Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

21 Eylül 2011 Çarşamba

PINAR'IN BODRUM, GÜVERCİNLİK'TEKİ TUHAF MASAL EVİNE DOĞRU

İşte, bugün ile Cumartesi veya Pazar arasında büyük bir aksilik olmaz ise eğer, önümüzdeki günlerde, burada yaşamaya başlayacağım. İşler bu haliyle, böylece yolunda giderse ne ala, gitmezse, birkaç başka alternatif daha var... Sırayla onları da deneyeceğiz.
          Dün Göztepe Medical Park'ta Nihat'ın cerrahi ekibinden Atilla Kırçelli'yi gördüm. Yani, ameliyatın tam ikinci haftasında mı? Galiba... Sargılarım zaten düşmüştü. Atilla, kafatasımın üstündeki demir zımbaları da çıt çıt bir kalemde temizleyip attı. Bugün için banyo yapabileceğimi, hatta bir hafta sonra başımı denize bile sokabileceğimi müjdeledi. Bodrum yolu dı biylelikle nihayet tam olarak açılmış oldu. Nihat zaten en olurunu vermişti, eh artık tam olur almış oluyordum. 
           Dün iyiydim. Hatta uyanınca banyo yapmayı düşünüyordum.  Solmaz gelince... Atilla öyle demişti. Ama sabah kalktığımda Hayriye yastıklarımda kan buldu... Epeyce... Nihat'ı aradık. Önemsemedi. Ameliyattan beri başımda "koleksiyon" dedikleri bir birikim var. Ne de olsa kafatası kemğimi kesip çıkartıp tekrar yerine yamadılar ya... Herhalde o koleksiyon boşalıyor. Şimdi mesele onu iltihaplandırmamak... Atilla'yı arayıp banyo işini sorduk. "Erteleyin," cevabı aldık. Ama gece Nihat aradı. "Ertelemeyin!" dedi. Sabah, ameliyattan beri ilk defa başımı sabunlayacağım. Çok mutlu olacağım.  
          Hayriye ile Solmaz tam iki haftadır nefes almadan bana bakıyorlar. İkisi de zayıfladı, çöpe döndüler... İkisine de yakışıyor zayıflamak ama, bir yandan da zayıf düştüler diye korkuyorum. Hasta bakmak kolay iş değil... Hele benim gibisine... Her an düşebilirim ve birkaç kere düştüm de nitekim. Her an kriz geçirebilirim. Epilepsi krizlerine benzer şeyler... Her ikisini de en çok geren, haklı olarak o ihtimal... Gerçi buna karşı bir ilaç veriliyor ve bunun sadece bir ihtimal olduğu ve muhtemelen gerçekleşmeyeceği söyleniyor ama, gel de sen, bunu, sorumluluğu taşıyana anlat... Sırf bunlar da değil tabii... Yemek yemem, temizlenmem, dinlenmem ve moralimin her daim yüksek tutulması gerekiyor. İkisi de günlerdir bunlarda hiçbir sorun çıkmasın diye paralanıyorlar. Üstelik evde ne müzik dinlenebiliyor ne TV kanalı açılabiliyor. Tahammül edemiyorum. Dün Hayriye, Muzaffer ve ben hastanenin kafesinde oturamadık mesela... İkinci katta gürültülü bir işlem vardı; ruhum dayanmadı. İçerilerde sessiz bir köşe bulmaya çalıştılar; TV höykürüyordu. TV'yi kapattırmak için adam aramak zorunda kaldılar... Biraya cici cici yazılar yazıyorum diye dünyanın an kapressez kadını olduğumu zannetmeyin. Başkası olsa zor dayanır. Onlar yapıyorlarsa, onlar Hayriye, Solmaz ve Muzaffer oldukları için dayanıyorlar. Hem de, özellikle Hayriye ve Solmaz için söylüyorum; bunu, karşı evden değil ve fakat biri Kartal'dan ve öteki Yeni Bosna'dan gelip giderek yapıyorlar. Böyle bir ilgiyi, böyle bir sevgiyi hak etmiş olmak, eğer gerçekten etmişsem, herhalde ömrümün en büyük övüncü olarak kalacak.
           Güvercinlik'e gitmeyi gerçekten istiyorum. Orada da bana bakmak zorunda kalacaklar, biliyorum. Ama onun buradakinden daha kolay olacağını umuyorum... En azından biraz daha... Hiç olmazsa orada insan kendi evlerinde uyanacaklar, bana kendi düzenlerinin rahatlığı içinde yer ayıracaklar. Öyle umuyorum.
          Hastaneden çıktığımda niyetim bu değildi. Evimi severim ben. Evimi ve Boğaz'ı ve küçük bahçemi ve eski İstanbul'u anımsatan mahallemi... Ama birşey oldu. Evim beni hoş karşılamadı. Hastaneden evime yanımda Ceren ile Hakan gibi iki ışıklı insan la döndüm ben. Işıl ışıl, gencecik, fedakar... Evde beni karşılayan tek ışık ise kızkardeşimdi: Pınar. O da, onca yorgunluğuna, derdine rağmen ışıl ışıl beni bekliyordu... Anadolu'nun bereketli tanrıçaları gibi... İçi kahkahayla dolu... Ev ise karanlıktı. Ev sessizdi. Boğaz bile durgundu. Her yandan inşaat sesleri yükseliyordu. Kaba-saba yabancı, ışıktan yoksun, ruhsuz  sesler... Komşular hareketsizdiler... Bir ara birileri defne ağacımı mahvetmişlerdi. Buna karşılık, rica da etmiş olduğum halde karşıdaki çitlere el süren olmamıştı. Sevgi yoktu orada. Boşluk vardı... Sevgisiz bir boşluk...
         İşte kararımı hemen o anda, oracıkta verdim  zannediyorsam.  Güvercinlik kararımı...  Duygusal bir karar mı? Öyle... Her verdiğim karar mantıksal olacak diye birşey yok ki! Esasında tam felç olmak üzereyken kalkıp tuhaf bir yolla Bodrum'a gitme kararı vermiş olmam da mantıklı değilmiş ki zaten... Öte yandan şu da var: eğer ben o felci orada değil de burada geçirseydim, şimdi beni çoktan defnetmiş olacaktınız. Kim bulacaktı ki beni o  korkunç felçten sonra? İki haftadır, başımı bekleyen iki kadına, "Fırına, bakkala, pazara gidiyoruz, acaba bizden bir isteğiniz olabilir mi?" diye sormayı dahi beceremeyen; arkadaşlarım dünyanın öbür ucundan gelip giderken, bir zahmet yan kapıyı çalıp bir geçmiş olsun bile diyemeyen komşularım mı? Zor!..  Biraz zor, o, zor, zor, zor... Ben bu eski mahallede kendime ev değil, eski usül komşu aldım sanıyordum; meğer ne çok yanılıyormuşum. Neyse, onların da canları sağolsun elbet...
          Bunca olana rağmen, Ahmet hala hemen sağımdaki pencerenin önünde içiyor sigarasını, Taner de yatak odası penceremin dibinde... İkisinin dumanı da evimin içinde gelip gelip beni buluyor. Farkettiğimde, "Evleridir, canları nerede isterse orada içerler, haklarıdır," diyor ve usulca pencereyi kapatıyorum. Ya birini ya ötekini... Böyle... Gerçi Güvencinlikler de toplu halde sigara içiyorlar ama (yok, galiba Erdener bırakmış), onlar hiç olmazsa bir yandan da beni kolluyorlar. Zaten orada herşey, en azından şimdilik açık havada yapılıyor. Hava müsait olduğundan daha uzun süre de öyle olacak. Olamadığı zaman da bir çaresini buluruz herhalde. 
          Ah, sigara... Artık o konuya girmeliyim belki. Biliyor musunuz sigaraya başladığım tarihi tamı tamına hatırlıyorum ben: 27 Mayıs 1968... Sigarayı, (Alexis Carr sayesinde) severek, isteyerek, hatta oynayarak bıraktığım tarihi de: 19 Ağustos 2008... Arada tamı tamına kırk yıl var... Kırk yıl... Böyle birşey hatırlanır mı? Hatırlanacak onca şey varken, bunu hatırlamak biraz manasız tabii... Ama hatırlıyorum. Aradaki serüvenin çoğunu da, neredeyse adım adım... Bilemezsiniz, ne tuhaflıklar yaptım ben sigara için... Yaptım ve şimdi de bedelini ödüyorum işte...Ağır bir bedel... Ödeneceği varmış. 
         Gerçi benim kanserim de biraz tuhaf... Yani sağ akciğerimdeki ve civar nodüllerdeki o ilk oluşum... Zira iki türü var kanserimin:  birincisi adeno karsinom ve ikincisi squamos cell... Tuhaflık şurada: bunlardan biri sigara içenlerde görülüyor, ötekisi ise içmeyenlerde... Diyeceğim o ki, sigara içmiş olsam da, içmemiş olsam da  kanser açısından pek bir kaçarım yokmuş zaten herhalde benim. 
            Erol diyor ki, (Bahçeşehir Üniversitesi'nden Prof Erol Sezer, FL 1969) kırk yıl sonra öyle küt diye sigara bırakmakla kanseri kendime ben çağırmışım. Bunu laf olsun diye söylemiyor. Bu konuda araştırma yapmış kişilerle işbirliği var. Meğer bedenimiz biz sigara içerken kendini korimak için makrofaj hücreleri üretirmiş. Sigarayı öyle aniden bırakınca o üretim duruyor ve kanser tahlikesi yüzde elli artıyormuş. Belli, ileri bir yaştan sonra böyleymiş meğer bu... Bizim, bıracaksak ağır ağır, alıştıra alıştıra bırıkmamız gerek yani... Hani benden geçti de, beni görüp düşünenlere böyle bir gerçek de olabilir diye bir hatırlatma yapayım dedim.  Güvenilir bir adamdır Erol, ne dediğini bilir.
         Ben yine de  sigarayı yasaklardan önce bırakabildiğime çok memnunum ve tabii kanserden önce... Aksi takdirde kendim bırakmış olmayacaktım. Bırakmaya zorlanmış olacaktım. Birilerinin bana birşeyleri dayatmasından nasıl nefret ettiğimi anlatamam. Bu,  nihai olarak benim yararıma olacak olsa bile... Kendimi cendereye sıkışmış gibi hissediyorum öyle durumlarda... O yüzden, yasaklar başlamadan evvel, kendi irademle bıraktım diye çok seviniyorum. Şimdi içme isteği de hiç duymuyorum.  
          Bir tümörü daha defetmiş gibiyim. Ama kanseri defetmiş değilim. Akciğer kanseri en çok beyne metastaz yaparmış. Sonra tekrar akciğere yaptığı da olurmuş. Nitekim Koray'ın ikinci eşi, Harun'un annesi Tacüser'de öyle olmuş. Tacüser o yüzden rahmetl olmuş... Akciğerdeki ikinci metastazla başa çıkamamış. 
         Bana böyle olmayabilir. Olabilir de... Ben her olasılığa hazırım. Hayat böyle... Hepimiz her sabah gözümüzü sıfır ile yüz arasında bir olasılık yumağına açıyoruz. Kime hangi piyangonun vuracağı hiç belli değil... Evrenin kendine özgü kuralları gereği şimdilik işler kötüden zeyade iyi yönünde akıyor gibi... Ama o da değişebilir. Evren değişken... Hayat ha keza... 
          Daha önce de bir kere sözünü etmiştim. Hassas bir denge var: bir yandan tek tek tümörleri değil ve fakat kansri yenebileceğime dair umudumu korumak, öte yandan kanserden ölebileceğimi kabullenmek zorundayım. Şimdilik bi dengede bir problem yok... Sonrasını bilmiyorum.                                          
          Bu gece yanımda Solmaz var... Çalışma masamın önündeki divanda uyuyor yavrum. Benim yine uykum kaçtı. Yarın iş çok... Bu girişi de ille yazmak istiyordum. Yarın yo kadar işin arasında muhtemelen yazamayacaktım; yani iyi oldu.
          Kadıköy'e gideceğiz yarın. Bu defa Solmaz, Muzaffer ve ben... Kendime yeni bir plaj çantası (Köyceğiz'e, kaplıcaya gideceğiz ya, çok lazım), paralanmaya başlamış olan eskisinin yerine yeni bir yazlık çanta ve Bodrum'a gidiş gelişte kontrolsüzce çantalarıma dökülmüş olan parfümüm ile biraz da kırtasiye malzemesi alacağım. 
         Sonra belki Erkan gelecek.  Eve... Ondan  da biraz akıl alacağım. Sonra da hazırlanmaya devam... Her gün azar azar hazırlanıyoruz zaten.  Bugün de epeyce iş yaptım. Bütün hastane, hastalık raporlarımı  filan derledim ve topladım.  Faturalarımı, ekstrelerimi kontrol ettim. Neyi götüreceğim, neyi götürmeyeceğim, onları planladım.
         Çok şey götürecek değilim. Niye götüreyim? Ne olacağı belli değil ki... Ben oraya misafir olarak gidiyorum. Zaten Hayriye'ciğim de bu evi eşyalı olarak kiraya vermeye çalışacak. Herşeyin yerinde durması daha doğru... Daha bugünden bir yığın girişimde bulundu Hayriye. Evin ulaşınca da telefon açtı. Sesinde bir bayram çocuğu neşesi...  Galiba bir maç varmış ve kadınlarla çocuklar alınıyormuş içeri. Ona yer bulmayı başarmış. Öyle birşey... esini, sesindeki o sevinci duyunca çok mutlu oldum. Hayriye açısından bu olaylar çok önemli ve ben bunu paylaşamıyorum. Beceremiyorum ki.
              


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder