Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

18 Ağustos 2011 Perşembe

İSYAN VE TESLİMİYET


"Canavarlarla dövüşen biri kendini kollamalıdır ki bizatihi bir canavara dönüşmesin.  Ve gözünüzü, uzun süre, dipsiz bir çukura diktiğiniz zaman, o dipsiz çukur da gözünü size diker.  (He who fights with monsters should look to it that he himself does not become a monster. And when you gaze long into an abyss the abyss also gazes into you.)" Friedrich Nietzsche, filozof, 1844-1900.


Bir yıldan fazla bir aradan sonra  nihayet bu yaz da denize girdim. Bodrum, Güvercinlik’teyim. Pınar ve Ceren’le birlikte… Tedavim çıkmaza girmiş gibi görünüyor. Sevgili onkoloğum Dr. Mehmet Teomete’den ses seda çıkmıyor. Akıllı moleküller işi ne oldu, Tarceva denen o ilacı alacak mıyım, alamayacak mıyım, haberim yok! Moralim bozuk… Erkan’a, Haluk’un Roche internet sitesinden indirdiği prospektüsünü okuduktan sonra o ilacı almayı zaten pek de istemediğimi söyledim. O da bana kanserimin progressif olduğunu söyledi. Beynime veya omuriliğime sıçraması dahi mümkünmüş. O zaman ya beyin işlevlerimi yitirecek veya felç olacakmışım. Sadece bir ihtimal bu tabii… İlle gerçekleşecek diye bir şey yok!
           Bu arada Güher’in ve Sanem’in yardımlarıyla Tuzla’daki Harun’s Paradise http://www.harunsparadise.com/tesislerinde kısa bir tatil denemesi yaptım; Hayriye de bana refakat etti. Tesis aslında bu yıl kapalı; hatırım için en güzel suiti açıldı; yemek işleri ayarlandı ama olmadı. Daha gitmeden böbreğim ağrıyordu. Gittiğimiz gün ateşim çıktı. Ertesi gün döndük. Halbuki denize girmeyi umut ediyordum. İyileştikten sonra tek yapabildiğim bir Kınalıada seferi oldu. Tais, Yunanca kursundaki sınıf arkadaşlarını yazlık evinde ağırlamak istemişti. Tais en gencimiz. Hepimiz onu çok sevimli buluyoruz. Arus, Hülya, Aslı, Denis ve ben,  Kınalıada'da Tais sayesinde hep birlikte çok güzel bir gün geçirdik. Tais’in annesi Takuhi’nin pişirdiği nefis yemekleri yedik, güzel sohbetler ettik. Gidişte ayakta kalmayayım diye Kabataş’tan deniz otobüsüne binmiştim. Dönüşte Hülya’yla beraber Bostancı’ya giden bir motora bindim. Motorlar ve vapurlar deniz otobüslerinden daha keyifli… Deniz otobüsü uçak gibi… Denizle tek ilintisi, adı… İçin girdiğinizde denizle her türlü bağınız kopuyor.
Denizi severim ben. Denize bakmayı, deniz üstünde seyretmeyi, denizde yüzmeyi, denizin dibine dalmayı; hepsini severim bunların. Renklerini severim denizin: bir an  boncuk mavisi, sonra süt mavisi, sonra lacivert, ardından ışıl ışıl bir gümüş rengi, derken kurşuni, hemen ardından turkuvaz,  demeye kalmadan derinlerdeki yosunun yeşili veya nil yeşili, hatta yer yer yaprak yeşili ve birdenbire morumsu veya sarımsı, daha da ötesi elmas çağrışımlı yalımlar...  Geceleri yakamozunu severim ve ay ışığıyla oynaşmasını; bir de kıyıdan üstüne düşen şehir ışıklarıyla çizdiği kırılgan tabloları…  Değişkenliğini severim; bazen pürüzsüz bir aynaya benzeyen yüzeyinin bir esintiyle kırışıvermesini, rüzgar daha güçlendiğinde dalgalarının kabarıp köpüklenmesini ve  rüzgar nihayet kaldığında da usul usul sakinleşmesini... Uzak ve ıssız adalarda daha doğal, daha sade, daha sahici bir yaşamı çağrıştıran kokusunu severim. Yanında yürümesini de severim, uzaktan izlemesini de ve karada yol alırken, aniden deniz çıktığında karşıma şaşırmam; dünyalar benim olur.
          Bir yandan da korkarım denizden. Engini ürkütür, gizemi korkutur; hep öyle apaçık, hep öyle göz önündeymiş gibi yaptığı halde, kendini asla ele vermeyecek kadar büyük ve derin olması; sakin ve zararsız bir yüzeyden ibaret olduğu izlenimi vermesine rağmen fırtınalarda veya depremlerde aniden ve metrelerce yükselen ve karşısına çıkan herşeyi acımasızca silip süpüren; daha kötüsü, bağrına, bağrındaki karanlığa çeken  dev dalgaları ve derinliklerindeki dipsiz çukurlarda barındırdığı soğukkanlı ve iletişimsiz yaratıkları... Büyüsüne kapılarak, çeşit çeşit hayaller peşinde üstünde veya altında seyre çıkan ve sonra fırtınalarda, savaşlarda, isyanlarda, karaya oturdukları ırak sığlıklarda veya sislerin ya da dipsiz çukurların içinde yitip gitmiş olan deniz insanlarının kalıntıları… O kalıntılarda kendini beyan eden acılar, hırslar, yarım kalmış veya zaten karşılıksız aşklar… Hepsi ölesiye korkutur beni. Düşüncesi bile tüylerimi ürpertir. Buna rağmen severim denizi... Aynen yaşamayı sevdiğim gibi...  Yaşam gibidir deniz…
          İşte böyle, uzlaşmasız uçlar arasında gidip geldiğim, zaman zaman hastalandığım zor bir sekiz-on gün geçirdim. Sonra Leyla ile Mehmet’in arabayla Çeşme doğru yola çıkacaklarını öğrenince,
-“Ben de sizinle gelebilir miyim? diye sordum. Bu soruya önce Leyla’dan, sonra Mehmet’ten olumlu cevap alınca ilk iş Solmaz’ı aradım. Yavrum, Pazar günü gelip hem bavulumu ve evi toplamama yardım etti. İkinci olarak da Muzaffer’i aradım. O da Pazartesi sabahı erkenden beni Leyla’yla Mehmet’in evine kadar götürdü.
Pazartesi saat sekiz buçuk gibi yola düzüldük. Arabayı Mehmet kullanıyordu.  Birkaç kere mola verdik. Son olarak da Mehmet bize Susurluk’taki İskender Kebap’ta nefis bir yemek ısmarladı. Yol boyu sohbet öyle tatlıydı ki İzmir’e kadar nasıl geldiğimizi anlamadık bile… Pınar ile Erdener, kararlaştırdığımız gibi Bornova’ya beş-altı kilometre uzaktaki Orman tesisinde bizi beklemekteydiler. Bir arabadan diğerine aktarma yaptım. Artık yorulmuştum tabii; buna rağmen yolculuğun ikinci ayağı da ilki kadar keyifli geçti. Son molayı Bafa kıyısında, tam arzu etmiş olduğum gibi salaş bir tesiste verdik ve çöp şiş yedik… Sahici çöp şiş… Fabrikasyon değil… Salata ve zeytinyağı ve dağ kekiği de çok güzeldi. İstanbul’da, diyelim Cadde’de veya Nişantaşı’nda tek kişilik bir yemeğe ödeyeceğim parayla üç kişi iyi-kötü doyduğumuz gibi, iki litre zeytinyağı ile birkaç yıllık kekik ihtiyacımızı karşılayacak miktarda kekik de almış olduk. 
Şimdi Güvercinlik’teki bu tuhaf masal evinde yine denize bakıyorum. Pınar ile Ceren… Ayrıca Perizat, Nursel ile Erdener… Ve ziyaretçileri: Çağla, Barış, Berke ve Anıl… Bir de Özden… Bir tür ilginç komün hayatı yaşanıyor burada… Günde birkaç kere bahçedeki masanın çevresinde toplanıp genellikle pek kahkahalı sohbetler ediyoruz. Gün boyu da herkes, hem kendi işiyle gücüyle meşgul oluyor hem de ben  rahat edeyim ve mutlu olayım diye uğraşıyor. Perizat daha ben gelmeden koltuklarımı ve minderlerini hazır etmiş. Salı sabahı kahvaltıya da davet etti, ama ben o kadar yorgundum ki gidemedim. Erdener Salı günü balıkçılara mavi yengeç ısmarlamıştı. Çarşamba günü getirdiler. Çağla hemen haşladı. Bugün  Perşembe… Amerika’dan Jülide’yi bekliyorlar. Erdener benden  yüz lira alıp Tuzla’ya  balık getirmeye gitti. Akşama herhalde yengeçli filan bir balık ziyafeti var…
İki gündür akşamüstleri Pınar beni Köhne’ye götürüyor. Ceren de işten çıkıp servisten orada iniyor. Salı günü çok yorgundu bebeğim. Buna rağmen ben denize girerken üşüyüp tereddüt edince, üşenmedi, gitti bikinisini giydi ve bana yardım etmek için o da suya daldı.  Dün gece orada balık yedik. Pınar’la ben birer kadeh de rakı içtik. Bir şey dokunmuş olmalı ki geceyi çok kötü geçirdim. Şiddetli bir hazımsızlık… 
Yine de iyiyim burada. Pınar’ın annemin tarifleriyle pişirdiği olağanüstü lezzetli yemekleri yiyorum, sohbete katılıyorum, yazımı yazıyorum.  Sözünü ettiğim zor geçen sekiz-on günün üstümdeki etkisini unutmaya ve bir süredir umutsuz gibi görünmeye başlayan durumuma alışmaya çabalıyorum. Bazen zorlanıyorum. Bazen dalıp dalıp gidiyorum. O zaman Pınar üzülüyor.  
Kemoterapi yüzünden saçlarım ve kaşlarım tamamen dökülmüş ve rengim sararmış olduğu halde hala sağlıklı görünüyorum  ya, ve insanların yanında genellikle keyifli oluyorum ve çoğu zaman halimden şikayet etmiyorum ya, ve burada da pek akıllı uslu yazılar yazıyorum ya, galiba yakınlarım, arkadaşlarım, tanıdıklarım ve bu yazıları okuyanlar, kansere ve kanserle ilgili olarak ortaya çıkan gelişmelere rağmen her daim sakin sakin yaşayıp gittiğim  zehabına kapılıyorlar. Belki de  soğukkanlılığımı hiç yitirmediğimi, kabuslar görmediğimi, çelişkilere düşmediğimi veya korkmadığımı zannediyorlar. Oysa öyle değil..  Hiç değil... 
          İşin bir yanı şu: bu kemoterapiler başladığından beri bazen bana, içimde uzlaşmasız iki deniz canavarı  varmış da birbirleriyle ölesiye dövüşüyorlarmış gibi geliyor.  İkisi de dişi, ikisi de güçlü, ikisi de hırslı, birbirlerini oradan oraya savurup duran  canavarlar!.. Biri bir yöne doğru çekiştiriyor beni, diğeriyse tam ters yöne sürüklüyor, sürüklemeye uğraşıyor.  İşin özü şu: canavarlarımdan bir tanesi ölmeyi arzuluyor; öteki biraz daha yaşamayı istiyor. 
          Sözkonusu ikilemin ayrıntılarına girmeden belki şunu da itiraf etmeliyim: kanser olduğum ortaya çıkmazdan evvel geçen birkaç yıllık süreçte, hayatla eskisi gibi baş edemediğimi çokça hisseder olmuştum. Zaten artık beni heyecanlandıracak birşey de kalmamış gibiydi. Sanki fazla yorulmuştum. Sıkılmıştım. Üstelik hiçbir şey çektiğim sıkıntılara değmiyordu. Kendimi çok da yalnız, hatta yapayalnız hissediyordum. Nihayet öyle bir an geldi ki, o an, bütün samimiyetimle ve bütün gücümle bir an önce ölmeyi diledim. Ve o an o kadar içtendim ki, dileğimin gücünden kendim ürktüm.
          Kanser olduğum ortaya çıkınca, birden o dileği hatırladım. Ölümü çağırdığım o günle kanser olduğumun ortaya çıktığı gün arasında epi topu üç-beş ay vardı. Kendi kendime "O gün  öylesine güçlü bir dilekte bulunarak bizzat ben mi çağırdım acaba kanseri?" diye sordum. Sonra araya o zorlu teşhis süreci, onun ardından da o daha da zorlu ameliyat süreci girdi. Bu iki dönemde, üç-beş ay önce ölmeyi dilemiş olsam da, kendimi ölüme teslim etmeye pek de hevesli olmadığım anlaşıldı. Ölümden korkmuyordum, ama yaşamak için mücadele etmeyi de sürdürüyordum. Hem yaşamak hem de malum, kendim olarak kalmak için... 
          Ameliyattan çıktıktan sonra bu konuyu tekrar irdeledim. Sağ ciğerimin tamamını sarmış, hatta civardaki kimi lenf nodüllerine de sıçramış ve ameliyatla çıkartılmış olan tümörler  pek öyle üç-beş ayın işi değil gibiydi.  Şahsi tarihçemi geriye doğru izlemeye çalıştım. Kendimi kötü hissettiğim anlar, durup dururken sık sık hastalanmalarım, ciğer kapasitemin giderek azalması... Bunların tarihi çok eskilere dayanıyordu. Bir yandan bunlar olmuştu; öte yandan ben kendimi iyileştirmek için, bilerek değil ama bilmeden çeşitli önlemler almıştım. Önce yemek rejimimi tepeden tırnağa değiştirmiştim mesela, sonra sigarayı bırakmıştım ve ömrüm boyunca yürümeyi pek de sevmemiş olduğum halde, en sonunda da akıl almayacak kadar uzun  olan yürüyüşler yapmaya başlamıştım. Herhalde bütün bunlar sayesindedir ki, işlevini yitiren sağ ciğerimi devreden çıkartıp sol ciğerimi aktif hale getirmiş ve ameliyat öncesi yapılan nefes testi dahil bilumum testleri böylece aşmış ve ameliyattan da büyük ihtimal o sayede sağ çıkmıştım. 
          Dolayısıyla, herhalde kanser ben ölümü çağırdığım için gelmiş değildi bana. Peki neydi? Belki de artık şahsen aldığım önlemler işe yaramıyordu ve bilinçaltım bunun farkına varmıştı. Bilinçaltım yapacak hiçbir şeyin kalmadığını anlamıştı. Bilinçaltım, güçsüzleştiğimi, hatta yenilmek üzere olduğumu kavramıştı.  Belki de bilinçaltıma göre, artık ölüm kaçınılmazdı. Bilinçaltımda olup bitenlerden habersiz olduğum halde, o sıralar, o yenilgi hissini, o güçsüzlüğü ve çaresizliği bilincimle de algılamış olmalıyım. 
          Bu durumda kanser büyük ihtimalle ben çağırdığım için gelmiş değildi; tam tersine o noktada ölümü çağırmakla ben, sadece, bilinçaltımın bilincime çıkan sinyallerine bakarak, kanserle  ve hayatla tek başıma başa çıkamayacak bir noktaya varmış olduğumu beyan etmekteydim.     
           İnsanoğlu karmaşık bir yaratık... Beyni çok katmanlı... Bu katmanların işlevleri çok farklı... Sözkonusu  katmanlar ve işlevler bazen uyumlu bir bütünsellik arzediyor gibi görünseler de, çoğu zaman birbirleriyle çelişiyor ve her insanı bir çelişkiler yumağı haline dönüştürüyorlar. Çelişkiler, ikilemler... Az önce sözünü ettiğim canavarlar böyle ortaya çıkıyor olsalar gerek… Herkes içinde barındırıyor mu bu türden canavarları? Bilmiyorum. Bana öyle geliyor. Şundan eminim: ben barındırıyorum. Hatta diyorum ya, akciğer kanseri olduğumu anladığımdan beri canavarlarımdan iki tanesi iyice somutlaşmış bulunuyorlar.                   
Bu yetmezmiş gibi,  zaman zaman, birbirinin peşi sıra yükselen şiddetli duygu dalgalarıyla da boğuşuyorum. Bir yanda öfke, isyan; öte yanda çaresizlik, teslimiyet... Aslına bakılırsa tanımlanabilir-tanımlamaz  duygular, ara vermeksizin, bütün hızlarıyla zihnimin duvarlarına bindiriyor ve  varlığımın her zerresini ayrı ayrı hırpalayarak hemen oracıkta kırılıyorlar. Bir dalga kırılıp dağılırken  ardından bir başkası yükseliyor. Bazen ortalığa yayılan serpintiden boğulacak gibi oluyorum. Bazen bir dalgadan kaçınsam, ötekine yakalanıyorum. Bari tutulduğum yerde kalsam; onu da yapamıyorum. Yakamı bırakmıyorlar, aklıselimin galebe çalmasına izin vermiyorlar. Peş peşe gelen  sert darbelerin altında paralanıyorum. Umursamıyorlar.
         Bu, her zaman böyle değil elbette... Ancak bir hassas denge var ki, işte onu her zaman korumam gerekiyor. Fevkalade hassas bir denge bu...  Kanserin, özellikle de akciğer kanserinin insanı kısa sürede ve acı çektirerek öldürebileceğini unutmamam ve çok da umutlanmamam şart... Öte yandan, herşey gibi bunu da atlatacağıma ve çok acınası bir duruma düşmeden, onurumu yitirmeden, çok muhtaç bir hale gelmeden bir süre daha yaşayacağıma dair umudumu muhafaza etmem de şart... Birbirine tamamen zıt olan bu iki şarta aynı anda boyun eğmem gerekiyor.  Yani kansere yenilebileceğimi kabullenmeliyim, buna rağmen kanseri yenebileceğime dair iyimserliğimi de elden bırakmamalıyım. Bence en büyük zorluk bu noktada... Bu hassas dengeyi tutturmakta...
      Burada mesele ölüm değil... Hep söylediğim gibi, hiç değilse bilinç düzeyinde ölümden korkuyor değilim. Bilinç düzeyinde korktuğum, sürünmek... Süreç içinde kendimi, insanlığımı, insanlık onurumu kaybetmeme yol açacak büyük acılar çekebileceğimi düşündükçe ödüm patlıyor. O tür acılarla sınanmak zor... İşte bazen, bu zorluktan alnımın akıyla çıkamayacağımı düşünüp endişeyle kıvranıyorum. 
        Bu koşullarda, düz mantıkla, basit, derinlikten yoksun bir iyimserlikle, bu işin üstesinden gelmek bir yana  dursun, günü geçirmek bile mümkün değil... Belki bunu başaran da vardır, ama ben yapabileceğimi sanmıyorum. Başkalarını bilmem ama benim hayatım böyle, bu türden ikiliklerle dolu...  Şahsi evrenim,  mutlak bir biçimde iki kutuplu... İki kutbu birden görmeye, iki kutup arasındaki gerilim ile çekimi ve o gerilim ile çekim yüzünden oluşan hassas dengeleri fark etmeye mahkum edilmişim ben. Bugüne kadar, şahsi çıkarlarım öyle gerektirdiğinde dahi,  hiçbir olaya tek bir açıdan bakmayı başaramadım; bundan sonra yapabilir miyim, onu da bilemiyorum.
       Diyorum ya, Sultantepe’deki evimde geçirdiğim son sekiz- on gün pek zordu. Yetmezmiş gibi tuvaletin rezervuarı da su akıtmaya başladı. İyice canım sıkıldı. Evde en çok bozulan şeylerden biri o... Hani ben, böyle, özellikle süreklilik arzeden seslere çok takan biri olmasam, aldırmayacağım; ah, ama öyle değilim işte! Su sesi de olsa, çok derinden de gelse, öyle bir ses beni deliye döndürebilir. Mesela kapı önünde, motoru işler durumda bırakılan bir araba... Mesela ara vermeksizin çalıştırılan bir çim biçme makinası veya bir elektrikli testere... Bu türden durumlar çok uzarsa, cidden aklımı oynatabilirim. Pasifistim filan diyorum ya, arabanın biri, kapımın önünde motorları çalışır vaziyette bir saat filan kaldığında, elimin altında bir silah olsa, kapar ve gözümü kırpmadan o yöne ateş edebilirim. Geçmişte bu hunharca eylemi zihnimde kurduğum, hayal ettiğim durumlar olmuştur. Eskiden daha tahammülsüzdüm bu konuda; bunun bir tür hastalık olduğunu anladığımdan beri biraz daha kontrollüyüm. Yine de böyle bir sesi duymazdan gelmeme imkan yok... Sese karşı aşırı bir duyarlılığım var... Beni yerimden zıplatan, çok rahatsız eden bir sürü sesi, benden başka kimsenin duymadığını hayretle anlıyorum. Bazen durup dinliyor ve etrafımdakilere, 
          -"Bu ses de ne?" diye soruyorum. İnsanlar şaşkın şaşkın yüzüme bakarak,
          -"Hangi ses?" diye soruyorlar.
          Yani durum o kadar vahim... O yüzden, rezervuarın su kaçırdığını anlar anlamaz, ilk iş vanasını kapattım. Günde üç litre sıvı alan, dolayısıyla sık sık tuvalete giden biri için bu, çok eziyetli bir durum... Ertesi gün uyanıp kendime gelir gelmez de tesisatçımı aradım: Mehmet Bey...
           Birkaç yıl önce şans bu konuda da yüzüme gülmüştü. Sultantepe, hani şu "gentrification" denen ve kentsel ortamların nezihleştirilmesi diye tarif edilen ve benim pek de hazzetmediğim işlemden henüz tam olarak geçmiş değil... Gerçi Selamiçeşme'den kaçıp Boğaz'ı gören bu küçümen bahçe katına taşındığım 1991 yılından bu yana inanılmaz bir değişim geçirdiği ve değişim eğiliminin giderek artan bir ivmeyle sürdüğü inkar edilemez ama, burası hala, benim sevdiğim türden, eski tip bir İstanbul mahallesi... Dolayısıyla tesisat bozulduğunda eve derhal bir tesisatçı, sigorta attığında bir elektrikçi, lağım tıkandığında bir lağımcı yollayacak bir site yönetimi yok burada. Mahallenin eskiden bir elektrikçisi, bir tesisatçısı ve bir de her işten anlayan adamı vardı. Bunlar da işleri biraz ağırdan alan adamlardı. "Ko, rahvan gitsin!" Birkaç yıl önce de Mehmet Bey geldi; böylece tesisatçıların sayısı ikiye, daha doğrusu üçe çıktı (her işten anlayan Kemal Bey de tesisat işi yapıyor).
          Öteki ustalarla pek anlaşamıyorum. Buna karşılık Mehmet Bey'le aram çok iyi... Ne zaman arasam, en çok birkaç saat içinde geliyor ve işini kısa sürede hallediyor. Sonra da oturup sohbet ediyoruz; çünkü  Mehmet Bey yalnızca iyi bir tesisatçı değil, aynı zamanda  da bir filozof... Bir halk filozofu... Sürekli okuyor, gözlem yapıyor ve düşünüyor... Evvelsi gün geldiğinde oruçluydu. Sıkı bir müslüman... Ne var ki, müslümanlığı yerel değil ve fakat evrenselmiş; kendisi öyle diyor. Kur'an  ile birlikte Tevrat ve İncil de okuyor. Kur'an ayetlerini ve tefsirlerini bildiği kadar Tevrat ve İncil öykülerini de biliyor. Bunları birbirleriyle karşılaştırarak sonuçlara varıyor.  Düşüncelerini açıklarken düz bir hat üstünde gitmek yerine, benim gibi o da daldan dala sıçrıyor ve yine benim gibi o da bazen konuyu fazla dağıtabiliyor. 
          Hasta olduğumu biliyordu. Geçen yıl ameliyattan sonra bir ara kendisini çağırmış ve birkaç iş için fiyat istemiştim.  Erkan evin küf koktuğunu ve bunun da benim için zararlı olduğunu söylemişti. Maksat o küf  kokusundan kurtulmak… Su çekmiş  banyo duvarının kazılıp sorun çözüldükten sonra yamanarak eski haline getirilmesi, bahçeye bakan  ve yağmur yağdığında su alan bir başka duvar parçasının sağlamlaştırılması, bir takım dış kaplamaların sökülüp yerine seramik döşenmesi, ses yapan taharet musluğunun değiştirilmesi vesaire gibi işler yapılması gerekiyor. Verdiği fiyat yüksek gelmişti. Belki de yüksek değildi ama, bana yüksek gelmişti işte. Üstelik o ara kemoterapi süreci ilerlediğinden, gücüm de giderek azalıyordu. Birden evin içinde tamiratlar yapılması fikrine tahammül edemez olmuştum. Bunun üzerine ille de yapılması gereken acil birkaç birşeyi Muzaffer halletmişti ve Mehmet Bey'i bir daha aramamıştım.
           Meğer beni merak edermiş. Telefonla arama konusunda tereddütleri varmış. O yüzden uzaktan şifa dilemekle yetiniyormuş. İşini bitirdikten sonra dedi ki,
         -“Bahar Hanım, biraz balkonda oturup denize bakabilir miyim? Denize bakmayı seviyorum. Beni sakinleştiriyor. Düşünmeye ara vermemi sağlıyor.” Mehmet Bey’e göre tesisat işinin özelliği insanı işini yaparken düşünmeye sevk etmesiymiş. O yüzden zaman zaman ara vermesi, zihnini dinlendirmesi gerekiyormuş.  
         -“Terziye biraz dinlenmesini söyleseniz, hemen oturduğu yerden kalkıp yürümeye başlar. Çünkü işini hep oturarak yapan biridir o. Onun dinlenebilmesi için çalışırken yaptığının tam tersi bir şey yapması gerek… İşte o da yürümek… Benim de dinlenebilmek için zihnimi boşaltmam gerekiyor. Denize bakmak öyle bir imkan sağlıyor.”
         Deniz az ötede duruyordu. Ne var ki Mehmet Bey balkona çıkmadı. Ben kanepede uzanıyordum. O da karşımdaki masanın başında denizi de, beni de gören bir iskemleye oturdu. Mehmet bey, kırklı yaşlarda bir adam… Evli, iki tane de kızı var.
Ona durumumu anlattım. Durumumla ilgili belirsizlikleri… Sabırla dinledi ve sonra dedi ki,
           -"Bahar Hanım, biz bir okyanusun kıyısında duruyoruz; okyanusa bakıyor ve sırlarını merak ediyoruz. Sonra eğilip bir bardağı okyanusun suyuyla dolduruyoruz. O bir bardak suya bakınca okyanusu anladığımızı zannediyoruz." 
Sonra o başladı konuşmaya. Anlattı, anlattı. Bir ara da dedi ki;
         -“Bahar Hanım, mucize biziz. Dünyayı dolduran herşey mucize… Özel mucizeler aramaya gerek yok ki…”
          Ağzım açık, yüzüne bakakaldım.  Sanki kanser yazılarımı okumuş… Kanserle gelen küçük mucizelerimi biliyor sanki. Sordum. Okumamıştı. Saçma bir soruydu aslında. Evinde bilgisayar varmış, internete girdiği de oluyormuş, ama bloğumu nereden bulup da okuyacaktı ki!
         Az sonra kalkıp gitti. Gitmeden evvel eposta adresini aldım ve ilk fırsatta o adrese bloğumun bağlantısını yolladım. Belki bundan sonra okur. 

1 yorum:

  1. Merhabalar Bahar Hanım :)

    Yaşadığınız bunca acı içerisinde ne kadar şanslısınız... Evinize gelen tesisatçı Mehmet usta gibi dostlarınız var...

    Bana kalırsa bütün bunlar bile karşımıza çıkan mucizelerin bir kısmı... Dostlarımızla geçirdiğimiz her vakit bize başka başka olaylara kanalize olma şansını getiriyor... Bu da kendimizden biraz olsun uzaklaşmamızı sağlıyor... Başımıza gelen her ne ise canımızı o an acıtmıyor... Bu hastalığın en önemli ilacı moral ya; işte onun acılarından biraz olsun uzaklaşabilmek bile güzel bence...

    Size güçlü olduğunuzu söylediğimde bunu yüreğimden gelerek söylemiştim... Çünkü sizin tabirinizle içinizdeki iki canavarın farkındasınız... işte sizde öyle bir güç var ki o canavarların hangisini yeneceğinizi de görebiliyorsunuz... Belki fiziksel acılarınız sizi şu an oyalıyor sadece...

    Saygılarımı gönderirken size, mucizelerin her daim karşınıza çıkması dileğiyle... gülümseten günler sizinle olsun :)


    Hürmet ve sevgilerimle
    Arzu

    YanıtlaSil