Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

23 Eylül 2011 Cuma

KIZARMAMIŞ YEŞİL DOMATESLER



Ne yalan söyleyeceğim; şu son süreçte, yani bu kanser olayı başladığından bu yana, başka hiçbir şey değil de, hatta şu lanet olası kortizon yüzünden çirkinleşmek bile değil de  sözler;  sanki en çok,  her nasılsa o peşpeşe sıralanıveren "Şekerim, en güçlü kadınsın, sen azimlisin, sen bunu da yenersin, biz senin öleceğini filan hiç sanmıyoruz; ya, evet şekerim, sen bunu da halledersin" misali sözler hırpalıyor beni. Sevindirmek filan şöyle dursun, bir de derinden derine üzüyor, yaralıyor, kalbimi parça parça ediyor. Gerekçesini tam kestiremiyorum. Kestiremiyorum. O sözlerin edilme gerekçesini tam olarak kestiremediğim gibi, kendi tepkiminin gerekçesini de asla tam olarak kestiremiyorum.
          Kim ister kanser olmayı kuzum? Kim ister, niye ister, niye istesin? Olduktan sonra... Ve ne demek o "Sen güçlüsün!l" lafı? Ne gücü? Matematik sınavına filan çalışıyor değiliz biz burada... Pençemize yapışan acayip, çok bilinmezli ve henüz hiçbir yenilgi belirtisi göstermemiş, güçlü, direngen bir hastalık var... Milyonlarca kişinin başına bela... Kimisi hafif, kimisi ağır geçiriyor bu hastalığı... Benimki üstelik en ağırlarından, orası da belli... Onunla başa çıkmaya uğraşıyoruz. Dalga mı geçiyorsunuz? 
        Ne yapacaksın? Başka çaren mi var? Ya kendini bırakacaksın ya mücadeleye devam... Kendini bırakmak bir lüks... Bırakabileceğin birileri varsa bırakırsın ancak... Ya da belki hiçkimsen yoksa... Hiçkimsen... O zaman bırakırsın. Sessiz sedasız yok olmaya bakarsın... Çok gürültü etmeksizin, umutsuzca, umarsızca yeryüzünden silinmeye... İkisi de olabilir.  İkisi ne eleştiremezsin... Bu tür konularda kimsenin kimseyi eleştirme hakkı yok... Herkesin koşulları farklı... Herkesin hastalığı ve kişiliği de farklı zaten... Hep olduğu gibi İki ayrı uç. var... İki ayrı ucun arasında da bir yığın olasılık... Hep olduğu, hep olageldiği gibi... Keskin hükümlere yer yok burada... Esaasında hiçbir yerde yok ya, çoğunluk varmış gibi yapıyor. Ve herşey değişken... Bir gün öyle hissedersin, bir gün böyle... Bir gün çok sevdiğin biri uzaklardan arar sorar; ve sen belki yeniden dirilirsin. Bir başka gün seni hiç düşünmediğini sandığın biri öyle bir jest yapar ki, "Sırf bu yüzden yaşamak isterim işte," dersin. Veya o gün,  güneşin doğuşunu, güneşin batımını bir kere daha izlersin gözlerin faltaşı gibi açık... Renklerin birbirleriyle gökyüzünde, deniz üstünde , karşındaki binaların camları üstünde kaydırmaca, elim sende, ebelemece oynamasını görürsün... Veya yine bir ameliyat sonrası evine döner, evine dolduran ve sen ameliyattan sağ çıkmış olduğun için mutlu olan yakınlarına bakar ve keyifle iç geçirirsin. Tam da o sırada burnuna taze domatesin çocukluğundan her nasılsa hatırladığın kokusu çalınır burnuna. Buna inanamazsın. O kokuyu hatırlamana inanamazsın önce; ne de olsa bir şehir çocuğusun sen. Senin için domates, çocukluğunda hasbelkader çıktığın kırda karşına çıkmış bir mucizedir yalnızca... Bir gerçeklik değil de bir hatıra... Etrafına bakınırsın. A, evet; balkonun tam dibinde yeni bir bitki... A, evet, evet... Bu bitki domatese benziyor. Haykırırsın, "Burada domates mi açmış ben yokken?" Bilenler gelir bakarlar. Öyle olmuş. Sen Bodrum'un Güvercinlik koyunda beyninin sol yanına hakimiyetini  tamamiyle yitirip felç olurken ve sonra hastanelerde, yollarda , yine hastanelerde bununla başa çıkmaya uğraşırken, İstanbul'da, Üsküdar'ın tepesinden Boğaz'a bakan küçümen evinin bahçesinde minik bir tohum gelip duvar dibine kök salmış.... Üstünde tam iki tane kızarmaya yatkın minik domates... Şaşar kalırsın. Çünkü bir de farkedersin ki, tam o sıra, evet tam da o an,  seni en mutlu edecek şeylerden biri, yaşın ilerlediğinden beri her zaman kullanır olduğun o Chanel No. 5 ile Dior'un yeniden çıkarmaya başladığı klasik J'adore değil ve fakat işte bu domates kokusudur. Niye? Bilmezsin! 
       Hazırlıklarımızı üç aşağı-beş yukarı tamamladık.  Hayriye'ciğim, Solmaz'cığım ve Muzaffer'ciğim günlerdir koşturup duruyoruz. Evi ve beni hazırlıyoruz. Evimi bırakıyorum. Temelli mi, değil mi; henüz bilmiyorum ama, uzunca bir süre için olduğunu biliyorum. Kitaplarım kalıyor. Evi eşyalı kiraya vermeyi düşündüğümüz için eşyalarımın hemen hepsi de kalıyor. Giden benim; giysilerim ve tabii anılarım... Fotoğraflar, yazılar filan... Onların bile tamamı değil... Tamamını nasıl götüreyim? Ne benim gücüm yeter götürmeye ne beni evinde misafir etmeye hazırlanan Peri'nin gücü götürdüklerimi kabullenmeye... Zaten çoğunluk zihnimin içinde... Solmaz'ın sabrı ve çalışkanlığı sayesinde o yığına birkaç fotoğraf ile yazı ekleyebildim sadece... Adam olana o bile çok...
          Şimdilik Pazar sabahı erkenden yola koyulmaya hazır gibiyiz: Hayriye burada kalıyor. Solmaz, Muzaffer ve ben gidiyoruz. Bugün Ceren aradı ve Hakan'ın da bizimle gelip gelemeyeceğini sordu. Keşke gelebilseydi. Ah keşke... Güzel evladım... Ama maalesef arabada yer yok... Hakan da yine Bodrum'a dönüyormuş. Buna ne kadar sevindiğimi anlatamam. Pazartesi sabahı, Güvercinlik'teki o güzelim masal evinde yine bir kocaman kahvaltı toplantısı yapabileceğiz belki. Jojo, Puff ve Erdener'in sözünü ettiği üç yeni emekçi kedi etrafımızda koştururken... 
            Solmaz benimle gelebilsin diye abisi Satı'dan özel izin aldı bu yolculuk için... Dönüşte de benimle bir-iki gün kalalacak. Belki o arada biraz da dinlenir. Hayriye nasıl dinlenecek, onu bilmiyorum. Belki evinde kalıp birkaç gün dışarı çıkmaz. Boş boş öylece duvarlara bakar. Ben olsam herhalde öyle yapardım. Ya da yapmazdım. Ben Hayriye'nin benim için yaptığını yapabilir miydim,  onu da bilmiyorum. Geri kalan herşeyi unutsak bile ki o dahi zor,  özellikle şu son iki hafta... İki günde bir evinden, ta Kartal'daki o güzelim evinden sabah sabah çıkıp bana geldi. İki gecesini benimle geçirdi. Çoğu zaman yalnızca bana yardım ederek, yemeğimi hazırlayıp yedirerek, ziyaretçileri ağırlayarak, temizliğimi yaptırarak, arayanlara sakin sakin bilgi vererek... Hiç üzmeden, hiç kırmadan beni... Kendini hiç sakınmadan... Boş kaldığında sessizce kitap okudu, cep telefonundan radyosunu, maçını dinledi... O kuvvetli şahsiyetinin, o parlak zekasının benim  ve hastalığımın önüne geçmesine asla izin vermedi. İnanılmazdı. 
        Solmaz da benzer birşey yaptı elbet. Ama Solmaz, bize göre daha genç, daha güçlü... Hayriye benim yaşıtım... Çoğu yaşıtıma, böyle bir program bir kenara dursun, bu eve hem de arabayla ayda yılda bir kere gitmesi gelmesi bile zor gelebiliyor. Ve ben de bunu anlayabiliyorum. Güzel, eşsiz ama zor bir semtte oturuyorum ben. Diyorum ya, son yıllarda bana bile zor gelir olmuştu buraya gelip gitmek... Yokuşları, karmaşası, meydanın inşaatı, kalabalık... 
         Yine de şu son dönemde ne çok misafirimiz oldu. Biliyorum Nihat herkesi ziyaretler konusunda uyarmış. Herhalde haklıdır da... Ama eğer o misafirler olmasa, Hayriye'nin ve Solmaz'ın ve tabii Muzaffer'in gayretlerine rağmen, bu kadar hızla toparlanmazdım, toparlanamazdım. Öyle de bir inancım var. Her gelen canıma can kattı. Her gelen, "Evet, bir yığın yanlış da yaptım hayatta ama, bazı şeyleri de doğru yapmışım işte," sevinci kattı yüreğime. Beni çok mutlu etti. Çok iyi geldi bu sosyallik bana bu sefer, çok çok çok iyi geldi.
           Bu geceki son konuklarımız Arif Arı ile tatlı eşi Ayfer idiler.  (Bizim gelinlerimiz tatlı ve damatlarımız iyidirler. Herşeyden önce ne yapıyor, ediyor ve bize tahammül ediyorlar. Bence bazen, özellikle de hep birlikteyken çekilmez oluyoruz. Öyle zannediyorum. Hep okulu ve anılarımızı konuşuyor ve onları unutuyoruz. Tuhafız yani... Buna bile katlanıyorlar.) Tesadüf bu ya,  Four Seasons'da  da, yine bir düğün de varmış. Hep birlikte bir havai fişek gösterisi izledik. Gecemizi süsledi. Ayfer'le Arif'in büyük kızları Elif bebek bekliyor. Üçü, ameliyattan sonra Medical Park'a da gelmişlerdi. Elif öyle güzeldi ki... Hamile olan, mutlulukla bebek bekleyen genç kadınların o eşssiz pırıltısı... Bence dünyanın en güzel şeylerinden biri de o pırıltı... Gözümün önünden hiç gitmiyor.  Mutlu bir doğum diliyorum. Belki bebeği görürüm diye umuyorum. Erkekmiş galiba... Adını düşünmüşler midir? Sormayı unuttum. Elif doktor... Van'a tayin olmuştu; dönmüş. Şimdi Kartal Araştırma'da çalışmaya başlamış. 
          Bodrum'da bir süre doktor görmeden yaşamayı umuyorum. Gerçi dün Erkan uğradığında dedi ki, "Ablacığım, size orada da biri lazım... Ama öyle telefon ucundan nazik-uzak gel-git yapacak biri değil, hani şu FL dayanışmasındaki gibi biri... Yani öyle sonsuz bir özgürlüğüm olmayacak orada da anlaşılan... Ondan binkaç gün evvel Tülin ile Kamil uğramışlardı ya, Tülin de nitekim benzer şeyler düşünüyor olmalı ki, hemen bazı Bodrum bağlantılarından söz etmişti zaten. Hayriye'ciğim onların notunu aldı. Hazırlıklarını yapıyor. Birilerini arayıp benim durumumdan haberdar edecekmiş. Eğer başıma yeni yeni işler gelirse, belki bu sefer 9 Eylül'deki dostlar ilgilenirler. Çünkü, Bodrum ve Milas'tan sonra, sağlık açısından Güvercinlik'e en yakın ve en güvenli yer izmir ve orada da bizden birileri olmalı...  Vardır mutlaka... Vardır. Yoksa da... Eh, yoktur. Kimse sonsuza kadar yaşamıyor netice itibariyle... Ben az yaşamadım ve şu son bir yılım da kansere, felce, iki akıl almaz ameliyata rağmen çok da kötü geçmedi. Hatta zaman zaman hayatımda olmadığım kadar mutlu bile oldum. 
           Erkan da destekliyor Güvercinlik'e gitmemi... Yalnızca üç uyarısı oldu. Biri işte o, yakın doktor desteği... İkincisi, altımızda sağlam ve sıkı bir araba olmasını istiyor.  Üçüncüsü de üşütmememi... Pınar'ın arabası Uno galiba... Sevimli eme pek güvenli değil... Yenilenmesi gerekecek. Yine Erkan'a göre, oturduğum yer de sıcak olmalıymış. Eh, ben sıcağı severim. Kanser olduğumdan beri biraz daha seviyorum galiba. Kanserliler öyle olurmuş, demişlerdi zaten.
           Erkan'cığıma alternatif tıp arayışlarımdan söz etmedim. Amaçlı olarak değil... Zaman/fırsat meselesi... Ama, şu eşek sütü işini denemeyi çok istiyorum. O olmazsa, en azından Köyceğiz'deki kaplıcayı... Ekim sonunda komün olarak muhtemelen o kaplıcaya gideceğiz. Sanki bana iyi gelecek. Öyle hissediyorum.
          Kanseri yenebilmiş değilim ben. Halen bedenimde üç adet bilinen tümörlü kitle var... İkisi sağ böbreğimin yakınında, biri sol akciğerimin yakınında nodüller üstünde... Onlar öylece duruyorlar. Hilal'ciğim onların da ameliyatla alınmasını istedi bir ara ama, bu pek mümkün değil herhalde. Erkan, bir yıl içinde atlattığım iki travmatik ameliyattan hemen sonra bir üçüncü, hatta bir dördünceü ameliyatı kaldırabileceğim konusunda biraz kuşkulu... Zaten Ilgaz da öyle demişti. "Ben ameliyat ederim ama, masada kalırsın..." Ne de olsa esas akciğerimden yoksunum ben. Onun üstüne bir felç ve bir de beyin ameliyatı geçirdim. Tamam, hem zaten biraz uzaylı gibiyim hem de, evet, yıllardır Yaman'cığımın (Akalın tabii) kan grubu/genotip rejimlerini uyguladığım için olacak, en azından başkalarına oranla epeyce de güçlüyüm anlaşılan ama, herşeyin de bir haddi oluyor besbelli. Diyeceğim, acil bir durum daha çıkmaz ise eğer, şimdilik yeni bir ameliyat-mameliyat yok. Yoruldum artık. Hem Hayriye ile Solmaz da yorgun... Bundan sonra ne olacak ise, bizim önce bizim dinlenip kendimize gelmemiz gerekiyor.  Onlar kendi yollarını kendileri bulacaklar. Bense, kaplıcaysa kaplıca, eşek sütüyse eşek sütü, Nimet'in annesiyse Nimet'in annesi, Yalıkavak'taki doktorsa Yalıkavak'taki doktor ya da şarap ise şarap... Bağışıklık sistemimi geri kazanmaya çalışacağım. Yaman'ın rejiminden bana son çıkan ikramiye de şarap... Hem de kırmızı şarap... Ne iyi, değil mi?  Canım da bir çekiyor ki, pir çekiyor!
        Ha, bu arada, gerek akciğer ve gerekse beyin açısından herhalde sıkı sıkı izlenmem de gerekecek. Onu da yapacağım herhalde. Bir yolunu bulurum. Artık Bodrum ve civarında da bir yığın seçenek var bu anlamda.  
          Öte yandan... Benim yolladığım teşekkür mesajı üstüne listeye attığı bir mesajda Emrah demiş ki: 
        "Bu mesajının arkadaşlarını ne kadar mutlu ettiğini tahmin edebilirsin. Bu süreçteki destekleri icin başta Nihat, Hilal ve Hayriye'ye sonsuz teşekkürler, ama mucizeleri sen yaratıyorsun. Ben de yanına gelip gülen gözlerini görmek isterdim. Yakın bir gelecekte İstanbul'da buluşmak ve yazacaklarini okumak dileğiyle.

Sevgiler, 
Emrah"

Genel olarak kanser olduğumdan, özel olaraksa, şu son felç ve beyin ameliyatından bu yana, zahmet edip hastanede ve evimde beni ziyaret edenler de çok oldu, malum. Ayrıca yazılı olsun, sözlü olsun elime ulaşan çok sayıda mesaj var ve bunların hepsi de çok iyi niyetlerle yazılmışlar, söylenmişler elbette. Hepsine, herkese ayrı ayrı çok çok teşekkür ediyorum. Ama, yıllardır tek bir kere bile görüşmemiş olduğum sevgili Emrah'ın bu mesajı, bilemediğim bir gerekçeyle içimi ışıkla doldurdu. O yüzden de kendisine buradan özellikle teşekkür etmek istedim.
          Bir de şunu söylemek istiyorum: Bodrum, hele Güvercinlik o kadar da uzak bir yer değil... Yolüstü... Pınar misafir ağırlamaya bayılıyor.  Herkesi bekliyorum. Gelme sözü veren çok... Daha şimdiden... Hatta Mahmut'cuğum bile telefonda dedi: "Ne var yani, biz de gelir seni orada görürüz." 
     Gerçekten de gelecekler var. Öyle umuyorum: Mesela Hayriye'ciğim, sonra Güher'ciğim ile Tekin ve dayı kızım Filiz ile eşi Atilla, Nurhan, hala kızım Filiz ile eşi Ünsal,  belki Tülin ile Kamil. ve Ülker ve belki Ünay ve Ayşıl ile Işıl.. Barış, belki Mehmet.. Sonra tabii Nazende... O zaten inanılmaz... Dedi ki: "Pınar yorulduğunda haber ver. Benim arabam var. Yılın çoğu zamanı Foça'da oturuyorum. Gelir seni alırım; Foça'ya götürürüm. Bir süre benimle kalırsın ve sonra geri getiririm." Böyle bir durumda bundan daha düşünceli bir teklif olabilir mi?
         Sahiden ama, gelirsiniz, görürsünüz beni orada da, değil mi? Gelirsiniz tabii. Lütfen gelin.    
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder