Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

24 Nisan 2011 Pazar

KANSERLE GELEN KÜÇÜK MUCİZELER

Dün 23 Nisan'dı, malum, çocuk bayramı. Benimse sabah 11'de Kozyatağı Acıbadem hastanesinde onkologla randevum vardı. Randevuya girmezden önce, Salı günü çektirmiş olduğum pet ct sonuçlarını almak için 3. bodrum katta bulunan nükleer tıp bölümüne indim. A, evet... Pet'ten birkaç gün önce çektirmiş olduğum tomografi bu defa doğruymuş meğer. Sağ böbreğimde metastaz var (4 ay önceki tomografide karaciğerimde bir leke görülmüş, ama pet temiz çıkmıştı oysa)... Metastaz yetmezmiş gibi, akciğerimin ameliyattan artakalmış küçücük kısmıyla da zatürre olmayı becermişim. Her zamanki gibi bu sonuca hazırlıklıydım neyse ki... En azından yarı yarıya... Yüzde elli-yüzde elli... Metastaz olmayabilirdi tabii... Ne ki, olmuş işte, olmuş! Ne yapalım! Hayat böyle...

Belki de yine küçük mucizelere tanık olma ve yaşanmış mucizeleri hatırlama zamanıdır, kimbilir. Kanserle gelen küçük mucizeler... Kendimle ilgili olarak kanser sözünü ilk defa geçen yıl 19 Nisan günü duyduydum. Bir süredir nefes alırken, yürürken filan zorlanmaya başlamıştım. Geçen yıl ille Yunanca öğreneceğim diye tutturup her hafta Melissa'nın Kalyoncu Kulluğu sokağı'ndaki evine gitmiyor ve üç kat merdiveni tırmanmıyor olsam belki de farkına varmayacağım bir belirtiydi bu. Ardından, ağzımdan, bir hafta arayla iki kere üst üste, eser miktarda bile olsa kan da gelince Erkan'ı arayıp bir randevu istemiştim. Erkan hemen oracıkta bir ciğer röntgeni çektirmiş ve az sonra filme bakar bakmaz da,

-- "Ya kanser bu ablacığım ya da tüberküloz," demişti. Aynı gün... Yani, 19 Nisan 2010... Aslında o görür görmez anlamış kanser olduğunu da, beni fikre alıştırmak için öyle demiş. O andan sonrası biraz zordu... Önce büyük bir belirsizlik: kanser mi, değil mi? Kanserse eğer, türü ne, hangi evrede? Ameliyatla alınabilir mi, alınamaz mı? Bu arada da bir yığın eziyet... Hastaneye yattım, hastaneden çıktım. Yatarak veya ayakta, sonu gelmez kan tahlilleri, batın ultrasonu, bronoskopi, tomografi, tomografi destekli ince iğne biyopsisi (ah, uzman, sırtımdan gireceği yerde göğsümden sokuverince o kocaman iğneyi ciğerime, nasıl da yandıydı canım ve nasıl da morardıydı zavallı meme ucum; ama şanslıydım ki ciğerim sönmedi; ya da belki mucizelerden biri de oydu), pet-ct, ayrıca beyin için MR, eforlu elektro, zorlu nefes testleri... Kollarım eroinmanların kollarına dönmüş... Zaten çabuk çürüyen etim, bazısı şefkatten yoksun, duyarsız, bazısı yorgun hemşirelerin orama burama kaktırdığı iğnelerle delik deşik ve mosmor... Ağrılar, sızılar içindeyim. 

Bir buçuk ay sonra teşhis doğrulandı. Evet, kanser!.. Sağ ciğerimde tümörler var. Kanser "küçük hücre" tipi değil... Bu iyice bir haber... 2. evre olduğu tahmin ediliyor. Bu da nispeten iyi bir haber... Erkan kararını verdi: ameliyatım. eğer olursa, Siyami Ersek'te yapılacak ve Göğüs Cerrahisi bölüm başkanı Ilgaz Doğusoy tarafından yapılacak. Bu alanda bilinen en iyi ve en cesur cerrah oymuş.

                                           Siyami Ersek'teki odam...

1 Haziran 2010 tarihinde Siyami Ersek'e yattım, Ilgaz bir haftalık bir inceleme sonunda olur vermişti ki, son bir tedbir olarak bir de beyin MR'ı istedi. Hastanede yokmuş. Gittim, dışarıda bir yerde çektirdim. Ameliyat tarihi birkaç gün sonraydı. MR raporu ertesi gün geldi. Raporda diyor ki, beynimde anevrizma varmış! Tabii ameliyat anında ertelendi. Beyninde anevrizma olan, ciğerinin hem de esas aktif olan sağ yarısı tümörlerle kaplı, mediasteni yine tümörlerle dolu, ben yaşta bir hastayı kim ameliyat eder? Muhtemelen Erkan sayesinde, Ilgaz pes etmedi mamafih; ameliyatı durdurmasına durdurdu da, hafta sonunda, bana ait bilumum raporları, filmleri, şunu-bunu toparlayıp gitti. Beyin cerrahı arkadaşlarıyla filan istişare etmişler ve MR raporunda anevrizma olabileceği ima edilen şeyin, iki damarın üstüste binmesinden başka birşey olmadığına karar vermişler. Tabii o 3 günü nasıl geçirdiğimi bir ben biliyorum. Ölümle yaşam arasında tahtarevalli... Ameliyat olamazsam eğer, o akciğerle yaşamam pek mümkün değil... Erkan bana söylemiyor ama, Pınar'a dediği bu...  Zaten öyle olduğu belli...

Böylece 8 Haziran günü ameliyat oldum. Yağmurun şakır şakır yağdığı, her tarafı sellerin bastığı bir sabah, yedi-sekiz saat süren bir ameliyatla sağ akciğerimin tamamı alındı. Erkan haklıymış: Ilgaz olmasa, kimse, akciğerimin, her yanını tümörler sarmış olan o sağ yarısını almaya yanaşmaz; hatta beni açtıkları gibi kapatır ve sonra da taburcu ederlermiş.

Buraya kadarı sıradan bir hastalık hikayesi... Ama daha bu aşamada bile işin içinde küçük mucizeler var... Öyle tuhaf şeyler ki, zaman zaman aklım almıyor. Sanki evren, bana tuhaf, karmaşık, anlaşılmaz bir oyun oynuyor. Önce, bizzat Erkan var mesela... Erkan hayatımda olmasa, ben o belirtilerle katiyen hastaneye, doktora filan gitmezdim. Ne hastalanmayı severim, ne hastane ne doktor... Hatta hastalıklardan da, hastanelerden de, doktorlardan da biraz nefret ettiğim bile söylenebilir. Erkan başta birkaç tanesi hariç... 

Erkan, göğüs hastalıkları uzmanı ve bize, rahmetli annemin bir armağanı... Esasında, GATA'da, annemin hastalığının teşhisi ve tedavisiyle uğraşan doktorlardan biriydi. Ve anneme o kadar iyi baktı, annem de onu o kadar sevdi ki, ölürken kendisini  "oğul" ilan ederek, ardında yapayalnız bırakacağı iki kızıyla tek torununu da bir anlamda ona emanet etti. Erkan da görevini fevkalade ciddiye alıp annemin cenazesinin kaldırılmasından başlayarak o gün bu gün hep yanımızda oldu. Nitekim, annem vefat ettikten bir gün sonra, arabasıyla beni alıp neredeyse bir tam gün boyunca, oradan oraya giderek bütün gömü işlemlerini sabırla, adım adım yaptırtan da oydu, bir gün sonra tabutun başında bekleyen de yine o.
      
Mucizelerimden biri, belki de en önemlisi Erkan elbette; ama tek mucizem o değil... 19 Nisan öncesi ve sonrası, kimisini çok uzun zamandır görmediğim bir yığın insan, eş-dost, konu-komşu, sayısı çok kısıtlı olan akrabalarım, durup dururken, birer-birer, tekrardan hayatıma girdiler mesela. Bu yaşta olacak iş değildir genellikle ama, çok hoş yeni arkadaşlar da edindim. Her biri de, şu ya da bu zamanda, tam da onlara ihtiyacım olduğunda ya gelip yanımda durdular; ya elimi tuttular, ya beni oraya-buraya taşıyıp geri getirdiler, ya eğleneyim-oyalanayım diye yemeklere götürdüler, ya benim için yemekler pişirdiler, ya pişirdikleri yemekleri evime kadar getirdiler, ya ilaçlarımı temin ettiler ve bana ulaştırdılar, ya çeşit çeşit işlerimi gördüler, ya neyin gerektiğini, canımın neyi çektiğini sorup onlarla çıkageldiler ya da, uzaktaysalar eğer, telefonlar ederek, yazarak, sürekli arayıp sorarak büyük moral destek oldular. Teşhis sürecinde de, ameliyat öncesi ve sonrası hastanede de, kemoterapi sürecinde de hemen hemen hiç yalnız kalmadım. İnanılmaz olan, kimseden yardım istemek zorunda da kalmamamdı. Birine, bir desteğe ihtiyaç duyduğumda, birdenbire ya telefonum ya da kapım çalıyordu ve birinden biri bana neye ihtiyacım olduğunu soruyordu. Akıllara seza bir durumdu.

O durum hala sürüyor.  Ben de hala şaşıyorum olup bitene. İnsanları severim, ama biraz uzak dururum. O yüzden de insanlar beni pek de sevmezler zannediyordum. Meğer seviyorlarmış. Tamamı değil belki ama, benim en çok sevdiklerim... Seviyorlarmış, hem de çok seviyorlarmış. Bunu anlamış olmam da, bence bir mucize... Kanser olmasaydım eğer, bunu bilmeden ölebilirdim.

Sonra beyaz güvercinler var... Pınar da görür onları... Hayatımızda önemli bir olay oldu mu, beyaz güvercinler görürüz biz. Bazen gelir penceremize konarlar, bazen oturduğumuz bir mekanda karşımıza çıkıverirler. Bir keresinde, çok zorlu bir dönemmde alışveriş için Capitol'e gitmiştim mesela; o zamanlar orada, bir tek sinema katındaki fuayede sigara içilebiliyordu  (sigarayı daha bırakmamış olduğuma göre, demek ki üç yıldan fazla bir zaman önceymiş). Ben de sinema katına çıkmış, fuayede, pencere kenarı bir masaya oturmuş, kara kara düşünerek bir sigara yakmıştım ki tek bir tane de değil, tam beş tane beyaz güvercin gelip hemen önümdeki denizliğe kondu...  Tepelikli-tepeliksiz, çeşit çeşit ve bembeyaz beş güvercin... Kalakaldığımı, "A!.. Ama bu kadarı da fazla artık! Neler oluyor?" diye düşündüğümü biliyorum. Geçen yıl da, tam o 19 Nisan günü, eve dönüp bir nefes almak için bahçeye çıktığımda, yine, tepede uçuşan iki-üç tane beyaz güvercin gördüm. Sanki ağaca konmuşlardı da, beni görünce havalandılar ve üstümde birkaç tur attıktan sonra gittiler diye hatırlıyorum. Beyaz güvercin görünce, niyeyse, içim ferahlıyor benim.

Bir başka küçük mucize de ameliyathanede gerçekleşmişti. 8 Haziran günü, sabah erkenden sedyeyle ameliyathaneye indirdiler beni. Bir süre koridorda bekletildikten sonra içeri alındım. Sedyeden ameliyat masasına aktarıldım. Ameliyathanede iki kişi vardı. Hazırlık yapıyorlardı. Süre uzadıkça uzuyordu. "Ne bekliyoruz?" diye sordum. Dışarıda çok şiddetli bir yağış olduğunu, birçok yeri su bastığını, Ilgaz'ın da Göztepe köprüsünün altında mahsur kaldığını ve onu beklediğimizi söyledi birisi. Beklemeye devam ettik. Birazdan, ameliyathanenin içinde bir radyo çalmaya başladı. Türk sanat müziği çalan bir kanaldı. Emel Sayın hiç bilmediğim bir parçayı söylüyordu. Emel Sayın, rahmetli babamın en sevdiği şarkıcıydı. Ankara'da otururken Cumartesi akşamları bazen Sıhhiye'deki orduevine yemek yemeye giderdik. Dönemin bir çok ünlü şarkıcısı orada sahne alırdı. Emel Sayın da onlardan biriydi. Güzel bir kadındı, çok güzel. Babamın ona olan ilgisi başlangıçta annemi üzmüştür belki; ama babam emekli olduktan sonra durum değişti. Emel Sayın televizyona çıktığında, babam eğer salonda değilse, annem, "Cemal, gel bak! Seninki çıktı," der oldu. Buna karşılık Erol Evgin ekranda boy gösterdiğinde, bu defa babam annemi çağırıyordu. Annem, arada bir, Erol Evgin'i oğlu gibi sevdiğinin altını çizmekten geri durmuyordu tabii. Babamınsa Emel Sayın'a ilişkin buna benzer bir iddiası yoktu zannedersem. Varsa da ben hiç duymadım.

Ameliyathanede üşümeye başlamıştım. Ortada dolaşıp duran insanlara, "Üşüyorum ben," diye seslendim. Gelip ameliyat masasını ısıttığı anlaşılan bir takım düğmelerle oynadılar. Masa ısınınca üşümem geçti. O sırada radyoda "Nasıl Geçti Habersiz" çalmaya başladı. Babamın en sevdiği şarkı... Çünkü içinde hem "bahar" kelimesi geçiyor, hem "pınar..." Hem ben hem kardeşim... "A, ne rastlantı," diye düşündüm. Bir sonraki şarkıda iş iyice tuhaflaştı. Bu defa çalınan, "Huysuz ve Tatlı Kadın" idi ki bu da babamın, başlığını ya da nakaratını annemle eşleştirerek sevdiği ve sıkça mırıldandığı bir şarkıydı. Sonra üçüncü şarkı başladı. "Mihrabım Diyerek..." Stelios'un, ben programını internet üstünden dinlemeye başladıktan hemen sonra Radyo Sto Kokkino'da çaldığı ilk Türkçe şarkı... "E, bu kadarına da pes yani! Babam, annem, Stelios; üçü de burada adeta!" diye düşünürken, narkoz etkisini göstermiş olmalı. O sabahtan son hatırladığım şey, o üçüncü şarkı çünkü...

İşte böyle... Ciğer kapasitem çok azaldığı için bundan böyle artık herhangi bir ameliyat olmama imkan yokmuş. Akciğer, kanı bütün bedende deveran ettiren organ olduğu için de, metastaz olasılığı her daim çok yüksekmiş. Akciğer kanserlerinde, teşhisten sonraki 5 yıl içinde yaşama oranı o yüzden yüzde 14'ü geçmiyormuş. Şimdi böbreğimde metastaz var... Var ama, ameliyat olamayacağım. Yine kemoterapi yapılacak. Kemoterapi çok zor... Geçen yıl 19 Nisan'dan bugüne kadar yaşadıklarım içinde bana en zor geleni kemoterapi oldu. Kemoterapi insanı insanlığından ediyor. Bütün gücünü elinden alıyor. Yerlerde süründürüyor. O kadar ki, birkaç kere, birkaç yakınıma, "Bunu yaşayacağıma, keşke masada kalsaydım," diye sızlandığım dahi oldu.  Özellikle ikinci kürden sonra... Üçüncü kür... Hele dördüncü kür... Dehşet! Kan değerleri düştükçe düşüyor. Ağrılar artıyor ve zaman zaman dayanılmaz bir hal alıyor. Yorgunluk, depresyon... Bir yandan iyi beslenmek gerekiyor; ama ne iştah kalmış insanda ne de alışveriş yapacak, yemek pişirecek takat... Arkadaşlarım, sağ olsunlar, var olsunlar, eksik olmasınlar, beni hiç yalnız bırakmadılar ama, sürecin tamamında kesintisiz olarak yanımda bulunan biri yoktu tabii... Benim hayatımın realitesi bu... Dolayısıyla tek tek herkes, olayın yalnızca bir parçasına tanık oldu. Şu ya da bu gün... Şu ya da bu saatler arası... En düşkün hallerimi de hiç kimse görmedi. O yüzdendir ki bazılarına, bana verilen ilaçlar başkalarına verilenlerden daha hafifmiş gibi geldi. Halbuki değildi. Bugün bunu Erkan da doğruladı. Öyle birşey yok... Ben de herkese ne veriliyorsa onu aldım.  Herkesin yapısı bir değil kuşkusuz... Ben biraz tuhafım. Birçok insandan daha dirençliyim. Hatta uzaylı filan gibiyim. Bilenler bilir; zor hastalanır ve çabuk iyileşirim. Yine de kemoterapi beni bile yere vurdu. Yerden yere vurdu. Hem de nasıl!..


Geçen sefer verilenler, akciğer tümörlerini hedef alan ilaçlarmış. Bu defa böbrek tümörlerini hedef alan bambaşka bir ilaç vereceklermiş. Dolayısıyla bu defakini daha iyi tolere edebilirmişim. Olabilir, belki de ederim. Sonuç itibariyle aynı sürecin içindeyiz ve benim küçük mucizelerim hala kendilerini göstermekteler. Kanserle gelen, küçük ama harikulade mucizeler... Bugün baktım mesela, pembe orkidem üçüncü defadır açmaya hazırlanıyor. Daha ikinci dalının çiçekleri üstündeyken... Geçen yıl ameliyattan evvel ben, "En sevdiğim çiçek orkide ve kimse bana orkide almadı bugüne kadar!" der demez Güher'in koşup aldığı ve Siyami Ersek'e getirip kapıdaki güvenliği de "Plastik bunlar!" diye kandırarak içeri soktuğu ve o gün bu gün gönlümü şenlendiren pembe orkidem... Baktım, yandan bir dal daha vermiş. Ben 10 Mayıs'tan sonra kemoterapiye başladıktan az sonra herhalde iki dalında da çiçekler olacak. Bir mucize daha!    

                                                 

21 Nisan 2011 Perşembe

PORTOFİNO'DA AŞK VE KAVGA

İlk gençliğimde Dalida'nın I Found My Love in Portofino adlı şarkısı da herkesin dilinde olan üç-beş şarkıdan bir tanesiydi. Ben de çok severdim.

Sonra sırf bu şarkı yüzünden bir yaş günümde ki galiba 35'inciydi, upuzun, yorucu ama unutulmaz bir yolculuk yaptım. O zamanki eşimin bana yaşgünü hediyesi bir bu yolculuktu, bir de minicik sedef bir sepet... Fikir çok hoştu doğrusu, inkar edemem. Yolculuğun ilk ayağı, o sıralar çalıştığım uluslararası reklam ajansı tarafından üç-beş aylığına geçici bir görevle gönderilmiş olduğum Milano'dan Cenova'yaydı. Şimdi nasıldır bilmiyorum; o zamanlar İtalya'da tren bileti aldığınızda, özel olarak istek belirtip ekstra para ödemezseniz eğer, biletiniz numarasız olurdu. O sıra biz bunu bilmiyorduk. Dolayısıyla, benim ara sıra, yani boş buldukça iliştiğim ve sahipleri gelir gelmez terk ettiğim birkaç yer sayılmazsa, beş saat boyunca ayakta yolculuk ettik...

Yol boyu manzara güzeldi. Cenova ise büyük hayalkırıklığıydı. Biz, İstanbul'un Cenevizli geçmişinden hareketle, bir takım Ceneviz meyhaneleri, daha doğrusu o meyhanelerin aslını bulacağımızı zannederken, karşımıza çıkanlar yalnızca McDonalds'lardı. Günlerden pazardı ve McDonalds'lar dışında her yer kapalıydı. Bir umut, yürüye yürüye sahile ulaştık ve şaşkınlıktan kalakaldık. Sağ tarafta büyükçe ve hareketli bir ticari liman, solda şehir... İlle ve lakin deniz kıyısında hiçbir şey yok... Denizin kıyısı neredeyse bomboş... Sadece kıyı boyuncu uzanan genişce bir cadde ile kaldırım... Denizin tam kıyısında olan bir park bile yok... Herşey, söz konusu caddenin denize uzak sol tarafında...



Yaş günüm diye süslenmişim ve ayağımda topuklu papuçlar var... Böyle uzun bir yolculuk yapacağımızı ve yürüyerek böyle upuzun yollar katedeceğimizi bilmediğimden kıyafetim koşullara uygun değil... Çünkü bu bir sürpriz... Malum, erkekler sürprizleri severler. Kadınlarsa pek sevmezler. Çaresiz, yürüyoruz.  Ben yorgunluktak ölecek hale geldim. Sonunda ikimiz de giderek gerildik ve kavga etmeye de başladık. Çok kavga ederdik zaten. Sonra bir yerlerde, galiba bir parkta bir mola verdik. Ardından, yanlış hatırlamıyorsum eğer, bir vasıta bulup Portofino'ya gittik. Az ötede bir yerdeydi zaten o da. Ama artık o kadar yorulmuş ve o kadar bunalmıştık ve öyle açtık ki, Portofino'nun tadını hiç çıkartamayıp, gittiğimiz gibi geri döndük... Yine tren, yine ayakta beş saat ve Milano... Tuhaf, ama unutulmaz bir yaşgünüydü doğrusu...  Çok başarılı olmasa da çok romantik... Zaten ancak böyle tuhaf olan günler unutulmaz oluyor, insanın zihnine kazınıyor. 



İkinci eşimden ayrılalı onbir yılı geçti... Kendisi o zaman bu zaman Londra'da yaşıyor. Biz pek anlaşamadık ama, esas itibariyle iyi bir insan ve iyi dosttur. Hastalandığımdan beri sıkça arıyor, telefonda görüşüyoruz. Minik sedef sepet hala duruyor. Lavabonun hemen üstündeki mutfak penceresinin denizliğine dizili birkaç beyaz sedefim daha var; onların arasına koymuştum. Gerçi, geçen yıldı galiba, Solmaz bir gün temizlik yaparken camı hızla açınca lavabonun içine düşmüş ve kolu kopmuş, ama olsun.... Mutfağa girip çıktıkça, o tuhaf, o ilginç, o romantik günü hatırlatıyor bana. Ve daha bir yığın şeyi... Hatırlıyor ve böyle acaip ama güzel anılarım olduğu için mutlu oluyorum.    

12 Nisan 2011 Salı

KAHKAHALARLA ALKIŞLAR

İlginç bir gün oldu bugün. Çok eğlendim ve ondan sonra da, galiba esas itibariyle kendi kendime çok eğlenebildiğim için, hiç tanımadığım bir grup insan tarafından ciddi ciddi alkışlandım.

Geçen yıldan beri  Yunanca öğrenmeye çalışıyorum. Bu yıl derslerim Pazartesi ve Çarşamba günleri saat iki ile beş arasında, Yunan Konsolosluğu'nun İstiklal Caddesi üstündeki mekanında... Bu günlerde evden onikiyi biraz geçe çıkıyor; Sultantepe'nin malum merdivenlerinden inerek rıhtıma varıyor; motorla Kabataş'a geçiyor; biraz yürüyüp fünikülere ulaşıyor; ondan sonra da birkaç dakika içinde Taksim'de oluyorum. Metro asansörü Taksim meydanına çıktığında, saatim biri biraz geçtiğini gösteriyor. Karnım açsa, ya Duran'da güzel bir sandöviç ya Saray'da tavuklu  pilav ya da esnaf lokantalarından birinde bir sebze yemeği yemek için bir mola veriyorum. Bu da bittiğinde, dersin başlamasına en az yarım saat kalmış oluyor.

O yarım saatlik süreyi, son günlerde, Demirören Alışveriş Merkezi'nde geçirmeye başladım. Yeni açıldı ya, işte o! Şişmanoğlu Konağı diye bilinen güzelim Yunanistan konsolosluk binasının birkaç adım berisinde... Heyula gibi bir bina... Ağaoğlu Camisi'nden Emek Sineması'nın sokağına kadar uzanıyor. İnşaatı sürerken ve çevresi henüz panolarla kaplıyken, eski bir binayı restore ya da renove ettiklerini zannetmiş ve keyiflenmiştim. Ne var ki, panolar kaldırıldığında ortaya çıkan görüntünün pek de hoşuma gittiğini söyleyemem. O devasa bina, sahici gibi, birşeyin aslı gibi durmuyor da, şişirilmiş bir taklit gibi duruyor. Neyin taklidi? O da pek belli değil... Karmakarışık, eklektik, üslupsuz bir yapı... Sanki bir üslubu varmış hissini veriyor; ama biraz yakından bakınca, yok; öyle birşey katiyen yok... Mamafih, dışı böyle ama, içi ferah... Sokak seviyesinin altındaki üç katına elektronik eşyaların, bilgisayarların, telefonların, beyaz ev eşyalarının, mutfak malzemelerinin satıldığı bir hipermarket yerleşmiş. Geçtiğimiz hafta bir flaş bellek almak için ve biraz da bakınmak için o katları tavaf etmiştim.

Bugünse, tam karşısındaki Saray Muhallebicisi'nde, dün yeniden ağrımaya başlayan boğazıma iyi gelir umuduyla tavuk suyu çorbamı içtikten sonra, üst kata çıkmaya karar verdim. Birinci katta birkaç giyim mağazası, ayakkabıcılar filan... İkinci katta ise koskocaman bir kitapçı-kırtasiyeci, güzel bir pizzeria ve bir de "cine-motion..." Bu sonuncusu ilgimi çekti. Uzay gemilerini andıran kapsülünün kapısı henüz açıktı. İçeride dört sıra halindeki üçlü koltuklara yerleşmiş insanlar... Kapının hemen üstünde bir televizyon ekranı... İçeriyi gösteriyor. Gişemsi banketin ardındaki sevimli delikanlılara, "Bu nedir" diye sordum, "Kaç dakika sürüyor bu?" Bir simülasyon aletiymiş. Dört tane filmi varmış. Anladığım o ki, kapsüle girip bir koltuğa yerleşeceğim, gözüme üç boyut gözlüğünü geçireceğim ve kapsülün olduğu yerde sallanıp sarsılmasıyla güçlenen bir yanılsama sonucu, birkaç dakika boyunca, filmin içinde yaşıyormuşum, filmin kahramanıymışım gibi bir hisse kapılacağım. Hoş! "Tamam, ben de girmek istiyorum. Yer var mı?" Bir kişilik yer varmış ama, banketin ardındaki delikanlılar beni en arkadaki o kultuğa oturtmak istemediler. Üç buçuk dakikalık bu seansın sona ermesi için beklememi ve başka bir film seçip ön sırada bir koltuğa oturmamı önerdiler. "Peki!.."

Seans sürerken yukarıdaki ekrandan içeridekileri gözledim. İçeride oynayan film, afişinden gördüğüm kadarıyla bir uçak yarışı... Seyircilerinde hiçbir hareket yoktu. Hatta kimsenin yüzünde bir ifade bile yoktu. Öyle sakin sakin karşıda bir yere, yani tabii ki bir ekrana bakıyorlardı. Yalnızca ön sıradaki bir genç adam, sona doğru, uçağı kendi kullanıyormuş da durdurmuş gibi bir takım hareketler yaptı. Az sonra kapı açıldı. Seyirciler çıktılar. Daha önce konuştuğum güleryüzlü delikanlılardan biri beni içeri buyur etti. En öndeki koltuklardan tam ortadakine yerleştim. Delikanlı, elime bir üç boyut gözlüğü tutuşturduktan sonra, "Hazır mısınız, başlayabilir miyiz?" diye sordu. ""Şaşkın şaşkın hazır olduğumu söyledim. Şaşkındım, çünkü içeride benden başka kimse yoktu. Dışarıda da kimse yoktu. Halbuki, yürüyen merdivenle yukarı tırmanırken farketmiştim; bir önceki seans için bekleyen bir yığın insan vardı. Bu sefer benden başka kimse yoktu, ama film yine de oynayacaktı. Kapı kapandı. Görüntüler akmaya başladı.

Galaksinin bir ucunda bir 'roller coaster...' İçinde bulunduğum araç hızlandı ve önündeki ilk yokuşu tırmanmaya koyuldu. Olmadı! İvmesi yetmedi!.. Biraz gerileyip yeniden hız aldı, aldı ve fırladı! Yıldızların, gezegenlerin, astreoidlerin arasına ustalıkla yerleştirilmiş sanal raylar üstünden yukarılara doğru hızla tırmanışa geçtik. Tırmanış güzeldi, ama henüz kendimi tam anlamıyla kaptırmış değildim.  Zirveye yaklaşırken olanlar oldu: artık hazırdım ve rayların ulaştığı en yüksek noktaya varıp da dibi görünmez bir boşluğun içine doğru düşercesine inişe geçtiğimizde, yanılsama gerçekliğin yerini aldı . O noktadan itibaren kendimi gerçekten o aracın içinde hisseder oldum. O kadar ki, o çarpıcı inişin etkisiyle zaman zaman küçük kahkahalar veya çığlıklar atmaya başladım ve giderek kendimi iyice kaptırdım. Kimi noktalarda yüreğim gerçekten ağzıma geldi ama, bundan bile zevk aldım. Beş dakikanın sonuna doğru, sanal başlangıç istasyonuna hızla geri dönüp de duvara çarpmak üzereyken güzel bir manevrayla aniden durduğumuzda, keyiften ellerimi çırpmaya başladım. Sonra ışıklar yandı. Kapı açıldı. Kapının önündeki hareketli merdiven bana doğru yaklaştı. Az önceki delikanlı kapının hemen yanında bekliyordu. Onun ardında da bir sonraki seansın seyircileri...

Bir kahkaha daha atarak delikanlıya dedim ki, "Çok güzeldi bu, çok eğlendim." Sonra merdivene doğru hamle ettim ve "Bana yardım eder misin?" diye sorup elimi delikanlıya uzattım. Delikanlı elimi tutunca, bir kraliçe gibi indim kapsülden. Ağır ağır ve gülümseyerek... Bir sonraki seansın, muhtemelen az önceki serüvenimi ekrandan izlemiş olan seyircileri de bana bakarak gülümsemekteydiler ki birden bir alkış koptu. Hepsi birden beni alkışlamaya koyuldular. O kadar mutlu oldum ki, zemin kata indiğimde yüzüme yerleşen gülücük hala yerindeydi ve gözgöze geldiğimiz bir adam kendisine gülümsediğimi zannetti ve bana bakakaldı. Olsun! Ne zararı var?

Sonra konsolosluğa gidip sınıfa girdim. Ders henüz başlamamıştı. Sınıf arkadaşlarıma olanları anlattım. Hülya, bir başka filme birlikte gitmeyi önerdi. "Olur!" dedim. O dört filmin kalan üçünü de göreceğim. Hatta belki hepsini birer kere daha göreceğim.

Dersten sonra ağır ağır yürüyerek Kaktüs'e gittim. Hüsna beni bekliyordu. Yıllardır girmemiştim Kaktüs'e. Hiç değişmemiş. 



   

 
         

4 Nisan 2011 Pazartesi

BAHARIM VE PERİŞAN SAÇLARIM

http://www.youtube.com/watch?v=wTAaQuNn-Z4&feature=related
Babacığım bu şarkıyı çok seviyordu. Henüz Bakırköy'de oturuyorduk zannedersem. Ben henüz okula başlamamış olmalıyım, Pınar da henüz doğmamış olmalı... Babam o sıralar Akademi sınavlarına hazırlanıyordu herhalde. 'Radyo Günleri'ydi... Buzdolabımız, çamaşır makinamız yoktu henüz ama bir radyomuz vardı. Babam boş zamanlarında cazır cuzur istasyon arardı. En çok TRT İstanbul radyosunu dinliyorduk elbette... Müzik güzeldi... O zaman bu zaman aklımda kalmış bir yığın parça var... Bu da onlardan biri... Radyoda bu çalınırken babamın eşlik ettiğini de hatırlıyorum. Bir hatıram daha var: bir resim yapmıştım. Bir oda... Ortasında bir karyola... Karyolada yatan hasta bir kız çocuğu... Kızın saçları karman çorman... Yerde saçaklı bir kilim, belki de halı... Babama resmi gösterdim. Beğendi, ama kızın saçlarına çok güldü... "Niye böyle bu saçlar?" diye sordu bana. "Hasta ya, taramamış!" dediğimi, ama saçları öyle yaptığım için utandığımı hatırlıyorum. Şarkının içindeki "perişan saçlar" ve sonundaki "baharım" sözcükleri mi şimdi, elli beş yıl önce yaptığım o çocuksu resmi hatırlamama yol açtı acaba?