Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Eylül 2011 Perşembe

AYRINTILAR I

Bodrum'daki banyodayım. Yerde yatıyorum. Daha doğrusu ben öyle zannediyorum. İzlenimim o... Yerde yatıyorum. Sağ yanağım yere yapışık... Yerde sarı seramik karolar var... Sarı... Dünyayı o sarı ve parlak karoların içindeki yansımadan izliyorum. Dünya hareketsiz... Ben hareketsiz... Birşeyler oluyor ama benim buna bir katkım yok... Yakın zamanda olacak gibi de değil... Bekliyorum. Birşeyler olsun, birileri gelsin, yerden kalkayım. Herşey eski haline dönsün! Olmuyor. Yerde yatıyorum. Yanağım yere yapışık... Yattığım yerden Puff'ın tuvalet kutusunu görüyorum. Bu mümkün değil ama beynim o imkansızlığı hiç algılamıyor. Neden-sonuç ilişkileri mantığımı yitirmişim. Ne  var ki o anda bunun da farkında değilim. İyi ki değilim. Farkında olsam, ne çok üzülürdüm. 

Sonradan Ceren'le konuştuğumda anlıyorum ki, hayır, yerde filan yatmıyormuşum. Meğer korteksimin sağ arka lobunda büyüyen lanet tümör yüzünden hemen oracıkta bir de ödem oluşmuş ve sözkonusu tümör ile ödem de, haliyle, herkesinki gibi daracık olan kafatasımın içinde gidecek pek bir yer bulamadıklarından, beynime beynime bastırmaya başlamışlar ve ben  de bu nedenle sol yanımı denetleyemez hale gelmişim. Dolayısıyla Bodrum'daki evin dar bir galeriye benzeyen tuvaletinde öne doğru yığılınca, evet, sağ yanağım gidip karşı duvara yapışmış. Kedinin kabını da o yüzden görebiliyormuşum herhalde. Ama işin içinde sarı karo filan yok!.. Onu nereden uydurduğumu bilmiyorum.

***

Bodrum Devlet Hastanesi'ndeki nöbetçi ve sevimli beyin uzmanı Berrak Hanım'ı, öyle zannediyorum ki, tam olduğu gibi hatırlıyorum. Yan komşum Nuran Hanım'ı da... Nuran'ın refakatçilerinden gelin Reyhan ve Sadife'yi ve oğul Ali'yi ve bir-iki torunu da, eh şöyle böyle... Buna karşılık Nuran Hanım'ın kızını hiç hatırlamıyorum. Tomografi cihazının içinde kusup üstümü başımı da pislettikten sonra bana hiç terslik etmeksizin yardım eden kızın adı Kezban'mış. Bense onu, niyeyse daha çok Kader ismiyle anıyorum. 

Odanın encamını da hiç hatırlamıyorum. Halbuki gerek Pınar'a gerekse Ceren'e anlattırdım. Hafızam kendi kaydını tutmamış; onlarınkini kendime kendi kaydım gibi yutturmaya çalışınca da pek olmuyor. Hayal-meyal bazı hatıralarım var olmasına var da, bunlar bana bile, en azından henüz gerçek gibi gelmiyorlar. Sonra sonra belki bu da geçer.

Yaşar, Güzide ve Lara haberi alır almaz koşup  hastaneye gelmişler. Bir canlarım da onlar tabii... Yaşar diyor ki, onları orada görünce çocuklar gibi sevinmişim ve ellerimi çırpmışım ve gayet güzel, akıllı-uslu ve mantıklı konumalar yapmışım. Bu konuda da gayet müphem anılarım var... Tek bir konuda bir netlikten söz edebilirim ki o da şu: bir ara Lara'yla odada yalnızdık galiba. Ona gözümü kapattığımda gördüklerimi anlattım. Gözümü kapattığımda kadife tuğlalardan yapılma bir duvar görüyordum. Siyah kadife tuğlalar...  Yumuşak... Bu tuğlaların üstüne altın rengi veya kırmızı ince ipliklerle işlenmiş yazılar vardı. Kelimeler... Sanki anlamlı gibi duran kelimeler... Ama niyeyse, bu kelimeler bazen sağdan sola, bazen de soldan sağa doğru hiç durmaksızın hareket ettikleri, aktıkları için manayı bir türlü yakalayamıyordum. Ara sıra tek tek kelimeleri seçip okuduğum oluyordu. Bu arada bazen duvarın ve bazen de yazıların rengi değişiyordu. Siyahtan kırmızıya, kırmızıdan laciverde veya altın sarısına...  Ah, ara sıra da birbirleriyla kavga edip duran iskambil krallarıyla kraliçeleri ve saray soytarıları görüyordum gözlerimi kapattığımda... Hani iskambil oyunlarını sevsem, anlayacağım. Hiç sevmem ki! Ama Lewis Caroll'u severim doğrusu ve Alice Harikalar Diyarı'nda isimli o kitabı... Neyse işte, o gördüklerim de tuhaftı. Lara da babasına öyle demiş...

*** 

Yol bitmiyor, yol bitmiyor, yol bitmiyor. Sabah kaçta çıkmıştık ki biz yola? Hiç hatırlamıyorum. Saatle bağım kalmadı. Ama gece oldu ve biz hala Susurluk'a varamadık ve karşıda polis çevirmesi var ve polis gözümüze ışık sıkıyor ve Pınar arabayı doğruca polisin üstüne sürüyor. Frene niye basmıyor? Pınar!.. O Pınar ki, öldürmektense ve hatta yerlerinden kovalamaktansa farelerle ve örümceklerle bile birlikte barış içinde yaşamanın yolunu arar... Arabayı doğruca polisin üstüne sürüyor. Polis dehşete düşmüş durumda... Neyse ki araba sonunda duruyor. Polis bize doğru geliyor. Elinde hala ışıldak var. Beni görüyor. Adama, "Çok hastayım," diyorum. Herhalde  hastalığım çok belli ki  adam hiç sesini çıkarmıyor ve yola devam etmemizi istiyor. Pınar'ın özürlerini bile dinlemiyor.

Sonra Hakan'cığım devralıyor direksiyonu... Nerede, ne zaman, bilmiyorum. Bir daha bırakmıyor. Bizi ta hastaneye kadar o götürüyor. 

***
Ehliyetim var. Bodrum'a gidince araba kullanmayı öğreneceğim.

***

Bugün çok önemli işler hallettik. Mazaffer sabahleyin geldi. Saat tam 10:00'da... Hayriye'ciğim ile notere gittik. Hayriye'ciğime genel vekaletname verdim. Buradaki bütün işlerimi, sağ olsun,  var olsun  hiç eksik olmasın, o takip edecek.  Evi kiraya vermeye çalışacak. Eğer apartman yıkılsın da yeniden yapılsın diye müteahhitte verilirse haklarımı o savunacak. Hayriye bu ağır yükümlülüğü üstlenmeseydi eğer, belki de böyle bir gönül ferahlığıyla gitmeyi düşünemezdim. İşimiz epeyce uzun sürdü, ama sonunda herşeyi usülünce yapmayı becerdik. Arada Kuzguncuk'a uğrayıp terzi Ziya'da bir-iki iş... Sonra anahtar çoğaltma işini hallettik. Ardından bana bluetooth bir kulaklık aldık. Malum ya, cep telefonları beyne aşırı radyasyon veriyormuş. Bu da pek zararlıymış. Hoş, bir yandan da onkologlar, "Efendim, beyninize bir radyasyon tedavisi yapmamız gerek" de diyorlar. Bu iki olay arasındaki yoğun çelişkiyi benim ameliyatlı beynim pek değerlendiremiyor. Yine de bluetooth'u aldım işte. Hatta akşam şarj edip aradığında Kamil'le konuşmayı bile becerdim ama sonra Barış aradığında aynı beceriyi gösteremediğimi de itiraf etmeliyim.

***

Öğleden sonra epeyce konuğumuz oldu. Önce Meral ile Emin buyurdular. Sonra Ünay geldi. Meral ile Emin'i bekliyorduk,  zira telefon etmişlerdi. Ünay'ı bilmiyorduk. Ülker bana tam ısmarladığım gibi mücver ile patlıcanlı pilav pişirip Bodrum'a gitmiş. Yemek taşıma işi de yine Ünay'a düşmüş. Onlar gittikten az sonra kapı çaldı: bu defa Melda ile Erhan... Çok güzel taze elmalı pasta ve tuzlu kurabiyeler... Demeye kalmadan Kathy... Onunla da sözleşmiştik. 
Misafirlerimizle harika, hareketli bir öğleden sonra geçirdik. Hayriye'ciğim çay yaptı. Pastalarımızı yedik. Çok mutlu oldum.

***

Yarın sabah Habertürk'ten röportaja gelebilirler. Öğleden sonra ise Nurşah ile Çetin gelecek. Çiçeği burnunda dedemiz Çetin bugün geldi Brüksel'den. Erhan tam uçaktan inip telefonunu açtığında yakaladı Çeto'yu. Belki şaşmıştır. Onları konuşuyorduk. Bu çifte dedelik olayı hepimizi sevindiriyor, herşeye rağmen... Neyse ki Çetin kaçırmadı ilk torununun bir daha geri gelmesi mümkün olmayan eşsiz ilk günlerini... 
  
***

Bu son metastaz olayı patlak verdiğinden beri, başta Nihat'cığım olmak üzere beyin cerrahlarım bana diyorlar ki, esasında akciğer kanseri kendisini olduğu yerde belli etmezmiş. Akciğer kanserinin esas belirtkesi beyin metastazları olurmuş. Çünkü akciğer en sık beyinde metastaz yaparmış. E, o zaman benim beynimi niye kimse yakından izlemedi kuzum? Onkoloğum ne dediyse yapmadım mı ben? Ne dediyse!..  Ve bana bu süreçte böyle bir açıklama hiç yapıldı mı? Erkan'cığımın uyarısını saymazsak eğer, hayır, asla! Ve ben her deneni yaptım. Yaptım, değil mi? Hem de başka kimsenin tek başına altından kalkamayacağı bir kararlılıkla... E?  

Yok yok... Onkolojiye güvenim çok sarsılmış durumda... Çok, çok, çok...

***

Ayrıca, durumlar böyleyken ve her gün yeni birinin kanser olduğu haberi gelirken, insanın kendisini eski ama can dostlarından uzaklaştıran tatsız şeylerde tutulup kalmasını ve böyle yaparak esas kendi hayatını kısıtlamasını ve hem kendi kendisini hem de en sevdiklerini veya seveceklerini zaten zor bulunan sevgiden mahrum etmesini ve onlara geçip gitmiş şeyler için gereksiz acılar, üzüntüler çektirmesini çok acıklı buluyorum. Olan ne ise olmuş, bitmiş, geride kalmış. Yeter artık. İşte o kadar. Hiç yakışmıyor.  Dilerim bu laf sahibini bulur.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder