Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

19 Eylül 2011 Pazartesi

GELENLERLE GİDENLER, ARAYIP SORMAYANLAR, YANLIŞLAR VE DOĞRULAR, OLANLARLA OLMAYANLAR VE YENİLİKLERLE BEKLEYİŞ VE HEYECAN İLE DURGUNLUK

Bir yandan ne çok şey oluyor; öte yandansa bekleyip duruyorum işte. Dışarıdan ne kadar konuşkan ve hareketli görünüyor olursam olayım, esasında içimden sessiz, sakin, durgun... Pek birşey yapamadan... Pek birşey yapacak halim yok ki... En küçük bir çaba bile bazen yoruyor. Hala... Ameliyatın üstünden on-onbir gün geçtiği halde... Ama buna da üzülmemem gerekiyor herhalde. Çünkü Nihat geçenlerde bir aradığında dedi ki, "Bahar, eğer sen bir devlet dairesinde çalışıyor olsaydın, böyle bir ameliyattan sonra sana tam 3 ay rapor vermemiz gerekirdi." Eh yani, Nihat'tan iyi mi bileceğim! Sabırsızlık işte!.. Zaten sabır benim en zor elde ettiğim erdem olmuştur. Doğamda asla yok!.. Ben sabrı, gerekli anlarda hep kendi kendime öğretmek zorunda kaldım. Yine de tam öğretememişim ki, hala uğraşmam sözkonusu besbelli. 

Onca yalnızlıktan sonra şimdilerde kalabalıklar içinde yaşıyorum.  Yalnızlığımı sevmezdim diyemeyeceğim; çünkü severdim. Tabii esas itibariyle, hemen herkes gibi yalnız olmayı severdim; yoksa yalnız bırakılmayı değil... Kendi tercihimle yalnız olmayı. severdim... Kendi kararlarımı verebilmeyi... Kendimi fazla yalnız hissettiğimde ise, dışarı uzanıp bir eli, bir zihni tutabilmeyi; bir gönlü, bir ruhu, yüreği...  Veya etrafımda kendini yalnız hisseden biri olduğunu algıladığımda, kendimi, elimi, zihnimi, yüreğimi ona olduğu gibi açabilmeyi... Laf olsun diye yalnızlık veya laf olsun diye kalabalıklık değil de; böyle birşey... Entim... Sıcak... Bana göre... Becerebiliyor muydum? Bilmiyorum. Şimdi etrafımı sevgiyle saran, beni yaşatmak için büyük fedakarlıklar yapan, kucaklayan insanlara bakınca, "Galiba en azından bazı şeyleri, birkaç birşeyi doğru yapabilmişim ben hayatımda," diyebiliyorum. Belki budur. Belki becerebilmişimdir de, o yüzden böyle oluyordur.  Ya da belki sadece şanslıyımdır. Kimbilir! Hiçbir iddiam yok bu konuda. Pek çok konuda hiçbir iddiam yoktur zaten... Bazen öyle göründüğümü hüzünle kavrıyorum ama, ben iddialı biri değilim. İnançlarım, ilkelerim, kendime özgü doğrularım filan var tabii... Ama diyorum ya, onların hepsi sadece kendim için... Kendi hayatımı mümkün olduğunca kendi bildiğim gibi yaşayabilmek için... Yoksa, her konuda hayatta neyin doğru, neyin yanlış olduğunu büyük bir kesinlikle keşfetmiş olmanın, herhalde müthiş olması gereken  o rahatlığını yaşayanlardan değilim ben. Belki aldatıcı ama müthiş... Hiç olmadım. Zaten o konularda da derin kuşkularım var... Her konuda olduğu gibi... Kuşku duyulmayan bir hayatı kavramam da zaten olası değil...

Beni sevenler böyle seviyor olsalar gerek... Sevenler, sevmeyenler... Herşey eş düzeyli değil elbette... Bir tuhaf karmaşa sözkonusu... Belirsizlikler... Çeşitlilikler... Karanlıklar... Aydınlıklar... Bilinenler ve bilinmezler... Yine tam da hayat gibi... En yakınımdakiler, az ötemdekiler, biraz daha uzaktakiler... Sonra daha da uzakta oldukları halde en yakınımdakilerden bile yakınımda olanlar... Ayrıca çok yakın olduklarını zannettiğim halde hiç de öyle olmadıklarını büyük bir hayretle farkettiklerim...

Çok çirkinleştim. Çok çirkin görünüyorum. Çok çirkin göründüğüm için çok üzülüyorum. Yanaklarım, herhalde kortizon yüzünden yine şiş, şiş... Ya da her neyse... Kaşlarım, Serdar'ın onca emeğine karşılık kalın... Gözlerim yerlerinden fırlayacak gibi... Pörtlek!.. Bedenim kendini koyuvermiş... Giydiğim hiçbir şey yakışmıyor. Aynaya baktıkça ağlayasım geliyor. Kanserle, tümörlerimle, geleceğin eskisinden de beter bir belirsizlik sisinin ardında iyice saklanıp zaten karışmış olan aklımı daha da karıştırmasıyla filan değil, bu çirkinlik konusuyla baş etmekte zorlanıyorum en çok. İtiraf etmeliyim ki şu ara en çok buna bozuluyorum. Oysa biliyorum, hiçbir zaman çok güzel olmadım ben zaten. Yaşlandığımda da güzel değil ve fakat çok zarif bir yaşlı kadın olmayı umuyordum.  Kendimi ona hazırlıyordum güya. Zarif... Aynaya bakıyorum. Kendimi ve kendime dair umutlarımın en küçük bir izini bile bulamıyorum aynada. Bu halimle şaşkın bir hasta kadına benziyorum sadece. Bu yaşta bunu niye bu kadar dert ettiğimi bir bilebilsem!.. Ama ediyorum, ediyorum. Hatta şu ara tek derdim bu. Biliyorum, komik! Ne yapayım; öyle! Komikse komik!..

Habertürk'ten Cuma günü gelen olmadı. Sağlık Bakanlığı'nın irtibat görevlisi olarak daha önce benimle temas kurmuş olan genç bir hanım arayarak programın değiştiğini haber verdi. Bu hafta yine deneyeceklermiş. Bu hafta benim programım çok yüklü... Vakit ayırabileceğimi zannetmiyorum. Buna memnun olmadım desem yalan olacak. Pek TV izlememem ben. Yine de sözü edilen kampanyaya dair bir fikrim var elbette. Oradaki insanlarla ortak yanlarım da var kuşkusuz... Mesela insan olmak gibi veya  kanser olmak gibi ya da uzun yıllar boyunca sigara içicisi olmak gibi... Ne var ki hiç ortak olmayan yanlarım da var...  Hiç!.. Dolayısıyla sözkonusu kampanya çerçevesinde sigarayı bıraktırma konusunda kimseye yararım dokunacağını çok da sanmıyorum aslında... Doğrusu bu ya, teklif sevgili Hilal'den geldiği için geri çevirememiş ve şu halimle tek bir kişiyi bile etkilesem bu dahi önemli bir başarı sayılır diye düşünmüştüm. 

Halbuki Hilal'in sözünü edip durduğu kitabı bir önce yazmak ve bastırmak çok daha etkili olabilir. 

Yattığım yerde, boş kaldıkça zaten hep kendi sigara serüvenimi düşünüyorum. Aile toplantılarımızı mesela... Benim ailemin tamamı okumuş-yazmış insanlardı. Özellikle en yakın aile çevremiz... Hatta uzaktakiler bile... Aile dostlarımızın neredeyse tamamı da, ha keza... En küçük grup: babam, Tümgeneral... Necati Dayım, Tümgeneral.. Faruk Eniştem, Tekel'de üst düzey bürokrat... Annem sanat öğretmeni... Necati dayımın eşi sevgili Sacide yengem yine öyle... Sacide yengemin kızkardeşi sevgili Melahat teyzem ilkokul öğretmeni... 

Onların hemen dışında, az ötedeki bir başka çemberde Ekrem Üçyiğit Amcam, Milli Eğitim Bakanlığı'nda üst düzey bürokrat... Kardeşleri Kemal amcam, Şahap amcam... Lise öğretmenleri... Eşler galiba yine öyle... Babamın en yakın kuzeni Nihat Aslantürk amcam, Tümgeneral... Nihat amcamın kardeşi Mehmet  Aslantürk amcam , CHP milletvekili... Nihat amcamın eşi ev hanımı ama, Mehmet amcamınki, yanlış hatırlamıyorsam eğer,  yine öğretmen... Necati dayımın eşi Sacide yengemin kardeşleri hep üst düzey bürokratlarla veya bilim insanlarıyla evli... Ve bu insanlar ne zaman bir araya gelseler evlerde fosur fosur sigara içiliyor. İşin tuhafı sık sık bir araya geliniyor da...   

Kim içmezdi? Galiba bir tek Melahat teyzem... Galiba Sacide yengem de pek içmezdi ama, o içer gibi yapardı. Ve galiba o daha çok masanın, toplantının uyumunu bozmasın, kimsenin keyfini kaçırmasın diye içerdi.  Daha önceki bir blog girişinde anlattım ya, Necati dayım ehli keyif bir adamdı ve uyum elbette önemliydi. Yengemin bu konuda hep elinden gelenin fazlasını yaptığını düşünmüşümdür ben. Yengemi çok severdim.  

Faruk eniştem çok kendine özgü bir insandı. Sessiz, sakin., özgüveni müthiş yüksek, centilmen... O zamanlar Tarkiye'nin en iyi , en lezzetli tütün karışımlarını o üretirmiş meğer... Hani "blend" diyorlar ya; onları... Ayrıca müthiş el becerileri vardı. Marangozluktan da anlıyor ve hazeran yapabiliyordu. Bildiğim kadarıyla onun eliyle yapmış olduğu bir radyatör kılıfı hala Nurhan'la Cevdet'in, eski eve yakın yeni apartmanlarındaki bir radyatörü süsleyerek gözlerden saklıyor. 

Faruk eniştem ayrıca bütün dünyadan gelme sigara kutularını biriktirir ve o kutuların ön yüzlerini kesip duvara kaplardı. Suadiye'deki evin bir duvarı, bazen iki duvarı sigara kutusu kapaklarından oluşan özgün bir duvar kağıdıyla kaplanmış gibi olurdu. O el yapımı duvar kağıdının tek bir çizgisi bile hiç bir yana taşmazdı. Öyle muntazam... Necati Dayım'la babam çok iyi arkadaştılar.Faruk enişte ile babam da... Babam, ölümünden 1979 yılındaki önceki son mektubunu Faruk enişteme yazmış ve her nasılsa ölümün yaklaştığını anlatmış. O yıl 58 yaşındaydı. Necati dayımı daha da genç yaşta, 52 yaşında, bir 18 Mart günü kaybetmiştik. 1973 yılı mıydı?  Galiba... Ondan birkaç ay kadar önce bir rahatsızlık hissetmiş olmalı ki doktora gitmiş. "Kalbiniz bir delikanlının kalbi gibi paşam, " demiş doktor. Övünerek anlatıyordu. Meğer değilmiş.  Öldüğünde Keşan tümen komutanıydı. dayım. Dış görüntüsü itibariyle çakı gibiydi. Çanakkale Şehitleri Günü'ne katılmak için gittiği Gelibolu'daki orduevi odasında kalp krizi geçirmiş. Keşan'da bir caddeye adını vermişlerdi. En son geçişimde baktım, değiştirmişler o adı. 

Annemle babam dayım öldüğünde annemin fizik tedavisi için Bursa'daydılar. Abisini çok severdi anneciğim. Babam haberi ona nasıl verdi de, sonra Bursa'dan İstanbul'a nasıl gelebildiler, hiç bilmiyorum. Cenaze Kadıköy Osmanağa Camisi'nden kalktı. Necati dayım  Erenköy Mezarlığı'na defnedildi. Annem o günden sonra bir daha ne saçını boyadı ne makyaj yaptı.

Sonradan, ama çok sonradan bir filmde ya da dizide dayımın mezarını gördüm. Çok heyecanlandım. Ayrıca yıllar sonra, ilkin  Sacide yengemi, sonra sevgili dayı kızım Filiz'in eşi Atilla'nın babasını kaybedip aynı mezarlıkta tekrar tekrar buluştuğumuzda öğrendim ki, meğer Necati dayım ile Sacide yengemin mezarları ile Atilla'nın anababasının (annesi hala yaşıyor) mezarları arasında olsun olsun birkaç arşın mesafe varmış. Bu, sadece bir tesadüf... Ama ne tuhaf, değil mi?    

Cuma sabahı Habertürk'ten gelemediler ama, öğleden sonra Nurşah ile Çeto geldiler tabii... Hem de onca sıkışık program arasında... Çeto bu yıl hiç tatil yapamamış. Beni gördükten sonra yeni evlenen küçük kızıyla buluşup bir yemek yiyecekler ve ertesi gün de Nurşah'la birlikte Marmaris'e uçacaklar... Tatil için... Çok güzel vakit geçirdik. Çeto, Timur'un azıcık da sıkıntılı olan ve erken gerçekleşen doğumunu anlattı. Güzel bebeğin, güzel annesinin ve yakışıklı babasının resimlerine kahkahalar ve çığlıklar atarak baktık... Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi? 

Çeto'cuğum zaten yollamıştı ama sevdiğimi bildikleri için bana yine Twinings Earl Grey ve çok özel çikolatalar almışlar. Ayrıca kimselere benzemeyen çok zarif bir çift oldukları için, Solmaz'ım ve Bodrum'dakiler için de çok özel çikolatalar getirmişler.

Solmaz çikolatayı alınca ne yaptı; biliyor musunuz? "Haydi Bahar abla hemen açalım da yiyelim bunu," deyiverdi. Ev çikolata dolu... Zaten açıp yiyoruz. Herkese  de tutuyoruz. Bunu biliyor. Yine de böyle dedi işte. Solmaz'ım böyledir benim. Gözü tok... 

Hayriye'ciğim ile Solmaz'cığım kendi tempolarını kendileri belirliyorlar. Ben onlara hiçbir katkıda bulunamıyorum. Programlarını yapıyorlar, gelip gidiyor ve işleri hallediyorlar. Bugüne kadar tek bir aksama olmadı. Misafirleri de onlar ağırlıyorlar. Sessiz, şikayetsiz, güleryüzle... Çay, kahve, hatta Türk kahvesi, pasta, su, maden suyu, meyve suyu... Ne yalan söylemeli, bu ara evindeki bu harekete bayılıyorum. 

Hayriye ile Solmaz... İkisinin de kendi hayatları bir yandan sürüyor elbette... Benim yüzümden kesintili olarak... Bazen paylaşıyorlar bunları benimle, bazen paylaşmıyorlar. Hayriye'ciğimle daha çok eski arkadaşlarımızı gördüğümüz için mutluyuz. Çok hoş sohbetler kuruyoruz. Onun dışında pek de konuşmuyoruz. O radyosunu dinleyerek kitap okuyor, ben yazmaya debeleniyorum. Solmaz'la bazen yalnız kaldığımızda ise o bana köydeki ve buradaki hayatını anlatıyor. O anlatırken bazen dalıp dalıp gidiyorum. Çocukken en sevdiğim kitaplardan biri Selma Lagerlöf adlı İsveçli bir kadın yazarın yazdığı ve Anadolu'da bir köy hayatını anlattığı Halime adlı kitaptı. Galiba Doğan Kardeş Yayınlarından çıkmıştı. Solmaz'ın anlattıklarında galiba o tınıyı yakalıyorum.  Küçükken Lagerlöf'ün İsveç bağlantısı kuramamıştım tabii. Selma adı da aklımı karıştırmış olmalı... Yazarın İsveçli olduğunu çık sonra kavrayıp hayretler içinde kalmıştım. Müthiş bir kitaptı. Bulsam da yeniden okusam.


Cumartesi akşamüstü önce Erol Sezer aradı ve az sonra geldi. Onunla her zamanki gibi hoş bir sohbete başlamıştık ki Arus erişti. Arus'cuğum ressam... Geçen yıl tanıştık. İstiklal Caddesi'ndeki Şişmanoğlu Konağı'nda birlikte Yunanca öğrenmeye çalıştık. İkimizin de dertli bir yılıymış, o dertleri aklımızı Yunanca'ya vererek aşmayı yeğledik. Birbirimize iyi geldik. 


Az sonra sınıfın tamamı geldi. Gencecik ve güzel  ve sabırlı öğretmenimiz Antigone ile ikoncanımız Tais ve sevgili annesi Takuhi ile sevgili sınıf birincimiz Aslı'nın yakışıklı eşi Oğuz da dahil olmak üzere... 


Arus'cuğum gelirken bana topik almış ve bir de tam sevdiğim gibi , yani kırmızı biberli, az soğanlı Mardin değil ve fakat karabiberli ve bol soğanlı tipik Ermeni usülü midye dolma... Arap yemeklerini de severim ben; ama favanın üstüne kırmızı biber dökülmesinden hiç hazzetmiyorum. Midye dolmanın bu kadar değişmesinden de , eh haliyle... Doğrusu bu ya, yıllardır şöyle halisinden bir topik  daha yiyebileceğimi ise hiç sanmıyordum. Bir adam vardı, Salı günleri topik yapar ve camlı tezgahıyla Şişli caddesinin üstüne çıkar ve satardı topiğini. İlk evliliğimde hiç üşenmez, her hafta Salı günü kalkar Kurtuluş'a gider ve o topikten alırdım... İlk eşim turizmciydi. Akşam yemeğinde mutlaka misafirlerimiz olurdu ve topik de çok sükse yapardı. Sonra o topik satıcısı ortadan kayboldu. O zaman bu zaman yemiyordum. Galiba artık meyhanelerde veriyorlarmış ama nasıl bir versiyonudur, bilmem. Arus'un getirdiği elbette çok lezzetli... Beni alıp gençliğme götürdü. Her öğün bir parça yiyorum. Daha üç öğünüm var.

Diğerleri de az sonra eve ulaştılar: Fevza ile Hülya da aralarında... Bir tek Denis gelemedi. O da meğer adadan yine Etiler'e taşınıyormuş. Ne yapsın! Denis'le çok tuhaf bir hikayemiz var... Bir gün onu da anlatacağım. Bu sınıf zaten bir tuhaf... Sınıfa ilk girdiğim gün "A, ben bu insanları tanıyorum, "diye düşünmüştüm. Tanıyormıyordum. Tanıdığım filan yoktu. Sadece elektrik öyleydi. Bir tek Denis hariç... Onu sahiden tanıyormuşum ve o hikayenin de anlatılması gerekiyor.


Cumartesi öğleden sonrayı da böyle geçirdik işte. Solmaz'cığım çay yaptı. Getirdikleri güzelim İnci profiterolün servisini yaptı. Güldük, söyledik. Sonra gittiler.


Ardından Hayriye geldi tabii... Solmaz gitti. Sonra Ahmet aradı. Ahmet'ten hemen sonra da Barış... Barış Ahmet'ten önce buraya vardı. Ahmet geç gelebildi. Hava sıcaktı ve her gelen trafikten şikayetçiydi. Ahmet kendini kötü hissetmiş. Sürekli tansiyon ölçtü. Neyse ki bir-iki saat içinde tansiyonu kendiliğinden düştü ve  fazladan tansyon ilacı almasına gerek kalmadı. 


Artık FL'liler olarak başbaşa kalmıştık, Hayriye, ben, Barış, Erol, Ahmet... Ne yapalım, biz de hemen dedikoduya döndük tabii... Güldük, söyledik. İyi niyetli dedikodunun insanı ferahlatan bir yanı var...


Ameliyattan sonra ben henüz hastanedeyken birkaç kişi toplanıp yemek yemişler. Bu arada biri benim durumumu sormuş. Ahmet de de eski Kadillak arabasından ve Ermeni ustasının Kadillak için dediğinden örnek göstermiş. "Motor artık iyimiş ama, (burada beynimi kastetiyor olsalar gerek, değil mi?) frenler, şanzıman, vesaire belli değilmiş... " Eh, haklı herhalde...

 Pazar günü de çok hareketli geçti. Solmaz pazar günleri abisi Satı ve kardeşi Ergin'le evinde kahvaltı etmek istiyor. Ona bu özgürlüğü tanımak için bir düzenleme yapmamız gerekti. Esasında ben Hayriye de özgür kalsın istedim. Bunun üzerine Güher'i çağırdık ve  o da,  bizi kırar mı hiç, bir yığın programı olduğu halde kırmadı, geldi elbette. Hem de gelirken neler getirmiş... Ondan başka kimsenin bulamayacağı güzellikte tazecik, değişik kurabiyeler, çörekler... Bir de ipad... O ipad aklımı çok çeldi. Bodrum' gitmeden bir tane de ben alayım istiyorum. Becerebilirsem eğer, yapacağım. Oku, yaz, müzik dinle, resim çek... Hiç yorulmadan...

Bir süre üçümüz başbaşa vakit geçirdik. Sonra yine, ayaklarına sağlık harika bir misafir akını... Önce Nurhan ile Cevdet ve Melahat teyzemin harika zencefilli, tarçınlı keki... Ardından eli kolu Marks & Spencer torbalarıyla dolu Yaşar'cığım... Güzidem canım, bana çok şık, patlıcan moru bir kış sabahlığıyla sanki içine doğmuş gibi her zaman kullandığım o kadife terliklerden yollamış. Terliklerim o kadar eskimişti ki, bir gün önce Ayşın'dan bana bir çift alıp getirmesini rica etmiştim. Hem de evde tadilata başladığını, çok yoğun olduğunu bildiğim halde... Aslında iki çift istiyordum ve önce öyle de yazmıştım ama sonra utanıp silmiştim. Güzide'ciğim, bir tanem sanki aklımı okumuş. Birazdan Ayşın gelip ikinci çifti de getirince tam istediğim olmuş oldu. Şimdi Bodrum'a iki çift terlikle gideceğim galiba... Yani gidebilirsem...

Yaşar hediyelerimi getirmiş, ama Azmi'yi getirememiş. Azmi beni görmek istiyormuş oysa. Tuhaftır, onun da dil kökünde kanser olduğunu Yaşar bana söyledikten kısa bir süre sonra ben de kendi kendime öyle düşünmüştüm. "Ben Azmi'yi görmek istiyorum. Dün göremedim. Bodrum'a gidebilirsem eğer, belki gitmeden görürürüm.

Nurhan, Cevdet, Ayşın erken kalktılar. Sonra Güher'ciğim gitti. Demeye kalmadan Tülin ile Kamil geldi. Canım İskender kebap çekiyordu. Kanaat'tan almışlar. Onu yedim. Tülin başımı şöyle bir yokladı. Fena bulmadı. Gözlerim çok kaşınıyordu. Kendi alerji damlalarından gözüme damlattı. İyi geldi.


Sonra herkes gitti. Gecenin son misafirleri Muzaffer, Ayten, Yaren ve Belen oldular. Muzaffer'in güzel ve cin gibi akıllı çocuklarını da, doğrusu bu ya, çok sevdim. Ayten de hem iyi bir anne hem hoş sohbet ve çok akıllı bir kadın... Doğrusu onlarla da çok iyi vakit geçirdik. Muzaffer bana yol için hurçlar filan almış. Eh işte, eğer Atilla birazdan düşmüş sargılarımın altındaki zımbaları söküp Bodrum'a nihai yol iznimi verirse, üç-beş gün içinde giderim diye düşünüyorum. Muzaffer götürecek beni. Solmaz da bizimle gelecek. Sonra Muzaffer yalnız dönecek, Solmaz'ı birkaç gün sonra otobüsle geri yollayacağız. 


Sabah Peri aradı. Pınar'ın evsahibi tatlı ve ilginç kadın... O yarın uçakla dönüyor Güvercinlik'e. Veda etmek ve beklediğini söylemek için aramış. Sonra da nihayet Harun'cuğum uğradı. Hiç değişmemiş. Yine o yakışıklı ve sevimli ve akıllı genç adam... Emanetlerini verdim. Muranolar, babaannesinin çerçeve içindeki altın işlemeli havlusu, Nazım Hikmet'in teyzesi Sare hanımın Koray'a hediye etmiş olduğu Pakistan işi kobra sepeti, birkaç Nazım kitabı ve en önemlisi, Koray'ın bilmumum fotoğrafları... Böylece sırtımdaki bir yükten daha kurtulmuş oldum.

Şimdi Hayriye'ciğimle yine Muzaffer'i bekliyoruz.  Medical Park'a gidip kafede oturacağız ve muhtemelen saat dörtte Atilla'yı göreceğiz. Bugün okullar açıldığı için yola biraz erken çıkabiliriz. 

Aslına bakılırsa birkaç gündür kendimi çok da iyi hissetmiyorum. Sesim kısık... Çok çabuk yoruluyorum. Çok zor yazı yazıyorum. Dün Hayriye Erkan'ı aramak zorunda kaldı.  Ne var ki, anladığım kadarıyla şu aşamada Erkan'ın bile olumsuz bir beklentisi yok... Belki benim şimdiki bu dertlerim sadece heyecandandır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder