Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

4 Ağustos 2011 Perşembe

AKILLI MOLEKÜLLER, HARİKA DOKTORLAR, CAN DOSTLAR VE HAYAT

Kemoterapiyle işim bitti. Artık kemoterapi görmeyeceğim. Yani galiba... En azından şimdiki tümörler için... Sonrasını bilmiyorum. Aslında bunu Mehmet Bey'e sormalıyım: kemoterapiyle ilişkim tamamen mi kesildi, ömür boyu mu; yoksa  sadece şimdilik mi? 
      Bir açıdan bakıldığında iyi haber sayılabilir tabii bu... Kemoterapiyle işimin bitmesinden bahsediyorum. Başka bir açıdan bakıldığında ise haberler çok da iyi sayılmaz. 22 Temmuz'da çekilen tomografiye bakılırsa, fazlasıyla acılı geçen şu son üç kemoterapi kürüne rağmen tümörlerim küçülmemiş; hatta biraz da büyümüşler! Yani burada yarısı dolu, yarısı boş bir bardak hikayesi yok! Bardak hala boş! Yine de bakış açısı  muhtelif... Mamafih bakış açısı meselesini asla küçüksememek gerek... Çok sıkıntılı ve şahsi çabayla işin içinden çıkılamayacağı anlaşılan durumlarda bile ben genellikle şöyle düşünürüm: "Ben ne yaparsam yapayım, hayat yine kendi bildiği gibi sürüp gidiyor işte. O öylece sürüp giderken  benim yapabileceğim, olan bitene, ya ağlayarak bakmak ya da gülerek! Anlaşılan kullanabileceğim tek tercih de zaten bu! Buyrunuz, tercihinizi yapınız efendim!" Bunu düşünmesine düşünürüm ve çoğu zaman gülmeyi tercih ederim de, her zaman değil... Her zaman olmuyor. İstesem de olmuyor.           
          Mehmet Bey'le randevum Temmuz'un 21'indeydi. Yine bir Perşembe günü... Leyla'cığım da ne zamandır hastaneye giderken bana refakat etmek istiyordu, ama ya seyahatte olduğundan ya meşgul olduğundan bu isteğini bir türlü gerçekleştiremiyorduk. Bu defa becerdik. Hastanenin kafesinde buluştuk. Birer çay içtik ve  ardından yukarı çıktık. Mehmet Bey de blogumu okumuş. Biz odasına girdikten ve yerlerimizi aldıktan hemen sonra, eksik olmasın, cep telefonunun numarasını yazıp elime tutuşturdu. Artık "Onkoloğuma ulaşamıyorum," diye ağlaşamayacağım yani; çünkü artık onkoloğumun cep telefonu da cep telefonuma kayıtlı... 
           Biraz sohbet ettik. Mehmet Bey her zamanki gibi şakacıydı ve Leyla'yı da gözünden yaş gelinceye kadar güldürdü. Benim bazen fazlasıyla yüksek perdeden çıkıveren kahkahalarımsa, bir defa daha bir hastannenin duvarlarında yankılanmış oldu. Mehmet Bey'i görünce iyileşiyorum galiba. Keza Erkan'ı her gördüğümde  de iyileşiyorum. Ilgaz'ı görünce de iyileşirdim.  Bir keresinde Erkan, Siyami Ersek'te beni ziyarete gelmişti. Bunu duyan Ilgaz da odaya uğradı. Biri oturuyor, biri ayakta; bense yatakta yatmaktayım. Onlar konuşuyor, ben susmuş dinliyorum. Birden gözlerim kamaştı... Tuhaf bir hisse kapıldım. Sanki bir mağaradaydık ve sanki o mağaranın duvarlarına kehribar rengi ve koyu yeşil kıymetli taşlar gömülüydü. Mağara bir yerlerden ışık alıyordu ve taş duvarlar ışıl ışıl yanıyordu.  Ciddi söylüyorum. Tıpatıp böyle oldu. Kısa bir an için böyle bir yanılsama yaşadım. Tuhaf bir olaydı... Hani, böyle şeyleri sık yaşayan, ruhani biri olsam iyi de; değilim ki!.. Tuhaflık esas orada!.. Kehribar rengi ve koyu yeşil o ışıklar zaman zaman hala gözümün önüne geliyor. Gelince de hala kendimi iyi hissediyorum. ve hala "Nasıl bir olaydı o öyle?" diye şaşırıyorum. 
           Annem derdi ; çocukken de sevdiğimiz doktoru görür görmez iyileşirmişiz  biz; hatta daha görmeden, adını duyar duymaz, gelip bizi göreceğini öğrenir öğrenmez... Hem ben hem de Pınar...  Ben de hatırlıyorum. Profesör  Dr. Kemal Önen babamın yakın arkadaşıydı. Çok da iyi bir dosttu doğrusu. Özellikle babam görev nedeniyle uzaktayken, ateşimiz başa çıkılamayacak kadar yükseldiğinde veya açıklanamaz, şiddetli ağrılarımız-sızılarımız filan olduğunda, annem ne yapsın, akıl danışmak için onu arar ve o da telefonla akıl vermek yerine, sanki ünlü bir nefroloji uzmanı değil de aile hekimiymiş gibi koşar gelirdi. İşin komiği, Kemal Amca'nın yola çıktığını duyar duymaz ikimizin ateşinin de düşmesi; ağrılarımızın  filan da geçivermesiydi. Bu durum annemi biraz utandırıyordu haliyle. Koskoca profesörü, aspirinle halledilebilecek bir ateş, olmayan ağrılar ve sızılar için ayağına çağırmış gibi hissediyordu kendini. O gidince bize hafiften çıkışıyordu. Çıkışıyordu ama, bizim de yapabileceğimiz birşey yoktu.  Annem de bunu biliyordu. 
        Bir ara Voltaire'in bir sözüne takmıştım: "Tıp sanatı, doğa hastalığını iyileştirinceye kadar hastayı eğlendirerek oyalamaktan ibarettir," mealinde birşey... Bana çoğu zaman çok doğru gelmiştir bu söz! İşin içine teknolojinin yoğun olarak girdiği çağımızda bile hala kısmen de olsa geçerli olduğunu düşünüyorum. Bazen öyle doktorlarla karşılaşıyor ki insan, onlarla konuşmak bile istemiyor. Zaten onlar da sizinle konuşmuyorlar. Başlarını öne eğip verilerinizi inceliyor ve sizi işe hiç katmadan hakkınızda bir hüküm veriyorlar. Öylelerinin karşısında zavallı bedenimi, birbiriyle alakasız parçalardan oluşan bir makina gibi hissediyorum. Hatırlamak bile istemediğim kötü bir his bu... O doktorları bir daha görmüyorum zaten. Esasında, özellikle son yedi-sekiz yılda kendime iyi bakar olmuştum ben. Sırf o türden doktorlarla muhatap olmayayım diye... İyi bakar ve pek de hastalanmaz olmuştum, ta ki kanser yakama yapışana kadar! Neyse ki şimdi mucizeler zamanındayım. Küçük aksilikler de hala var ama, dönemin asıl belirleyicisi yine de küçük mucizeler!.. Hala öyle... İyi ki öyle!
           Mehmet Bey tomografi istedi ve ayrıntılı kan tahlilleri... Leyla'yla çıktık, önce  3. bodrum kata inip tomografi randevusunu aldık. Hemen ertesi güne verdiler. Saat 12'de tomografiye gireceğim. Altı saat öncesinden itibaren hiçbir şey yememem gerek... İki saat öncesinden hastanede olacağım ki, elime tutuşturacakları 1,5 litre ilacı yavaş yavaş içebileyim.  Tamam! Bu işi hallettikten sonra 1. kattaki kan birimine gittik. Damar yolu açılırken genel olarak fazla hırpalandığım için, son zamanlarda en korktuğum işlemlerden biri kan vermek...  Zatan sağ kolumda bir damar, bir buçuk ay önce yapılmış olan kemoterapi yüzünden  hala sert ve o kısımdaki deri kösele renginde... Solda ise, üç hafta önceki kemoterapi sırasında deri altına kaçmış olan ilaç var... Orada da deri yine kösele rengi... Üstelik içinde küçük yanıklar belirip kayboluyor. Niye oluyorsa, ara sıra çok canım yanıyor o ilaç yüzünden... Hala hem acısı var hem ağrısı... Acısı yanık acısı gibi... Giderek hafiflese de hep orada... Ağrısı  ise ya sinir ağrısı ya da kemik... Sanki deri altına kaçmış olan kimyasallar ara sıra gidip bir sinirle ya da kemikle temas ediyorlar. İnsanı bağırtacak bir ağrı... Kemoterapide olabileceğinden en çok endişe ettikleri şey buymuş meğer. Neyse ki Mehmet Bey, ilacın yayılmasının durmuş olduğunu söyledi ve iki merhem yazdı.  Akşamüstü Kuzguncuk'a gidip onları da alacağım. (Merhemleri aldım. Ağrılar ve sancılar ondan sonra epeyce hafifledi, yanıklar geçti, ama bileğimdeki kösele rengi o koskoca leke biraz solmuş olsa da duruyor.)
           Serviste beni, yani damarlarımın hassasiyetini hatırlayan bir hemşire hanım vardı. Ertesi gün tomografi de yaptıracağımı öğrenince, ilk iş, "İsterseniz yarın alalım kanı; böylelikle tek bir kere damar yolu açmış olur ve sizi fazla hırpalamayız," dedi... İnceliğe bakar mısınız?  İlgisi gözlerimi yaşarmadı desem yalan olacak. Haklıydı, ama, aşağıda sıkı sıkıya tembihlemişlerdi beni. Kreatinin değerlerim çok önemliydi. O konuda bilgi sahibi olmazlarsa eğer, tomografi çekimi zora girecekti. O yüzden bugün kan vermem gerekiyordu ki sonuçlar ertesi gün saat 10'da hazır olsun. Hemşire hanım bunları duyunca fazla uzatmadı ve damar yolumu ustalıkla açtı. Kanı verdim ve hastaneden çıktık. Daha önceden karar vermiştik: Moda İskelesi'ne gideceğiz; bizden haber bekleyen Hayriye de evinden çıkıp oraya gelecek ve hep birlikte bir öğle yemeği yiyeceğiz.
          Dediğimizi yaptık. Hayriye biraz geç geldi, ama olsun. Üçümüz birlikte yine çok güzel vakit geçirdik. Küçük bir bulut dışında keyfimizi kaçıran hiçbir şey olmadı. Küçük bulut da şuydu: Bu kemoterapiler sırasında içki içemiyorum. Hani zaten artık fazla bir içki tüketimim yok ama, yasak ya, epeydir canım istiyor. Niyetim orada, denize ve adalara karşı buz gibi bir bira içmekti. Leyla da  keyifle bana katılacaktı. Garsona bunu söylediğimizde, "Burada bira servisi yok!" cevabını aldık. Meğer, işletme Büyükşehir Belediyesi'ne geçmiş ve içki servisi kalkmış. Benim haberim yok!.. Olaylar çıkmış, itirazlar filan edilmiş ama, durum bu: Moda İskelesi'nde artık içki servisi yapılmıyor! Buna çok içerledim. Doğrusu bu ya; bu şekilde terbiye edilmekten hoşlanmıyorum. Herhalde bir daha Moda İskele'ye adım atmayacağım. Zaten yemekler de çok kaliteli değildi ve fiyat, içkisiz bir lokanta için fazla yüksekti.
           O gün sokağa çıkarken elimden geldiğince giyinip süslenmiş, hatta hafif makyaj da yapmıştım.  Elimden geldiğince diyorum; çünkü neredeyse iki yıldır alışveriş yapamıyorum.  Herşeyim eskidi. Eski giymeyi severim de, araya birkaç yeni de katmak lazım tabii...  O olmuyor. Üstelik durmadan kilo alıp veriyorum. Kemoterapi sırasında kilolarım artmasa, şişkinliğim artıyor. Ya içtiğim kilolarca su ya da kortizon yüzünden... Malum, artık saçım da yok... Peruk kullanamıyorum. Zaten gidip peruk alacak gücü de bulamıyorum.  Peruk nerede satılır; onu bile bilmem ki ben. Ama şapkalarım var...  Güzel şapkalarım... Yaz şapkalarım ve kış şapkalarım... Zaten çok kullanırdım; şimdi de kelliğimi gizleyemeseler bile, hiç olmazsa bakımsız görünmememi sağlıyorlar diye kendimi avutuyorum. 
           Ertesi gün erken kalktım. Böyle günlerde gerginlikten gözümü uyku tutmuyor zaten.  İlk iş internete girip kan raporumun sonuçlarına baktım. Acıbadem Hastanesi böyle bir imkan sağlıyor. Hasta ve rapor numaranızı yazdınız mı, raporlarınıza evden de bakabiliyorsunuz. Değerler beklediğim kadar kötü değil, ama iyi de değil... Birkaç birşey var ki, insanı ürkütüyor... Mesela günde ille tüketmem gereken o üç litre sıvıyı inatla tükettiğim halde kreatinin ve üre değerlerimin de inatla yüksek çıkması gibi şeyler... Bilgisayarı can sıkıntısıyla kapattım. 
          Günlük beden temizliğimi filan yapmaya başladım. Demek ki o sırada aynaya hiç bakmamışım. Sonra bir başımı kaldırdım ki, a, bir de ne göreyim: sol gözümün üstü mosmor çürümüş... Mosmor ve koskoca bir leke... Sanki gece birisi bana bir yumruk atmış; öyle birşey!.. Gözlerime inanamadım! Bu ne böyle? İşte o zaman korktum. Akciğer ameliyatından, metastazdan korkmamış olan ben, o mor göz kapağını görünce korktum.  Makyaj filan yapmadan giyindim ve apar topar kendimi hastaneye attım.  Tomografi için Leyla'yla saat 10'da 3. bodrum katında buluşacaktık, ama ben doğruca Mehmet Bey'in katına çıktım. Aradan girip gözümü ve kan raporumu göstereceğim. Dışarıda bir yerdeymiş herhalde. Az sonra geldi ve beni gördü. Hemen odasına kabul etti ve tabii hem gözüm ün üstündeki morarma hem kan değerlerim konusunda anında içimi rahatlattı. Onun "Korkacak birşey yok!" demesi bile yetiyor. Bir insana bir kere güvenince böyle oluyor.
          Tomografi için damar yolu bu defa kolay açıldı. Ameliyattan sonraki dört kürün ardından çekilecek tomografiden önce çok zorlanmıştım oysa. Önce acemi bir hemşire hanım uğraşmıştı, olmamıştı. Sonra daha yetkili bir hemşire hanım uğraşmıştı; yine olmamıştı. O noktada kendimi tutamayıp sessiz sessiz ağlamaya başlamıştım. Damarlarım artık çok acıyordu ve korkuyordum. Bunun üzerine kemoterapi biriminden bir sağlık görevlisi çağırmışlardı; o uğraşmıştı ve yine olmamıştı. Sonunda genç bir doktor çağırmışlardı; o uğraşmıştı ve o da olmamıştı. Nihayet doktor bey odaya küçük bir cihaz getirtmiş; o cihazın bir parçasını kollarımın üstünde uzun uzun gezdirdikten sonra uygun bir damar bulmuş ve yolu bizzat o açabilmişti. (O gün refakatçim yoktu. Hoş olsa da farketmezdi; çünkü yüksek radyasyon dolayısıyla tomografi odasına kimseyi almıyorlar.)
          Tomografi çekimi de sorunsuz bitti. Giyinip çıktım. Sonuçları Pazartesi, saat 3'ten sonra alabileceğimi söylediler. Sonuçları alıp Mehmet Bey'i göreceğiz. Leyla o gün de yanımda olacak. Bu arada "Haydi bir yemek yiyelim," dedik. Leyla ne istediğimi sordu. Biraz düşündükten sonra köfte istediğime karar verdim. Leyla da bunun üzerine Bağdat caddesi üstündeki han'a gitmeyi önerdi. OO arada fikir değiştirdim: İskender kebabı yiyeceğim ve yanında buz gibi bir bira... Han'a gittik. Çok güzel bir yemek yedik.  İskender kebabının eti, son yıllarda yediğim en iyi etti galiba. Buz gibi biralarımızı da içtik. Bu seferki küçük bulutumuz, tam Cuma namazının vaazına denk gelmek oldu. Han artık benim hatırladığım yerde değil... Suadiye'den Kadıköy tarafına doğru  ve eskiden olduğu tarafın karşısında bir yere taşınmış. Anlaşılan o ki bu yeni mekanın tam karşısında bir yerde bir cami var. Caminin hoparlörlerini ardına kadar açmışlar. Yemek boyunca avaz avaz bir vaaz dinledik. 
          Beni bilenler bilir; blogumda da defalarca dile getirdim: dinle bir ilgim yok, ve bu konuda hiçbir taviz vermem, ama kimsenin inancına da karışmam. Karışma hakkını kendimde görmem. "Benim inancım onların inancından iyi," diye de düşünmem.  Esasında herkesin ama istisnasız herkesin, kendi inancını özgürce yaşamasından yanayım; bunun mümkün olabileceğine de kuvvetle inanıyorum ve yıllardır bunun için kendi çapımda mücadele ediyorum. Öte yandan, böyle zorla terbiye edilmekten  katiyen hoşlanmıyorum. Bunu müslümanlar yaptığında da hoşlanmıyorum, hıristiyanlar yaptığında da, museviler yaptığında da, budistler yaptığında da ve ateistler yaptığında da... Hoşlanmıyorum! Herkes yapacağını kendi alanı içinde ve  kendi doğrusunu başkasına diretmeden, başkasının burnuna sokmadan, başkasını rahatsız etmeden yapsın istiyorum. Çok mu şey istiyorum?
         O Cumartesi-Pazar biraz zor geçti tabii, ama geçti. Sonunda herşey gelip geçiyor, malum! Pazartesi saat 3'ten biraz önce Leyla'yla yine kafeteryada buluştuk. Yine birer çay içip sonra 3. bodrum kata  indik. Sonuçlar hazırmış. Hemen elime tutuşturdular. Evdeyken, Mehmet Bey görene kadar açıp bakmamayı düşünmüştüm ama kendimi tutamadım. Üst batın iki ve alt batın iki sayfa; toplam dört sayfalık bir rapor... Doktor bey uzun uzun anlatmış. Sonuç: akciğerimin oradaki tümör yerinde duruyor; böbreğimin oradakiler de öyle... Üstelik böbreğimdeki tümörler biraz büyümüş. Daha fazlasını algılamayı zihnim kabul etmedi. Metni Leyla'nın eline tutuşturdum. Onun çıkardığı sonuç da aynı... 
          Konuyu kapattık. Kağıtları katlayıp zarfa koydum. Asansörle 3. kata çıktık. Bu defa Mehmet Bey'le önceden alınmış bir randevumuz yok... Fırsatı olduğunda araya gireceğiz. Asistanı Nur Hanım'a geldiğimizi haber verdik. İçeride hastası varmış. Bir de bekleyeni... Sonra bizi alacak. 
      Beklerken tam karşımızdaki duvarda bulunan haberleşme borusuna gözüm takıldı. Leyla'ya gösterip, hastane içi katlar arası haberleşmenin o borunun içine konan silindir biçimi tüplerle yapıldığını anlattım. Sistem, anladığım kadarıyla, yarı mekanik-yarı elektronik... Borunun içindeki havanın aşağı veya yukarı doğru emilmesiyle çalışıyor. İlk gelişlerimden birinde farketmiştim. Borudan silindir biçimi bir tüp fırlıyor ve doktor asistanlarından biri ya da öteki gelip o tüpü açıyor, içindeki evrağı aldıktan sonra tekrar yerine bırakıyor. Sonra haftasonunda izlediğim  New York kentinin tarihiyle ilgili bir belgeseli hatırladım. 19. yüzyılda New York'un altına da posta hizmetleri için böyle borular döşemişler. Yine hava emilimiyle çalışan... Zamanla bu sistemden vazgeçmişler ama, borular hala yerindeymiş. Leyla'ya dedim ki,
         -"Bu kadar basit birşeyle emekten ne çok tasarruf ediyorlardır, düşün." O da bana dedi ki,
          -"Evet ama, o zaman da insanlar işsiz kalıyor."
         Kalakaldım. Çok haklı... Ben de aynen onun gibi düşünüyorum. Hatta üstünde çalışmakta olduğum bir blog girişi var ki konusu tamamen bu... Peki, şimdi nasıl oluyor da böyle bir laf edebiliyorum? Eh, işte hepimiz insanız. Zaman zaman kendi kendimizle çelişkiye düşmezsek olmaz. Değil mi? Leyla'ya bunları anlattım. 
           O arada Mehmet Bey içerdeki hastasını uğurlamak için kapı önüne çıktı. Beni görünce yanıma geldi.
          -"Sonuçları mı getirdiniz? Çok merak ediyorum, görebilir miyim? Nasıl?" dedi. 
           -"Şahane!" diyerek zarftan çıkarttığım kağıtları ona uzattım. Kağıtlarla okuyarak odasına yöneldi, girdi; ardından da hastası... 
          Sonunda sıra bize geldi. Mehmet Bey'le tekrar selamlaşıp masasının önündeki koltuklara çöktük. Mehmet Bey bu durumda kemoterapiye devam etmeyeceğimizi söyledi. Belli ki artık akıllı molekülleri denemeninin zamanı gelmişti. Mehmet Bey hiç üşenmeden bize akıllı moleküllerin nasıl işlev gördüğünü anlattı.  Meğer kendisi, Marmara Üniversitesi'nde bu moleküllerle ilgili bir deneyin başındaymış. Bunlar, kemoterapi ilaçları gibi hem sağlıklı hem sağlıksız hücrelere saldırmıyor; doğruca tümörleri abluka altına alıyorlarmış. Anladığım o... Bir de uygulama farklı tabii... Daha insanca... Mehmet Bey'in sözünü ettiği yegane yan etki sivilce... Sivilce çıkartırsanız bu ilacın etkili olduğu anlamına geliyormuş. Mamafih, olur da çıkartmazsanız, etkili olmadığı anlamına da gelmiyormuş. Esasında bu uygulama, bir kutu haptan ibaret...  Adını hatırlamıyorum. Roche üretiyormuş. Her kutuda yirmi sekiz hap oluyormuş. Bir kutunun fiyatı da 5 bin 5 yüz liraymış. Pahalı... İş bir kutuyla bitse, insan ne yapar eder onu da öder, ama bitmiyor. Bir yıl-iki yıl süren tedaviler varmış. Dolayısıyla ödemeyi sigortanın yapması gerekiyor. Ben, sevgili babacığımın Emekli Sandığı sigortasından yararlanıyorum. Doğrusu bu ya, birinci sınıf bir sigorta... (Sağlık karnesinde de öyle yazardı zaten: 1. Sınıf...) Bugüne kadar bütün ödemelerim o kanaldan yapıldı.  Hiç bir sorun da çıkmadı.
          Ancak bu ilaçla ilgili bambaşka bir sorun var... O da şu: Sağlık Bakanlığı, kanserli eğer sigara içicisi ise, sözkonusu ilaç için ödeme yapmayı reddediyormuş. Ben yıllardır sigara içmiyorum ama bu, durumu değiştirmiyor; çünkü Bakanlık, hayatı boyunca beş tek sigara içmiş birini dahi sigara içicisi olarak kabul ediyormuş. Peki, ne yapacağız? Mehmet Bey'in bir planı var.... Mehmet Bey o planı orada ve o anda, gözümüzün önünde yürürlüğe soktu bile. Roche'un ilaçla ilgili reprezantanına telefon etti. Ona ulaşamayınca yine aynı firmadan bir başkasına... İlaçtan bir kutu göndermelerini istedi...  Sonra bana, eve gitmemi, dinlenmemi, hatta kısa bir tatile çıkmamı söyledi. Sözkonusu kutu eline ulaşınca beni arayacak ve tedaviye başlayacağız. Planın ilk aşaması da da böylece yürürlüğe girmiş olacak. 
          Hem Leyla hem ben kendisine teşekkür ettik ve vedalaşıp çıktık. Sonra Leyla bana dedi ki,
           -"Bahar, sen gerçekten çok şanslısın! Bu nasıl bir doktor, bu nasıl bir ilgi, bu nasıl bir olay böyle? Kim yapar bunu?"
          Yaparlar. Benim doktorlarım yaparlar. Dr. Erkan Bozkanat yapar. Dr. Ilgaz Doğusoylu yapar. Şimdi de Dr. Mehmet Teomete yapıyor işte. Türkiye'de de böyle doktorlar da var ve Nurşah'ın bir mesajında değindiği gibi, mesleğini ve hastalarını ciddiye alan, insanlığını unutmamış doktorların varlığını  bilmek insanın ruhunu serinletiyor. 
        
         
           


                             

1 yorum:

  1. Bahar'cigim,

    Cesaretini hayranlik ve takdirle izliyorum canim arkadasim. Duygu ve dusuncelerini her zamanki ictenliginle bizimle paylastigin icin ne kadar sansliyiz. Butun iyi dileklerimi, sevgilerimi yolluyorum guzel arkadasim.
    Yasemin

    YanıtlaSil