Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

7 Ağustos 2011 Pazar

CELAL

Otuz yıldan da fazla bir süredir görüşmemiş olduğumuz halde, bir tesadüf eseri günün birinde bir iş ortamında Pınar'la karşılaşan Faruk ile eşi, malum, şu "brunch" denen, geç başlayan ve öğle yemeğinden de sonraya uzayan kahvaltılardan biri için Sultantepe'deki küçük evime geldikten ve fotoğraf ortaya çıktıktan ve elden ele dolaştıktan ve üstünde yorumlar yapıldıktan ve  hayatta olan annelerimizin yanısıra göçmüş olan babalarımız da anıldıktan ve o gün bittikten epeyce sonra, bir başka gün, kendi kendime dedim ki,
          -"O fotoğraftaki delikanlının adı Celal'di!" Yoksa Celal'in adını o gün Faruk mu telaffuz etmişti? Hatırlamıyorum. Olabilir! O gün o fotoğrafa bakarken Celal hakkında da konuştuk çünkü. Öyle zannediyorum. O sıralarda onbeş yaşında olduğunu filan söyledi Faruk. Bizler daha küçüktük. Ben en çok on yaşında olmalıydım, Faruk taş çatlasın yedi-sekiz, Pınar beşten biraz küçük... Faruk'un kızkardeşi Filiz ise henüz kucaktaydı. Hepimiz vardık sözkonusu siyah-beyaz fotoğrafta: Sadun Amca'nın haftasonlarında Volkswagen minibüsüne doldurarak sinemaya götürdüğü bütün çocuklar!.. Bir de Celal... Faruk'un doğum günüydü.  Yeni alınmış kovboy giysileriyle,  şapkasıyla, çizmeleriyle, iki elindeki tabancalarıyla çok fiyakalı duruyordu. Belli ki keyfi de yerindeydi. Geri kalan bizlerse, daha durgun gibiydik. Ben  özellikle dertliydim. Sadun Amca sürpriz yapmıştı. Aniden gelmiş ve bizi alıp sinemaya değil, bu sefer eve götürmüştü. Faruk'un doğum günü olduğunu bilmiyorduk. Hediye alamamıştık. Yeterince şık da giyinmemiştik.  Ah, insan bazen neleri dert edinebiliyor! Fotoğrafta, keyfi Faruk kadar yerinde olan ikinci kişi de Celal'di.  
            Fotoğrafı Pınar hatırlamış, Faruk'a bahsetmiş, Faruk  da haklı olarak meraklanmış. Bunun üzerine Pınar, bir kopyasını yaptırıp, çerçeveletti ve Faruk'a hediye etti. Bu arada ben de  yıllar sonra  ortaya çıkmış olan çocukluk arkadaşımızla görüşmeyi arzu ettim.  Eşi de tanıdık sayılırdı. Koray'ın has ahbabı,  eski milletvekili ve gazeteci Sadullah Usumi'nin, bir Bandırma feribot yolculuğu sırasında tanışmış olduğum kızı... Davetin gerekçesi buydu ve  fotoğraf da o yüzden elden ele dolaşmaktaydı.
           Celal adı ister o gün Faruk tarafından telaffuz edilmiş olsun,  ister daha sonra kendi kendime hatırlamış olayım, esas ampul  çok çok sonra yanacaktı. Aradan hayli zaman geçecek ve günlerden bir gün, evde kendi kendimeyken birden haykıracaktım:
          -"A, bu Celal, o Celal!" 
          Evet öyleydi. Çok yaşlanmıştı ama, yüz aynı yüzdü, duruş aynı duruş... Kendi sesimden kendim ürkmüştüm. Sonra da "Tevekkeli değil!" diye düşündüm.  Öyle düşündüm, çünkü, o fotoğrafın çekildiği günün üstünden uzun yıllar geçmiş ve ben, son çalıştığım reklam ajansında bir başka Celal'le karşılaşmış ve sebebini bilmeden o Celal'e büyük bir sempati duymuş, çok güvenmiş, hatta işten ayrılacağım ortaya çıkınca, bir gün lazım olur diye onun telefon numarasını da almıştım. O zamanlar zannediyordum ki, günün birinde ben de kocaman bir ev edineceğim ve davetler vereceğim ve yardıma ihtiyacım olacak. Olaylar pek öyle gelişmedi. Davetler vermesine verdim de,  büyük bir evim hiç olmadı ve Celal'in numarasını hiç aramadım.
           Fotoğraf çekildiğinde 1962 yılındaydık. Babam 1960 İhtilali sırasında Lüleburgaz'daki alayda, öyle zannediyorum ki istihbarat subayı olarak görev yapmaktaydı. Göreviyle ilgili olarak "S subayı," ya da "S Dairesi" gibi deyimler kullanılıyordu. Bu "S" harfi de,  o sıralar daha altı-yedi yaşlarında, mini minnacık bir kız çocuğu olduğum halde, niyeyse, merakımı aşırı celbediyordu. Babam göreviyle ilgili konuşmuyor, soruları cevaplamıyordu. Bir başka subayın kızı, bir diğerinin de kızkardeşi olan annemin ağzı da çok sıkıydı. Dolayısıyla  sorularıma bir cevap alamadım ve zihnime takılı kalan  sözkonusu "S" harfi yüzünden yıllarca kafa yordum. Nasıl olduysa uzun yıllar sonra bir gün, onun İngilizce "surveillance"  kelimesinin kısaltması olabileceğine kanaat getirdim ve o andan itibaren çok rahatladım. O kadar rahatladım ki, bu bilgiyi doğrulatma ihtiyacı bile duymadım. Niye, bilmiyorum. Artık bilgi birikimi açısından annemli babamı aştığımı mı varsaymaktaydım? Veya benim hatırladığımı onlar hatırlamazlar mı dedim? Yoksa, hem fiziksel hem duygusal olarak birbirimizden biraz uzaklaşmış mıydık?
         Bunların biri de olabilir, ikisi de olabilir, hepsi de olabilir. Şu içinde bulunduğumuz anda, sormamış olmakla, yani o buluşun sağlamasını yapmamış olmakla hata ettiğimi düşünüyorum. Ne var ki o zaman öyle düşünmemişimdir herhalde. Gençlikte bir dönem geliyor, kimi insan, annesiyle babasının etkisinden çıkma gereği hissediyor ve kendi birikiminin artık buna yeteceğine inanıyor. Hatta biraz ileri gidip kendi birikiminin onlarınkini geçtiğini de farzetmeye başlıyor. Belki öyle farzetmese, kendi özgün kimliğini oluşturma ihtiyacını duyamayacak, bunun için harekete geçemeyecek ve nihai olarak da bireyselleşemeyecek! 
          Bu, bir aşama...  Ne var ki herkes ille de bu aşamadan geçecek diye bir şart yok... Buna karşılık böyle bir aşamadan geçmeyen, geçemeyen insanlar galiba özgün, bireysel kimlikler oluşturamıyorlar. Onlar, içine doğmuş oldukları aileden pek uzaklaşmadan/uzaklaşamadan, topluluk kimliğinin dışına pek çıkmadan/çıkamadan tamamlıyorlar ömürlerini. Bu, kötü birşey değil... Böyle de yaşanır ve yaşanıyor. Yalnız Türkiye'de değil, dünyanın birçok yerinde...
          Bir cesaret sözkonusu aşamaya girmeyi göze alanlar ise, ilk önce  hayli dertli bir süreç yaşıyorlar. Esasında hem şahsen kendileri yaşıyorlar o süreci hem de ebeveynlerine yaşatıyorlar. Asilik dönemi... Kendini beğenmişlik dönemi... Anne-babayı küçümseme... Tabii bu da birçokları gibi bir dönem ve bunun da aşılması sözkonusu, ancak bunu da aşan var, aşamayan var... O aşamada takılı kalanlar bir tür insanlar oluyorlar, o aşamayı da geçenler ise bambaşka bir tür... Hayat esas itibariyle  zaten her anlamda "çok çeşitlilik" üstüne kurulu... İnsanlar ve davranışlar da öyle; türlü türlü, çok çeşitli... 
          Benim gördüğüm, o aşamaya hiç girmeyenler nasıl aileden kopmuyor/kopamıyorsa, isyan dönemini atlatamayanlar da, bunun aksine, aileden, hatta toplumdan bütün bütüne kopabiliyorlar. İsyan dönemini atlatmayı başaranlar ise, aileyle ve toplumla yeniden, ama bu defa şahsi kimliklerini kazanmış olarak ilişki kurma şansına sahip oluyorlar. Böyle bir şans var, ama bu şanstan nasıl yararlanılacağı da yine şahsi tercihlere bağlı oluyor. Sonuç: ortak özellikler ve ortak sınırlar elbette var ama, ayrıntıda, kimse kimseye ve kimsenin hayatı kimseninkine benzemiyor.   
           Herneyse, yıllar sonra, durup dururken ben nasıl oldu da kurdum o bağlantıyı acaba; yani, "S" harfi ile "surveillance" kelimesi arasındaki bağlantıyı diyorum. Galiba insan zihni böyle birşey işte... Birşeye taktınız mı takıyorsunuz. Önemli, önemsiz... Sonra çoğu zaman farkına bile varmadan o konuyla ilgili küçük bilgi kırıntıları, küçük veriler topluyorsunuz. Bunlar birikiyor, birikiyor ve birikim belli bir düzeyi aşınca "Bom!" bir anda bir yorum oluşuyor zihninizin derinliklerinde. Bir aydınlanma anı yaşıyor ve  dolayısıyla bir kanaat ediniyorsunuz. Edindiğiniz bu kanaat doğru mu, yanlış mı; pek de bilmeden... Bilmiyorsunuz ama, ondan sonra, kanaatinizi, genel olarak, mutlak doğru kabul ediyorsunuz. Tuhaf, değil mi?  
          İhtilal'den sonra babam, aniden İstanbul'a tayin edildi.  Bu defa Rami'deki 66. Tümen'in kurmay başkanı olarak... Tümen komutanı Faruk Güventürk idi.  "27 Mayıs İhtilali!.." O zaman öyle deniyordu. Çok geçmeden 27 Mayıs  günü resmen tatil ilan edilecek,  yıllarca da öyle kalacaktı. Fikrimi sorarsanız, doğrusu "ihtilal" değil ve fakat "darbe..."  Yetkili birileri  de bu fikrimi paylaşıyor olmalı ki, bir başka darbenin ardından, 27 Mayıs günü tatil olmaktan çıkartılıverdi! 

               Annem Enise H. Öcal ve babam Cemal Öcal, Küçük Çekmece askeri kampı, 1962 yazı .       
           
          Benim gözümde bir yandan tuhaf bir biçimde eğlenceli, bir yandan da fevkalade korkulu, karanlık dehşet günleriydi o günler. Menderes ve arkadaşlarıyla ilgili dedikodular sürüp gitmekteydi. Yok, üniversite öğrencilerini toplamışlar da hepsini öldürüp kıyma makinalarından geçirmişler, yok devlet hazinesini öyle bir soymuşlar ki geride zırnık kalmamış, yok şu, yok bu! Menderes ve arkadaşları çok tatsız işler çevirmişlerdi çevirmesine; 6-7 Eylül 1955 Olayları yeterdi. Devlet radyosundan her gün gümbür gümbür yayınlanan o Vatan Cephesi listelerinin yarattığı terör yeterdi! Neye yeterdi? İdam edilmelerine değil elbette, seçimle devrilip gitmelerine... Ben öyle düşünüyorum.
          Ne var ki, bir askeri müdahaleyle işler altüst oluvermişti işte! Artık devlet radyosundan  gümbür gümbür yayınlanan Yassıada duruşmalarıydı. O da bir tuhaftı; savcı ile mahkeme başkanın sesleri, hatırladığım kadarıyla, gür olmasına pek gürdü ama, Menderes'e ile öteki hükümet üyelerine ithaf edilen suçlar genellikle pek yufkaydı. Kıyma makinasına atılan gençlerin izi, her nasılsa bulunamamıştı. Devlet hazinesinden kaldırılan tonla paranın izi de... 6-7 Eylül Olayları gündeme gelmişse de, olaylar çok şahsileştirilerek gelmişti. Böylece bir yıl olmadan onbeş kişi için idam kararı çıkacak ve nihai olarak üç adam,  yok "Bebek Davası," yok "Köpek Davası" gibisinden suçlamalar yüzünden idam edilivereceklerdi. Üç insan!.. İnanılmaz birşeydi. Hayatımın önemli şoklarından biri de bu oldu. Albert Camus'un "İdam" adlı eserini hemen bu olayları izleyen yıllarda okudum. Ömrüm boyunca da etkisi altında kaldım. O gün bugün, gerekçesi ne olursa olsun idama karşıyım. 
          Babam çok çalışıyordu. Çok yorgundu. Demokrat Parti'nin eylemlerine külliyen karşı olduğu halde, anladığım kadarıyla gelişmeler yüzünden üzgündü de... Silahlı Kuvvetler'in içindeki bölünmelerden ve siyasete bu ölçüde karışılmasından  rahatsız oluyordu besbelli.  Bu konuları o sıra henüz dokuz-on yaşında olan benimle veya benim bulunduğum mekanlarda tartışıyor değildi elbette. Bunlar, sonradan yaptığım çıkarsamalar... Gerçekler ve yine sonradan babamla yapmış olduğumuz kimi konuşmalar da, çıkarsamalarımı destekler nitelikte olacaktı. Nitekim, bir takım üst rütbeli subaylar tarafından hazırlanmış, imzalanmış ve o yıllarda yayınlanmış olan, Silahlı Kuvvetler'in siyasetten bir an önce çekilmesi gerektiği doğrultusundaki bir bildirge veya dilekçede babamın da imzası vardı. Şunu da vurgulamam gerek: babam ne Türkeş'in de dahil olduğu Ondörtler'dendi ne de Madanoğlu ekibinden; bu, galiba yirmi yedi kişilik bambaşka bir gruptu. Sözkonusu metni  epeyce bir zaman önce internet vasıtasıyla buldum, ama büyük bir akılsızlık ederek, bilgisayarıma indirip basmadım. Şimdi izini bile bulamıyorum. 
          66. Tümen Rami'deydi, buna rağmen annemle babam bu sefer Maçka'da bir apartmanın dördüncü katını kiralamışlardı. Herhalde, sağlığı iyice bozulmuş olan annemin işine yakın olsun diye... Babamın rütbesi artık albaydı zannediyorum ve tümenin kurmaybaşkanı olduğu için o, uzak da olsa, işine ciple gidip gelebiliyordu. Hani o koyu yeşil/haki boyalı, üst kısmı bezden, biraz entipüften, bol üfürmeli askeri jiplerden biriyle...  
          Babamın Lüleburgaz'dan önceki görev yeri de İstanbul'du.  O zaman rütbesi yüzbaşıydı herhalde, belki de binbaşı... Kazlıçeşme'deki alayda görevli olduğunu hatırlıyorum, ancak oradaki sıfatının ne olduğunu çıkartamıyorum. O sıra çok küçüktüm. Babam Kazlıçeşme'de çalışıyordu; annemse Halkalı'daki Kız Sanat Okulu'nun öğretmenlerindendi. Annem daha sonra, yanlış hatırlamıyorsam eğer, Bakırköy'deki Kız sanat Okulu'na tayin edilmişti. O dönemin başında annemle babam, Yeşilköy-Yeşilyurt arasındaki bir köşkün bodrum katını kiralamışlardı. Köşkün sahibi Polatlılı Hakkı Bey Amca'ydı. Eşine de Nimet Hanım Teyze derdim. O zaman büyüklere öyle hitap edilirdi: Nimet Teyze, değil Nimet Hanım Teyze;  Hakkı Amca  değil, Hakkı Bey Amca... Zengin insanlardı... Eski para... Hakkı Bey Amca'nın Polatlı'da bir un fabrikası vardı. Hakkı Bey Amca ölene kadar, daha doğrusu, vasiyeti olduğundan, ölümünü izleyen yıllarda da fabrika kapanana kadar, yurtdışında değilsek eğer nerede olursak olalım yıllık bir çuval unumuz oradan geldi. Bilmiyorum, annem nasıl muhafaza ediyordu o unu. Un dediğin hemencecik kurtlanır. Belki de o da konu komşuya dağıtıyordu.
          Yaşça epeyce büyük oldukları halde Hakkı Bey Amca ile Nimet Hanım Teyze annemle ve babamla çok iyi ahbap olmuşlardı.  Ahbaptan da öte; neredeyse aileden sayılıyorduk. Onlarda, iki tarafta da aile çok genişti; bizimse büyük dayımlar dışında kimsemiz yoktu.  Vardı da yoktu. Çoğuyla görüşmüyorduk;  iki taraftan tek tük görüştüklerimiz ise çok uzaktaydılar. Ev sahiplerimizin iki çocuğu vardı. Filiz ile Namık... İkisi de benden epeyce büyüktüler. Yanlış hatırlamıyorsam eğer, İran'a giderken  Haydarpaşa Garı'na bizi uğurlamaya gelenler arasında onlar da vardı ve İvo Andriç'in Drina Köprüsü adlı eserini de bana Namık Abi hediye etmişti. Nimet Hanım Teyze'nin kızkardeşi İffet hanım Teyze Şair Nigar'ın oğlu Füsun Bey'le evliydi ve o çiftin de iki çocuğu vardı: Şermin ile Osman... Osman benden küçüktü. Köşkün bahçesinde onlarla çok oynardık. Osman'ın dili dönmediği için bana "Bahar" yerine "Bata Bata" dermiş. A'ları sevimli bir şekilde uzatarak... Bütün aile yıllarca beni öyle çağırdı. Bana hoş gelirdi. Geçtiğimiz yıllarda bunu bir arkadaşıma anlattım. Çok sinirlendi. Niyeyse, "Bata Bata"nın kaba bir isim olduğunu düşündü. Değildi oysa... Herkes bebek Osman gibi, yumuşatarak telaffuz ediyordu o ismi... Sonra da unutuldu gitti. Daha doğrusu İffet Hanım Teyze dışında herkes unuttu. O, ölene kadar bana "Bata Bata" dedi. 
           Annemin son oturduğu evde, Nimet Hanım Teyze ile İffet Hanım Teyze birbirlerinin peşisıra rahmetli olmazdan evvel bir çay partisi düzenledik. Annemin arzusuyla... Filiz Abla Ankara'dan gelmiş; o da geldi. Gelirken anneme, sade ama şık, koyu mavi bir kristal vazo getirmiş hediye olarak... O partide annemin bilumum gümüşlerini ve kıymetli porselenlerini ve kristallerini ve Şam işi masa örtüleriyle peçetelerini filan kullanarak krallara, kraliçelere layık bir çay sofrası donattım. Çayla birlikte ikram edeceğimiz kurabiyeleri filan Kadıköy Baylan'dan almıştım. Böylece gümüşler ve porselenler ve kristaller ve kıymetli örtüler son bir defa daha bir işe yaramış oldular. Çok güzel bir zaman geçirdik. Çok keyifli yedik ve içtik. Hizmeti tabii ben yaptım. O sıra sağlığım yerindeydi. Hiç yorulmadım. Annem de pek iftihar etti benimle, pek gururlandı. Öyle zannediyorum. Ben annem için böyle şeyler yapmazdım pek. Annemse bana katiyen iltifat etmez, beni yüzüme karşı asla methetmezdi. Hiçbir yaptığımı doğrulamamıştır ama, ara sıra arkamdan çok övünürmüş. Anneciğim, kuşum...Kuş gibi kalmıştı son yıllarında... Minicikti.
         Bu arada, bu "hanım teyze," ve "bey amca" muhabbeti kimilerini yanıltabilir. Aslında o ailenin bütün fertleri fevkalade Avrupai insanlardı. O zamanlar öyle denirdi: Avrupai... Modern giyinirler, modern evlerde yaşarlar ve sık sık Avrupa'ya gidip gelirlerdi. Bir tek Nimet Hanım Teyze, o da son yıllarında, aileye hep biraz uzak duran üvey ablasının etkisiyle, kendini tamamen dine verdi ama, o bile o Avrupai havasını asla yitirmedi.   
        Nimet Hanım Teyze'nin  Zincirlikuyu'daki aile mezarlığında son bulan cenaze töreninde gözyaşlarımı tutmam mümkün olamadı.  Sıralı bir ölümdü; ağlamam ona değildi. Döktüğüm gözyaşları, kapanan ve asla geri gelmeyecek  bir devir içindi. Hava soğuk ve yağışlıydı. Gömü işi bittikten sonra ailenin kalan üyeleriyle vedalaşıp anneannemin mezarına bakındım; o da hemen oracıktaydı. Yıllardan beri annem ile benden başka kimsenin ilgilenmediği o  yapayalnız mezar... Nurhan'cığım, birkaç hafta önce ziyaretime geldiğinde, istediğim yiyeceklerle birlikte anneannemin siyah-beyaz bir fotoğrafını da getirdi. Sağolsun, yalnızca fotoğrafı elindeki bir kopyadan çoğaltmak için değil, aynı zamanda  ona uygun bir çerçeve bulmak için de epeyce zahmete girmiş. Vanlı olan ve okuma-yazma dahi bilmeyen, ama yine de hep bir hanımefendi olarak yaşayan anneannem, muhtemelen annemin yaratısı olan fevkalade şık, tüllü Avrupai şapkası başında ve ipek emprime elbisesi sırtında, hüzünle yüzüme bakıyor. Fotoğraf en az altmış-yetmiş yıllık... Bir araba kazası sonucu öldüğünde elli sekiz yaşındaydı anneannem. Yıl, yanılmıyorsam yine 1962... Annem perişan olmuştu.
           Annemin gümüşlerinin bir kısmı şimdi bende... Gümüş severim,  kıymetli örtüleri severim ve hatta kristal ile porselen de... Ama ben kendime bunların iyisini hiç alamadım. Param olmadığından değil; hayatım öyle gelişmediğinden. Nitekim camlı bir vitrinim hala yok ve evin  çeşitli yerlerinde sergilediğim halde, annemin güzelim gümüşleri kimsenin dikkatini çekmiyorlar! Olsun! Ben ara sıra başımı kaldırıp ya birine ya ötekine bakıyor ve baktıkça hem annemi anıyor hem mutlu oluyorum ya, o yeter!
          Filiz Abla'nın o gün anneme getirmiş olduğu koyu mavi kristal vazo da kütüphanemin bir rafında duruyor. Altındaki ve üstündeki  raflarda, Murathan Mungan'ın hediye etmiş olduğu aynı renk ama sade cam üfleme vazo, benim Kapalıçarşı Nuruosmaniye çıkışındaki Lambacı Muhtar'dan vaktiyle satın almış olduğum yine aynı renk porselen  gaz lambası haznesi, Ayvalık'taki camcıdan Pınar'a ev hediyesi alırken dükkan sahibinin hediye ettiği, yine koyu mavi ve zannediyorum yine el işi şarap kadehi ile kendi kendime bir yaşgünümde hediye etmiş olduğum ve elbisesi ötekilerle tıpatıp aynı renk olan cadı figürü var... En tepede ise Koray'ın açık mavi Murano camları: bir başka ve daha büyükçe bir lamba haznesi, bir kristal vazo ile teki kalmış kristal küllük... Hepsi de gözüme çok güzel görünüyorlar. Anısı ve belli bir estetiği olan herşeyi çok severim zaten ben. 
           İstanbul'daki o ilk dönemde, Nimet Hanım Teyze ve Hakkı Bey Amca'yla çok yakınlaşmış olmamıza rağmen, bir süre sonra köşkün bodrum katından ayrılıp Bakırköy'e, savaş zengini Yaşar Bey'in apartmanında bir daireye taşınmıştık. Yaşar Bey, apartmana, sonundaki "bey" ekiyle birlikte kendi adını vermişti. Öyle zannediyorum ki köşkün bodrum katı fazla rutubetliydi ve  rutubetin azı bile anneme iyi gelmiyordu. Bakırköy'de bodrumdan bir üst kata terfi etmiştik. Bu daire zemin kattaydı. Arka taraftan bahçeye çıkılıyordu. Nişantaşı'ndaki gibi, apartmanlarla çevrili bir ortak bahçe... Bir tür park... Bakımlıydı. Rengarenk yıldız çiçeklerini ve gülleri  çok net hatırlıyorum. Yaşar Bey'in iki kızı ve bir oğlu vardı. Büyük kız Fatma, küçüğü İnci... Oğlanın adını hatırlamam mümkün değil... Yaşar Beyler'le de görüşüyorduk ama onlarla pek ahbap olmadık. Biraz görgüsüz, fazlaca düşüncesiz, çok övüngendiler. Nitekim Nimet Hanım Teyze ve Hakkı Bey Amca'yla ve hatta bütün aileyle dostluğumuz büyükler birer birer ölünceye kadar sürdü ama, Yaşar Beyler'i o apartmandan ayrıldıktan sonra hiç görmedik. Daha doğrusu şöyle oldu: Ben ortaokuldayken bir yaz tatilinde  galiba Ataköy sahilinde bir kere karşılaştık. Yaşar Bey servetini kaybetmiş ve ölmüştü. Çocukları  ile eşi, yeni duruma ayak uydurmuşlar, pek de umursamadan yaşayıp gidiyorlardı. 
          1960 İhtilali'nden hemen sonra, babamla aynı yaşta ve babam gibi albay olan ve o sıra İstabul'da görev yapan büyük dayım Necati İşçen, atamayla, İstanbul Emniyet Müdürü olmuştu. Öyle zannediyorum ki, Sadun Bil, Profesör Dr. Kemal Önen ve Doktor Orhan Eriş ile ilk arkadaş olan oydu. Babam bu ekibe, İstanbul'a geldikten sonra katılmıştı. Sadun Amca, ünlü gazeteci Hikmet Bil'in kardeşiydi. Hani şu 6-7 Eylül 1955 olaylarından sorumlu tutulan  ve daha olaylar sürerken kapatılmış olan, hayli şaibeli Kıbrıs Türktür Derneği'nin de genel başkanı olan Hikmet Bil... Sadun Amca'nın ise, Harbiye'de, cadde üstünde, o zamanlar Amerikan pazarı denen türde şık bir dükkanı vardı.  İş hayatında bazen batar, bazen çıkardı.  Ne var ki ailecek hep iyi yaşarlardı.  Eşinin adı Fıtnat'tı. İkisinin de ikinci evlilikleriydi zannediyorum. Fıtnat Teyze'nin ilk eşinden olma bir oğlu daha vardı: Doğan. Doğan bizlerden epeyce büyüktü. Kışın onu görmezdik pek; yazın Kandilli'deki yalının müştemilatında kalırdı. Biz oradayken pek ortaya çıkmazdı. Müştemilattan gitar sesleri duyduğumuz zaman anlardık ki oradadır. 
          Pınar ile Faruk karşılaştıktan sonra, Fıtnat Teyze, annemi telefonla birkaç kere aradı. Kandilli'deki güzelim yalı yıkılmış, yerine birkaç katlı yeni bir yalı inşa ediliyormuş. Sadun Amca rahmetli olduğundan beri Fıtnat Teyze o civarda bir yerde, Doğan'la birlikte oturmaktaymış. Annem de herhalde onu geri aramıştır.  Nazik bir insandı annem; böyle şeylere önem verirdi. Bir araya gelmeyi düşündüler, ama yapamadılar. Fıtnat Teyze torun bakıyordu (Faruk'un çocuğu), annemse artık sokağa pek zor çıkmaktaydı. 
          Kemal Amca ile Orhan Amca'ya gelince; onlar, Cerrahpaşa Hastanesi'nin ve Tıp Fakültesi'nin önemli isimlerindendiler. Kemal Amca o sıralar profesör olmuştu galiba. Babama en çok benzeyen ve babamla en iyi anlaşan oydu. Babam da, o da, ilke olarak ağırbaşlı, ciddi adamlardı. Kemal Amca'nın eşi kendisinden epeyce gençti. Nuran Abla... 
          Orhan Amca yalnızca asistandı.  Kendisine zorla başasistan sıfatı verilmişti ama o, doçentlikten profesörlüğe doğru giden yola girmemekte fevkalade kararlıydı. Çapkın olduğunu, içmeyi, alem yapmayı sevdiğini o zamanlar bile biliyordum. Ayla Algan'ın yakın akrabasıydı. Ayla Algan ile annem onun sayesinde tanışıyorlardı.  On yıl kadar önce bir gün annemi bir doktora götürmüştüm ki Ayla Hanım'la karşılaştık.  Yılda bir kez Fransa'dan İstanbul'a gelerek Nişantaşı'ndaki muayenehanesinde hastalarının dizine iğneler yapan ve o sayede onları, bir süreliğine olsun ağrısız-sızısız yürüten, galiba Lübnan ya da Ürdün asıllı, çok ünlü bir doktordu...  Ayla Hanım da annem gibi yürüme zorluğu çekiyormuş anlaşılan. Orada karşılaştılar ve eski günleri anarak sohbet ettiler. Laf aramızda, epeyce dedikodu da yaptılar.  Bilmediğim bir yığın şeyi öyle öğrendim.
          Birkaç yıl önce Yaşar, ricam üzerine beni  Nakkaştepe'nin oralarda bir yere götürüp bırakmıştı. Bir hayır işi için... Dar bir sokaktan geçerken bir baktım, mavi tabelada Dr. Orhan Eriş yazıyor. Sokağa adını vermişler. Öyle mutlu oldum ki!.. Şimdi Google haritalarında veya İstanbul Büyükşehir haritasında bu isimle bir sokak adı aradığımda, bulamıyorum. Ya Orhan Amca'nın soyadını yanlış hatırlıyorum ki, zannetmiyorum. Ya da sokak ismini değiştirmişler ki, malum, bizde bu, her dönemde çok yapılır. Sanki haritalar, cadde ve sokak isimleri insanların hayatını kolaylaştırması değil de zorlaştırması gereken  şeylermiş gibi...
          Hep birlikte çok hoş bir ekiptiler. Ehli keyif... Entelektüel... Espritüel.. Kemal Amca ile babam gibi Orhan Amca ile Necati dayım  da birbirlerine benziyorlardı. Sadun Amca iki tarafa da hem yakın hem uzaktı. Zaman zaman başkaları da katılırdı ekibe... Profesör Nazif Bağrıaçık onlardan biriydi; o zamanlar daha doçentti zannediyorum o. Başkaları da vardı. Eşler eh, bazıları ve zaman zaman... Babam o sıralar daha yanında annem olmadan hiçbir eğlenceye katılmama kararını almamıştı herhalde. Hatta tam tersi... Faruk Güventürk Paşa'yla birlikte hemen her gece bir davette oluyordu. Bu da annemi üzüyor ve kızdırıyordu. Öyle ki günün birinde babama güzel bir oyun oynadı ve sonra işler duruldu.  Belki o hikayeyi de bir gün anlatmam gerek...
         Değişik insanlardı bu yeni dostlar. Kimilerinin evine bazen eve icra geldiği de olurdu. Kadınlar üzülür, ağlardı. İcra gelmeden önce eşyalar evden kaçırılır ve oturulan görkemli kira evleri apar topar boşaltılır ve yine görkemli bir başka ev kiralanırdı. Galiba tamamı İstanbullu idiler... Çoğu iyi ailelerden geliyorlardı. Sonradan kavradığıma göre, bazılarının evliliği, açık evlilikmiş.  Erkekler eve gitmez ve daha çok garsoniyerlerinde geceler, kadınlarsa genç sevgilileriyle vakit geçirirlermiş. Herhalde o yüzden olsa gerek, sözünü ettiğim çekirdek kadroyla ilişkiler hep sürdüyse de,  diğerleriyle bizimkilerin ilişkisi, hiçbir zaman derinleşmedi. 
         Bu arada "hanım teyze," "bey amca" nitelemeleri de  ıskartaya çıkmış olmalı ki, biz de babamın ve annemin dostlarını artık "amca" veya "teyze" diye  tanımlar olmuştuk. Böyle bir modernleşme yaşamasına yaşamıştık ama, babamın, bundan bir karış öteye gidilmesine tahammülü yokmuş herhalde. Bir gün Necati dayım telefonla aradı ve dedi ki, 
           -"Akşam, Beyti'ye gidiyoruz. Kemal, Orhan, Sadun ve Nazif de gelecek. Babana haber ver." Sonra iyice sıkıladı:
          -"Sakın unutma, e mi! Kimlerin geleceğini de mutlaka söyle!"
          Beyti lokantası o sıralar çok gözde... Üstelik anne tarafından akraba da oluyoruz. Akrabalık şöyle; Beyti de anneannem gibi Van Türkmenleri'nden ve Ferit Melen'in de yakın akrabası... 
          Babam eve geldiğinde mesajı satır satırına tekrar ettim.
          -"Dayım aradı ve dedi ki: akşam Beyti'ye gidiyoruz. Kemal, Orhan, Sadun ve Nazif de gelecek."
          Beni gülümseyerek dinlemeye başlayan babamın, yüzü ikinci cümleye geçtiğimde değişti ve hiddetten adeta morardı. O güne kadar bana tek bir sert söz söylememiş olan, hatta annem bağırıp çağırırken, daima, sessizce, ama yerden birşeyler alıyormuş filan gibi yaparak fiilen araya giren, evin dışında dahi, en azından bizim de bulunduğumuz mekanlarda ve zamanlarda en ağır küfürü "densiz" olan o nazik, o kibar adam, ben daha cümleyi biteremeden kükredi:
          -"Ne diyorsun sen? Bu ne terbiyesizlik!"
        Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacak hale geldim. Ne terbiyesizliği? Hani, zaman zaman her çocuk gibi benim de terbiyesizleştiğim oluyordu elbette ama, burada nasıl bir terbiyesizlik yapmış olabilirdim ki? Sadece dayımın mesajını satırı satırına tekrarlamaya çalışıyordum.  Babam öfkeyle kapıyı vurup çıktı. Sonradan anlaşıldı ki meğer arkadaşlarının isimlerini, artlarına "amca" kelimesini eklemeden söylememe kızmış. Babacığım benim, canım!.. 
          Kemal Amca, babam öldükten sonra da uzun süre hayatımızda kaldı. Babamın ölümünden birkaç yıl sonra annem felç olduğunda, tedavisi için yine ondan yardım aldık.  Elinden geleni ardına koymadı tabii ve muhtemelen onun sayesinde annem Cerrahpaşa'da çok başarılı bir biçimde tedavi edilerek kısa sürede iyileşti. 80'li yılların ortasında hastaneler ve sağlık hizmetleri şimdiki gibi değildi. Hiç değildi. Böyle bir yardım alamasaydık eğer, annemi de erkenden kaybedebilirdik.
          Babamı kaybettikten sonra Sadun Amca da annem için elinden geleni yaptı. Bazen gelip annemi alıyor ve kızkardeşinin  görkemli evine götürüyordu. Hep birlikte oturup  manzaraya bakarak sohbet eder, çay içerlermiş. Bebek ya da Rumeli Hisarı'ndaydı zannediyorum o ev. Ben hiç gitmedim. Annem o gezintilerden, niyeyse, çok mutsuz dönüyordu. Neler olduğunu soruyordum. Anlattıkları hep hoş şeylerdi, ama o yine de mutsuzdu. Depresyondaydı annem. Yalnız hayat zor geliyordu. Çok zor...     
        Ben Sadun Amca'yı en son Ankara Garı'nda gördüm.  80'li yılların başlarında... Tesadüf bu ya, aynı yataklı trene binmek üzereydik. Ben Koray'la birlikteydim. Sadun Amca yalnızdı. Çok güzel iki köpeği zaptetmeye uğraşıyordu. Collier cinsi mi, kurt köpeği mi; tam hatırlamıyorum. Köpekler o kadar güzeldi ki, Pınar gibi büyük bir hayvansever olmadığım halde söylemeden edemedim. Bunun üzerine Sadun Amca dedi ki,
          -"İstersen birini sana vereyim." Verirdi. Son derece içtendi. Öyle bir adamdı o. Dünyanın en eli açık insanlarından biri... Cebinde beş kuruş olmasa da cömert... İnsansever, çocuksever, her zaman güleryüzlü... Hiçbir bayramı atlamazdı: hediyelerimizi bizzat getirir ve bırakıp giderdi. Noel ve paskalya filan da dahil hiçbir bayramı... Bir paskalya günü, siyah çikolatadan koskocaman bir tavşan getirmişti. Yiye yiye bitiremedik! O tavşanı ve lezzetini o sıra küçücük olan Pınar bile hatırlıyor. 
          Celal hayatımıza ne zaman girmişti? Galiba Sadun Amcalar Valideçeşme'deki o kocaman, siyah mermer sahanlıklı, iki merdivenli ve asansörlü apartmana taşındıktan sonra... Bir tür evlatlıktı sanıyorum. Ya da besleme... Öyle denirdi: "besleme." Ne kötü bir nitelemeymiş!  Genellik kız olurdu beslemeler, ama o erkekti işte. Ayak işlerini görüyor,  alışverişi filan yapıyor ve  bir ihtimal, en az Pınar  ve Kemal Amca'nın oğlu Haluk kadar yaramaz olan Faruk'la da ilgileniyordu. Evde başka hizmetliler de vardı ama, Celal'in yeri ötekilerden biraz farklıydı sanki. Düşündükçe öyle geliyor. Belki de yanılıyorum.
          Nereliydi, kimin, kimlerin çocuğuydu, nasıl olmuş da kendini Sadun Amcalar'ın evinde bulmuştu? Bunları bilmiyorum. Yıllar sonra çalıştığım reklam ajansında karşılaştığımızda, kendisini tanıyamadığım için sonradan da asla öğrenemedim. Faruk da bilmiyordu. 
          Ben onu tanıyamamıştım, ama acaba Celal beni tanımış mıydı? Bunu da bilmiyorum. Ben, yükselmekte olan bir müşteri temsilcisiydim orada. O ise patronun, nasıl demeli, bir tür valesi, kahyası.. Yemeğini yapıyor, üstü başıyla ilgileniyor, özel işlerini hallediyor filan... Arada boş vakit bulduğunda bizim işlerimize de bakıyordu. Özel işlerimize değil tabii... O ajansta biz, müşterilerimizi genellikle dışarıda, lüks lokantalarda ağırlardık. Ajans içinde  yapılan toplantılarda da o lüks lokantalar düzeyinde bir servis sunmak zorundaydık. Celal bu noktada işe yarıyordu. Bilmiyorum, ben ona sempati duyduğum ve hep hoş tuttuğum için mi, yoksa hatırladığı veya hatırlamadığı ama benim gibi izini taşıdığı ortak geçmişimiz sayesinde mi; bana verdiği servis fevkalade oluyordu. Ben bir şey istediğimde Celal'in yapmaması sözkonusu değildi. İstediğim ne olursa olsun! Istakoz mu istedim, Celal anında bulup getiriyordu. Masanın üstüne orkide saksıları konmasını mı arzuluyorum; keza... Türkiye'de hiç bulunmayan bir çay mı, kalite bir şarap mı, şampanya mı ısmarladım; ne yapıp ediyor ve istediğim  çay ya da şarap markasının servis masasında olmasını sağlıyordu. Hatta patron izin verirse, servisi de kendisi yapıyordu.
         Ben o zamanlar bunları herkes için ve benzer biçimde yaptığını zannediyordum. Bir gün patronuma dedim ki,
          -"Çok şanslıyız biz; çünkü burada Celal gibi biri var."
          Şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
          -"Ne şansı?"
          -"Celal," dedim, "Çok iyi iş çıkartıyor. Yemeği iyi, servisi iyi, neyi nerede bulacağını çok iyi biliyor. Sizce de öyle değil mi?"
           -"Yok canım, ne münasebet!"
          Biraz durdu ve sonra ekledi:
           -"Hiç sevmiyorum ben o herifi! Beş para etmez!"
       Hem yüreğim cız etti hem hayrete düştüm. Bir süre  ne diyeceğimi bilemedim. "Beş para etmezse, ne diye çalıştırıyorsun yanında adamı?" diyemedim. Biraz efemine bir duruşu vardı Celal'in. Patronuma baktım. "Herhalde bu da bir yığın erkek gibi homofobik," diye düşündüm. "O yüzden böyle konuşuyor olsa gerek. Yoksa Celal'in işini beğenmemek ne mümkün..." Sonra,
          -"Ben seviyorum," dedim.
         Gerçi o uluslararası reklam ajansının tarihinde  galiba ilk  ve muhtemelen son defa,  sırf ödüllendirmek amacıyla beni, bir metin yazarıyla birlikte, üç aylığına, Milano'daki  şubeye göndermişti ama, itiraf etmek gerekirse, çok da iyi anlaştığım biri değildi patronum. Bu konuşmadan kısa bir süre sonra bir yığın  tatsız olay oldu ve  işten ayrıldım. Doğrusu bu ya, tatsız olayların bir kısmından o sorumluysa, bir kısmından da ben sorumluydum. 
           İşte böyle... Bu hikayenin en can alıcı yanı, galiba tarihler... Celal'le ilk karşılaştığımız yıl 1962... Son çalıştığım reklam ajansına girdiğim ve Celal'le, bu defa tek başıma ilk karşılaştığım ve  kendisini tanıyamadığım için geçmişteki bağlantıyı da kuramadığım yıl 1985... Aradan tam yirmi üç yıl geçmiş... Pınar'ın Faruk'la karşılaştığı ve hep birlikte benim evde kahvaltı edip fotoğraftan ve Celal'den de bahsettiğimiz yıl ya 2001 ya 2002... Yani bu defa da aradan en az on altı- on yedi yıl geçmiş... Benim o Celal'in öteki Celal olduğunu anladığım yıl ise, herhalde 2003... Gel de bütün bunlara şaşma!  
         Şimdi, jetonumun nihayet düştüğü o günden de sekiz yıl sonra bu hikayeyi burada niye anlattım; esasında en ufak bir fikrim yok!.. Sadece, acaba diyorum, gitmezden evvel, hayatımdaki açık uçları kapatma telaşı mı bu; yoksa, ben gidince bu anılar da tamamen yok olacaklar ve annemle babam başta, hikayede adı geçen, çoğu zaten rahmetli olmuş insanlar bir parça daha ölecekler diye mi dertleniyorum, nedir? Halbuki biliyorum: evren ve zaman, hele bunların ötesi öyle uçsuz ve öyle bucaksız ki, ne ben ne onlar ne de anılar, göze görünmez bir toz zerresinden fazla bir ağırlık taşıyor bu akıllara sığmayan sahnede. Biliyorum bunu; bilmiyor muyum?  

1 yorum:

  1. Ben nasil olmus da o bufedeki gumus, vazo ve cam urunlere dikkat etmemisim. Ama oyle seylere ilgi duymam gercekten de Bata Bata. Guzel yazmissin.

    YanıtlaSil