaman ödümü kopartmış olan o küçük mezarlık… Ben Maçka İlkokulu’na giderken, Valiçeşme’de, cadde üstünde değil de, arkalarda bir sokağın içinde bir apartman dairesinde oturmuştuk. Okuldan eve giden bir kestirme de vardı. O yanda mezarlık yoktu ama, ortalık öyle ıssız olurdu ki, kestirmeden gideceğime ana caddeden gitmeyi yeğlerdim. Bizim apartmana giden yolda iki büyük konak bulunuyordu. Genişçe bahçeler içinde, tahtaları tamamen kararmış; çoğu bölmeleri bakımsızlıktan harabe halini almış, çatıları kısmen çökmüş; bununla birlikte, eski bir görkemden birşeyleri de hala yansıtan Osmanlı ya da Rum yapısı iki büyük ahşap bina… Bunlardan birinde muhtemelen Down sendromu olan bir delikanlı ile annesi yaşardı. Herhalde eski bir Osmanlı ailesinin son iki ferdiydiler. Perili bir köşkün hayaletleri gibiydiler. O sıralar adet olduğu gibi kiralanmak üzere derme çatma ekleme duvarlarla küçük küçük dairelere bölünmüş olan öteki konak ise bizim apartmana bitişikti. O küçük dairelerden ikisinde, biri kız, biri erkek iki sınıf arkadaşımın aileleri otururdu.
         Bizim apartman yeni yapılmıştı; kapıcısı kadındı. Adı Kezban… Apartmanın ilk katında Fikret Hakan ile güzellik kraliçesi olan sevgilisi yaşardı. İkinci katı iflas etmiş bir yeni zengin aile işgal etmişti; üçüncü katı astsubay olan eşi öldükten sonra kendisine milli piyango çıkmış orta yaşlı bir kadın ile jigolosu olduğu söylenen delikanlı; dördüncü katı biz; en üst katı da Amerikalı bir subay ile ailesi… Biz kiracıydık; ötekileri bilmiyorum. Muhtemelen herkes kiracıydı. O zamanlar bir apartmanın tek sahibi olurdu.
          Adı Armağan sokaktı. Bu adı hatırlıyorum, çünkü buradan önce Lüleburgaz’daydık. İlkokulun ikinci ve üçüncü sınıflarını da orada okumuştum. Emrullah Efendi İlkokulu’nda (aslında bu isimlerin baş harflerini küçük yazmam gerekirdi; reformist bir Osmanlı eğitimcisi olan Emrullah Efendi, özel isimlerin baş harflerinin büyük yazılmasına karşı çıkarmış; nitekim okulun giriş kapısının üstüne bu isim yalnızca küçük harfler kullanılarak yazılmıştı; şimdi nasıldır bilmem)… Oradaki en iyi arkadaşımın adı Armağan’dı. Armağan sokakta bizimki gibi birkaç tane daha yeni apartman vardı. Kalanı silme, o iki katlı, cumbalı, panjurlu, oyma tahta kapılı, ahşap ve tabii en az konaklar kadar eskimiş, yorgun, harap, güzelim evler... Sınıf arkadaşlarımdan bir diğeri de o evlerden birinde otururdu.
          Sokakta hep birlikte oynardık. Taç top, yakan top, istop, saklambaç, aç kapıyı bezirganbaşı… Kızlar seksek, oğlanlar bilye… Mamafih bazen oğlanların sekseğe, kızların bilyeye heves ettiği de olurdu. Arasıra sırtında askısıyla yoğurtçu geçerdi, bazen hallaç, bazen dondurmacı, simitçi ya da macuncu… Sokağın başında bir bostan vardı ve bostanın da bir bekçisi… O bostana dalıp ağaçlardan meyve aşırmayı pek severdik. Bekçi bizi sopayla kovalardı.
           Aile dostumuz olan Sadun Bil ile ailesi o yıllarda kışları, cadde üstünde, çeşmenin oradaki büyük apartmanda yaşamaktaydılar. Sadun Amca her hafta sonu, bir tanesi Maçka İlkokulu’na o yıl yazılmış olan kendi çocuklarını, (oğlunun adı Faruk'tu, Faruk Bil; kızının adını unutmuşum) yeğenlerini ve Pınar ve ben misal birkaç arkadaş çocuğunu VW minibüsüne doldurup bir sinemaya götürürdü. Hep birlikte müthiş eğlenirdik. Onlar yazın ailecek Kandilli’deki yalıya geçerlerdi. Sık sık davet edilirdik o yalıya; davet edildiğimiz kadar sık gitmezdik ama, gittiğimizde, hemen önündeki çimlerde sere serpe güneşlenir ve denize girerdik. Ben Boğaz’da yüzmeyi sevmezdim pek. Suları soğuk gelirdi, akıntısı şiddetli…
          Çeşmenin oradaki o büyük, gösterişli apartman dairesi gibi yalı da büyülerdi beni; ama esas sevdiğim, bizim apartmana bitişik olan o harabe konaktı; daha doğrusu o konaktaki hayat… Çok canlı bir hayattı o… Hayat gibi değil de oyun gibiydi; bana öyle gelirdi. Kadınlar yazın yemeği bahçede, birbirleriyle şakalaşarak, atışarak, ara sıra kahkahalar atıp ara sıra da herşeye dır dır, çoluk çocuğa ver yansın ederek pişirirlerdi. Sesleri hala kulağımda, patlıcan biber kızartmalarının kokusu da hala burnumda… Yine yaz akşamları bahçeye mutlaka çilingir sofraları kurulur ve herkes keyifle içkisini içer, sohbet ederdi. Hayatlarının pespembe olduğu kanısında değilim elbet; o konak muhtemelen mahallenin en yoksul insanlarını barındırıyordu; ama o yoksullukta umut vardı sanki. Geleceğe ilişkin düşler vardı. Öyle zannediyorum.
          Valide Sultan’ın semte adını vermiş olan çeşmesini geçiyorum. Refik Osman Top sokağın köşesinde Park apartmanı… İkinci eşimle o apartmanın çatı katında oturmuştuk. Bir oda, bir salon, küçücük bir daireydi ama, önünde koskocaman, daireden bile büyük bir terası ve evin içindeki her noktadan izlenebilen müthiş bir Boğaz manzarası vardı. Reklamcılığı oradayken bırakmıştım. Son çalıştığım çok uluslu reklam ajansı tarafından, Milano şubesinde çalışmak üzere, üç aylığına İtalya’ya gönderilmiştim. Dönüşte de, artık Türkiye’de reklamcılık filan yapamayacağıma kanaat getirerek işi bırakmış ve Milliyet gazetesinin dış haberler servisine girmiştim.
         Sağımda Vişnezade parkı, sokağın öte tarafı Akaretler… Restorasyon tahminimden güzel olmuş. Konyalı’nın dekorasyonu da hoş… Ne var ki içeride müşteriden çok garson ve komi var. Bir kase bayat sütlaca ciddi bir para bayılıyorum ve mönüde ilgimi çeken yemekler olmasına rağmen, bir daha buraya gelmemeye karar veriyorum. Sütlacı, herşeye rağmen Teşvikiye Saray’da yemeliydim! Bunların bir pazarlama sorunları var ve bu kadar az müşteriyle yemeklerin bayat olmaması mümkün değil… Benzer bir sorun, Akaretler’in diğer binalarına yerleşmiş dükkanlar için de söz konusu… Dünya çapında, fevkalade pahalı markalar satıyorlar, ama ortada hiç müşteri yok… Kim olacak ki? Kim gelecek buraya, niye ve gelse bile nereye park edecek?
          Omuzlarımı silkip yoluma devam ediyorum. Bunca yatırımı göze aldıklarına göre, vardır herhalde bir bildikleri… Yoksa da, böylelikle öğrenmiş olurlar. Ya da olmazlar ve batarlar!.. İnsanoğlu bu; ille hata yapacak. Hata yapacak, tekrar yapacak, tekrar yapacak… Bir hatayı düzeltse bile, sonra yine yeni hatalar yapacak.
          Robert Kolej’i yarım burslu kazanmıştım. Annem dedi ki,
          —"Fen Lisesi de paralı, Robert Kolej de… O kısmı önemli değil… Önemli olan şu: Robert Kolej’de zengin ailelerin çocukları okuyor. Kıyafete, gezmeye, eğlenmeye dökecek çok paraları vardır onların. Biz, bununla başa çıkamayız, yarışamayız. Üzülürsün. Ne diyorsun? Robert Kolej mi yoksa Fen Lisesi mi?"
          Boynumu büküp dedim ki,
          —"Tamam o zaman, Fen Lisesi!.."
         Annemi 2004 yılında, seksen iki yaşındayken yitirdim. Babam gibi annemi de hala çok özlüyorum. Üstelik annemle eskiden hiç de anlaşamazdık. En büyük sevinçlerimden biri, ölümünden önceki beş-altı yıl içinde o eski anlaşmazlıkları aşıp karşılıklı olarak birbirimize sevgimizi göstermeyi başarmış olmamız… Var olsun Prozac!.. Yalnız bana değil, anneme de çok yaradı. Tanıdığım herkese tavsiye ediyorum: anne ve babalarımız ihtiyarlıkla birlikte gelişen bir depresyonunun kurbanı oluyorlar ve kimse onlara da anti-depresan verilebileceğini akıl etmiyor. Ben anti-depresan kullanmaya ve yararını görmeye başladıktan sonra annemi de kapıp bir nörologa götürdüm. Durumunu etraflıca anlatınca doktor, hiç tereddüt etmeden aynı ilacı anneme de yazdı. O sayede annem son yıllarını mutlu bir insan olarak geçirdi ve ölümü de fevkalade rahat, adeta kahramanca karşıladı. Huzur içinde öldü. (Merak eden varsa, ben anti-depresan kullanmaya dört yıl kadar önce son verdim. Zira dört yıl kadar önce Yaman Akalın’ın tavsiyesiyle kan grubu diyeti uygulamaya başladım ve o sayede şimdi gerek bedensel gereksel ruhsal sağlığım pek yerinde… )
          1966 yılının Eylül ayında Ankara’nın on kilometre ötesindeki o çırılçıplak tepeye tırmanıp da Behruz Çinici’nin eseri o beton binaları gördüğümde içim cız etmiş miydi? Üzülmüş müydüm mü yaptığım ya da itildiğim seçime? ‘Robert Kolej nere, Fen Lisesi nere?’ demiş miydim? Robert Kolej’in Boğaz kıyısındaki ve orman izlenimi veren o muhteşem koru içindeki yıllanmış görkemiyle, Ankara’ya uzaktan bakan o kıraç tepedeki o çıplak, o soğuk yapılanmayı kıyaslamak pek mümkün değildi elbette. Zaten ben de öyle bir kıyaslama yaptığımı söyleyemeyeceğim. Birincisi, henüz öyle kıyaslamalar yapabilecek yaşta değildim. İkincisi, benim açımdan Robert Kolej konusu çok geride kalmıştı. Yapımda bu da var; öyle ya da böyle bir tercih kullandıktan sonra, geriye bakıp tercihimi öbür türlü niye kullanmadım diye dövünmüyorum. Genellikle dövünmüyorum desem daha doğru olacak. Zira ben de insanım ve dövündüğüm, pişman olduğum birkaç durum, olay filan da var tabii…
          İyi bir okul muydu Fen Lisesi? Herhalde öyleydi. Bunu kesin olarak bilmeye imkan var mı? Bence yok… Kanaatimce burada, Kuvantum Mekaniği’ni, Heisenberg’in Belirsizlik Kuramı’nı filan çağrıştıran bir durum sözkonusu… Tıpatıp aynı zamanda ve tıpatıp aynı süreyle iki ayrı okulda okumadan, karşılaştırma nasıl yapabilir, hangisinin daha iyi olduğunu nasıl bilebilir bir insan? Tıpatıp aynı zamanda ve tıpatıp aynı süreyle iki ayrı okulda okumak da, en azından bilinen evrende olası olmadığına göre, asla bilemez!   
        Bir konu var ki özellikle sevgili arkadaşım Kamil Tanrıverdi’yle konuşup tartışıyoruz. Boşa koyuyoruz, dolmuyor; doluya koyuyoruz, almıyor. Bilen var mı, merak ediyorum; ikimizden başka merak eden var mı, onu da merak ediyorum: Fen Lisesi niye kurulmuştu? ABD Hükümeti, Ford Vakfı filan niye vardı işin içinde? Niye dökülmüştü o milyonlar, yılda epi topu doksan altı mezun verebilecek bir okula? Peki, kurulması için onca emek sarf edildikten, onca para harcandıktan birkaç yıl sonra niye herkes çekmişti elini eteğini okulumuzdan? Müfredatının değişmesine niye izin verilmişti? Mezunlarına niye kimse sahip çıkmamıştı?
        Bu soruların cevabını hala bulamıyor ve şunu söylemek gereğini duyuyorum: benim okuduğum Fen Lisesi kesin olarak nevi şahsına münhasır, özellikli bir okuldu. Müfredatı özeldi, öğretmenleri özeldi, öğrencileri özeldi... O zamanlar öyleydi. Anladığım kadarıyla bu özellikler, bizden sonra yavaş yavaş giderilmiş; yıl be yıl… Sonuç olarak Fen Lisesi artık nevi şahsına münhasır bir okul değil; zaman içinde kendine özgü şahsiyetini güçlendirmek yerine yitirmiş ve bir sürü okul içinden sıradan bir tanesi haline gelmiş. Başka bir deyişle zamana ve ortama ayak uydurmuş. Kendi adıma, tıpkı mimarideki şahsiyet yoksunluğu gibi buna da yazıklanıyorum ben.
          Öyle ya da böyle, kanaatimce şurası kesin: belki ben ona, o bana pek de uygun değildik ama, zamanın o nevi şahsına münhasır Fen Lisesi de hayatımda beni ben yapan olgulardan biri oldu. High School’da veya Robert Kolej’de okumuş olsaydım, çok farklı biri mi olacaktım; çok değişik bir hayat mı sürecektim? Bilmiyorum. Kimse bilemez. Bu sorular ve cevapları önemli de değil… Genetik yapım, yetiştirilme koşullarım, içine doğduğum zaman ve mekan beni Fen Lisesi’ne yönlendirdi ve Fen Lisesi de benim ben olmama katkıda bulundu. Önemli olan bu.
         Herkesin hikayesi farklı elbette. Benimki Mahmut’unkinden, Mahmut’unki Bican’ınkinden, onunki Veli’ninkinden, Veli’ninki Erhan’ınkinden… 1966 girişli doksan altı kişi; tek tek her birimiz kendi genetik yapılarımız, yetiştirilme koşullarımız, içine doğduğumuz mekan ve zaman içinde gerçekleşen, tamamen kendine özgü, eşsiz deneyimlerimiz sonucu buluştuk Fen Lisesi’nde. Bana kalırsa, 1966-1969 arasındaki üç yıl boyunca orada edindiğimiz şahsi deneyimlerimizin her biri de yine kendine özgü, yine eşsiz… Ortak alanlarda bazı şeyleri paylaştık kuşkusuz ve epeyce ortak alan da olduğundan az şey de paylaşmadık. Ancak, özel alanlarımız hep özel kaldı. Dahası, bir araya geldiğimizde ve hikayelerimizi birbirimize aktardığımızda görüyorum ki, ortak alanlarda hep birlikte yaşadığımız bir yığın şeyi dahi her birimiz o zaman da çok farklı algılamışız ve şimdi de çok farklı hatırlıyoruz. Bunda şaşacak bir şey yok… Hatalarımız ve sevaplarımızla hiçbirimiz aynı tornadan çıkma değildik; oraya gelirken de, mezun olurken de. Hiçbirimiz aynı tornadan çıkma değiliz; şimdi de. İyi ki de değilmişiz ve iyi ki de değiliz. Çeşitlilikten korkanlardan değilim ben; tersine, çeşitliliğin tek tek insanları da, toplumları da, insanlığın tamamını da zenginleştirdiği inancındayım.
         Keşke daha çok Fen Liseli’nin hikayesini bilebilseydim. Kısmen bilebildiğim yalnızca üç-beş kişi var: bunların kimisi, okulda fazlaca bir temasımız olmadığı halde sonradan yakınlaştığım  Hayriye gibi, Yaşar  gibi, Arif gibi bizim dönemden dostlar… Kimisi de, Kamil Tanrıverdi, Yaman Akalın ve Cemalettin Nuri Taşçı gibi, başka dönemlerden oldukları halde, yine son on yıl içinde, toplantılar veya listeler vasıtasıyla tanıyıp arkadaş olduklarım… Tabii, tarafımca hikayeleri bilinenler listesinde, sınıf arkadaşlarımdan birkaçı ile dönem arkadaşım kızlardan birkaçının daha olduğunu vurgulamama muhtemelen hiç gerek yok… Hepsini tanımakla fevkalade mutluyum; kendimi şanslı ve ayrıcalıklı hissediyorum. Dinlediğim bütün hikayeler, olabildiğince ilginç, özgün, derinliği olan hikayeler… Dostlarım hikayelerini kısmen de olsa benimle paylaştıkları için minnet duyuyorum.
         Ben de kendi hikayelerimi en rahat Fen Liseli dostlarımla paylaşabiliyorum. Birbirimize her zaman çok yakın duramamış olsak da, birbirimizden çok farklı olsak da, hatta bazen hiç anlaşamasak da kırk üç yıl öncesinden buraya kadar getirdiğimiz bir dostluk bu… Çok kıymetli ve kıymeti her yıl biraz daha artıyor. Başkalarını bilmiyorum ama benim, hala hayatta olan birkaç aile ferdi dışında bu kadar uzun zamandır tanıdığım hiç kimse kalmadı.
         Yolun sonu… Yürüyüş bitiyor. Beşiktaş iskelesinden bindiğim motor Üsküdar’a doğru yol alıyor. Sultantepe tam karşımda… Kısa bir an için küçük evimi ve önündeki bahçeyi görüyorum. "Yaz gelse de bir parti daha versem," diyorum kendi kendime. Kime? Tabii ki Fen Liseli dostlarıma…


6 yorum:

  1. Sevgili Bahar Hanım,
    İnternetten araştırma yaparken tesadüf eseri bloğunuzla tanıştım... Benim sevgili babam da akciğer kanseri :(
    tam 3 ay oldu mücedelemize başlayalı..Maalesef ameliyatımız sizin ki kadar başarılı geçmedi.. Sn. Ilgaz Bey, Sn. Bülent bey doktolarımız... Canım babamın akciğerindeki kitle aort'a tamamen yapışık olduğundan alınamadı :(
    Yarın sabah Acıbadem hastanesine gidip Sn. Mehmet Teomete Bey'den randevu almaya çalışacağım babam için.. Ilgaz bey'in tavsiyesi üzerine... Kemoterapi ve radyoterapi'yi araştırırken sizin bloğununz çıktı karşıma... tüm yazılarınızı okudum... Ne kadar açık, net anlatmışsınız.. Ne kadar güçlüsünüz maşallah... size takdir ve hayranlığımı sunuyorum... Bu hastalığın bir çok evresinden geçmiş ama kendinizden vazgeçmemiş olmanız beni çok etkiledi.. Umarım benim canım babam da sizin kadar güçlü olur ve onu daha fazla yaşatmak, daha iyi yaşatmak için nasıl delice çabaladığımı görüp kendisinden vazgeçmez...Çünkü 6 yaşındaki oğlum ve 3 yaşındaki kızım dedelerini çok seviyorlar... onlarla daha fazla zaman geçirmesini istiyorum... onlardan çok aslında benim babamın varlığını hissetmeye ihtiyacım var..
    Saygı ve Sevgilerimle

    YanıtlaSil
  2. Arzu Efe Gökyokuş

    YanıtlaSil
  3. Arzu Hanım,

    Babanıza ve size bundan sonrası için de iyilikler, kolaylıklar diliyorum. Anladığım kadarıyla her kanser olayı farklı... Ameliyatı benimki kadar iyi geçmemiş olabilir, buna karşılık belki babanızda da kemoterapi bende olduğundan daha etkili olur.

    Bana gelince, çok güçlü değilim aslında. Kanseri yenmek gibi bir iddiam da yok... Yenip yenemeyeceğimi bilmiyorum. Akciğer kanserini yenmek öyle kolay iş değil...

    Ben sadece bu süreçte de kendim olarak kalmaya uğraşıyorum. Gözümü yarına dikip bugünü es geçmemek için çaba sarfediyorum. Bir yandan iyileşemeyeceğim diye karalar bağlamamaya, bir yandan da ille de iyileşeceğim diye büyük umutlara kapılmamaya debeleniyorum. Hoşlukları geleceği saklamak, hazları ertelemek yerine, günü olabildiğince iyi geçirmeyi istiyorum. Kendime hasta muamelesi yapmadan kanseri kabullenmek gibi bir amacım da var...

    Ne var ki zaman zaman bunların hepsi çok zor geliyor. Çok yorucu, çok tüketici bir süreç bu... Özellikle kemoterapi... İnişleri var, çıkışları var... Ayrıca hayata zaten fazlasıyla egemen olan belirsizliği daha da artırıyor.

    Bazen moralim çok bozuluyor. Sinirlerim laçka oluyor. Kendimi yapayalnız hissediyorum. Bazen kendi kendime oturup ağlıyorum. Karamsarlıklara kapılıyorum. Bir an önce ölmeyi dilediğim, ameliyat masasında kalmadığıma kahrettiğim anlar bile oluyor. Diyorum ya, göründüğüm kadar güçlü değilim.

    Babanız da muhtemelen böyle aşamalardan geçecek. Lütfen ona anlayış gösterin ve siz de sakın moralinizi bozmayın. Ben şuna çok inanırım: bir yolculukta önemli olan, varılacak nokta değil ve fakat yolculuğun ta kendisidir. Sizin gibi iyi bir evlat, bu yolculukta çok büyük bir destek demektir.

    İyi yolculuklar ve sevgiler,
    Bahar

    YanıtlaSil
  4. Sevgili Bahar Hn;

    öncelikle yanıtınız için çok teşekkürler...
    sizi tanıdığım için gerçekten mutlu oldum... yaşadığınız süreçte zorlukla geçen zamanlar olsa da gayet insancıl bir şekilde anlatmışsınız duygularınızı... size kesinlikle katılıyor yaşadıklarınızı henüz yaşamamış olsak da tahmin edebiliyorum... işte benim sizde takdir ettiğim nokta da tam burası; günü yaşayabiliyor olmanız... dilerim sevgili babam da sizin gibi bakabilir ilerleyen günlerde yaşayacaklarımıza...

    size kucak dolusu sevgilerimi ve sonsuz saygılarımı gönderiyorum kabul ederseniz :)

    gülümseten günler geçirmeniz dileğiyle,
    Arzu Efe Gökyokuş

    YanıtlaSil
  5. Çok teşekkür ederim Arzu Hanım... Sevgiyi, saygıyı kabul etmemek olur mu hiç? Hele böyle, sizinki gibi bir karşılık beklemeksizin sunulduğunda... Aldım, kabullendim.

    Hastaneye gidebildiniz mi, Mehmet Bey'le görüşüp randevu almanız mümkün olabildi mi? Dilerim her işiniz yolunda gider.

    Ben de yeni bir yazıya başladım. Biraz da kanser sürecinin duygusal güçlüklerine değineyim istiyorum. Yaşadığım duygusal çelişkilere, kimi kabuslara, sürekli korumak zorunda olduğum hassas dengeye...

    Sevgiler,
    Bahar

    YanıtlaSil
  6. Merhabalar Bahar Hanım,

    Evet, Mehmet Bey'e gittim. Bizzat kendisi ile de görüştüm. Maalesef çok çok yoğun olduğunu söyleyip beni başhekie yönlendirdi.Orada da Ocak ayından önceye randevu veremeyeceklerini üzülerek söylediler :(

    Oradan çıktıktan sonra bir kaç hastane daha dolaşıp randevu almaya çalıştım. Ama nafile :(

    Tam ümitlerimi yitirmişken kızkardeşimin eşi arayıp Kartal Devlet Hast. randevu aldığını söyledi. Radyoloji Onkoloğu Dr. ALTAN MARTI...

    Bu sabah babacımla birlikte gittik kendisine... raporlarımıza bakıp hemen kemoterapiye başlayacağımızı söyledi... hatta yakını olduğumuzu ileterek önümüzdeki Cuma gününe randevu almamızı sağladı :)

    Ümidimin tükenmeye başladığı anlarda böylesine güzel insanların, doktor diyemeyeceğim, insanların karşıma çıkması ne kadar güzel...
    Altay Bey sağolsun bizi çok güzel karşıladı... insanı rahatlatan bir ifadesi var... takdir edersiniz, tedirgin bir halde gideriz hastane ya da doktorumuza... ama Altay Bey gerçekten bizi rahatlattı :)

    6 kür kemoterapi verdi... 2-3 kürden sonra duruma bakıp radyoterapiye başlayacağımızı söyledi... metaztas olmaması beni ümitlendiriyor aslında... ancak babama (sigara içmemesi için) sakladığım gerçeği, hastalığının adını verdiğimden beri çok moralsiz görmek hem vicdanımı sızlatıyor, hem de ümidimi tüketiyor :(

    Ama bunu da aşacağız diye düşünerek bunun geçici bir tramva olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyorum...

    İşte tam sizin yazmakta olduğunuz gibi bir şeyler yaşıyoruz... size yeni yazınızda kolaylıklar ve sabır, sağlıklı ve gülümseten günler diliyorum... :)


    Sevgi ve Saygılarımla,
    Arzu

    YanıtlaSil