Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Eylül 2011 Pazar

O SABAH BU SABAH




Bitti işte, gidiyorum. O sabah, tam bu sabah... İki gün önce Solmaz' ı eve yollamıştık; o da biraz dinlensin ve yol için hazırlıklarını yapsın. Yanımda Hayriye kalıyordu. Her zamanki gibi sessiz-telaşsız... Biz de ağır ağır tamamlıyorduk devir ve teslim işlerini, ev  içinin ve dışarı işlerininin toparlanmasını... Ve tabii sağlığımın biraz daha dzelmesini bekliyorduk. Düzeliyor. Gerçi Erkan uyardı: benimki gibi durumlarda insanın kendini yeniden bulması 4-5 yıl bile sürebilirmiş... Benimki gibi durumlar... Sağ akciğerde koca koca tümörler... Hemen ardından teşhis süreci... Sonra sağ akciğer ameliyatı... Onun hemen üstüne bir tane de değil, yaklaşık dört artı üç kürlük iki ağır kemoterapi; onun da üstüne sol fyanda tam bir felç durumu ve en sonunda da acil bir açık beyin ameliyatı... İki yoğun bakım vesaire... Hepsi de epi topu 19 Nisan 2010 tarihi ile, neydi, birkaç hafta öncesi, yani Eylül 2011 filan arasında... Yaş? 59... Hah!.. 
          Sakin bir gün geçirdik bugün. Ya da dün... Galiba Hayriye'ciğim biraz daha hareket bekliyordu, vedalaşmalar filan... Olmadı değil... Sabahtan, sağolsun Nilgün Hakman buyurdu. Onunla çok güzel, çok saken birkaç saat... İçindeki çocuğu muhafaza edenlerden Nilgün... O konuştukça insanın içi açılıyor. Onlar da zor zamanlar geçirmişler. Nitekim gözlerinden brine sıkı bir kan oturmuştu. Tansiyon yüzündenmiş besbelli. Bana yazma samndığından iki güzel yazma getirmiş, yol hediyesi olarak. Hiçbir hediye gerekmezdi elbette, ama getirdiklerine çok sevindim. Ben de çok severim yazmaları... Hem estetiktirler, hem de çok  işe yararlar... Birini seçtim, yarın yolmda onu kullanacağım. Ötekini bavula kaldırdım. Bavullardan birine... Bodrum'da kullanacağım. Güvercinlik'te... Ya da Köyceğiz'de... Bakalım işte; nerede olursa... O tür yazmalar her yerde işe yararlar. 
          Şimdi tabii Hayriye'nin başına bela olmuş durumdayım. O önümdeki IKEA üçlü koltukta tekrar uyumaya çalışıyor, bense blog girişi yazmaya... Oysa, yatarken karar almıştım, bu gece kalkmayacaktım. Hatta tam bir Xanax içtim ki (0,5 mg/benim en yüksek dozum) böyle arada uyanmayayım. Sabah erkenden yola çıkacağız. Üstelik Hayriye'ciğimin bizi uğurlamak dışında da bir hayli önemli bir programı var: hem eşinin Yalova'dan gelecek akrabalarını hem de kızı tatlı Zeynep'in Filistinli sanatçı arkadaşının ailesini, Kartal'daki kendi evinde sabah kahvaltısında ağırlayacak. Evet, az sonra... Birkaç saat sonra... Şimdi ben burada tıkır tıkır yazarken o da tam önümdeki koltukta kulağına kulaklarını geçirdi ve yeniden uyumaya çalışıyor. 
          Oysa bugün ne kadar yoruldu yine. Öğleden sonra Yaşar'cığım uğradı. Çok düşünceliydi ve Hayriye'den hiçbir istekte bulunmadı ama, Hayriye ona da kahve yaptı ve kek-börek ikram etti tabii... Hoş hoş sohbet ediyorduk ki bu defa Muzaffer geldi. Hazır olan eşyaları arabaya önceden yüklemek istiyormuş ki sabaha vakit kaybı olmasın. Onun da ayağı ağrıyor birkaç gündür. Topuk dikeni midir, nedir, tam bilmiyoruz. Dururken, otururken veya araba kullanırken iyiymiş de, kalkıp ayağının üstüne bastı mı, dehşet bir sancı, anladığım kadarıyla... Yine de yol planlarımızda bir değişiklik yok... Az sonra yola çıkıyoruz. Solmaz buraya ulaşır ulaşmaz... Ne bekleyeceğiz ki artık? İşimiz var, gücümüz var, gidecek yolumuz var.
           Muzafffer gittikten sonra psikolojik olarak biraz rahatlamış olmalıyım. O kadar eşya o arabaya nasıl sığacak diye mi dertleniyordum, nedir? Evet, hemen hemen herşeyi geride bırakıyorum ama, bir yığın şeyi de götürüyorum haliyle... Yazlık-kışlık giysiler, çalışma malzemelerim, dizüstü bilgisayarlar, klasörler, kitaplar, kırtasiye ve temizlik malzemelerim,  Yunanca ders kitaplarım ve notlarım, çantalar ve şapkalar ve ayakkabılar... Bir yığın ıvır-zıvır... Bir insanı o insan yapan şeylerden izler işte... Hiçbiri çok önemli diğil ve fakat her biri çok önemli... Atabileceklerimin hepsini attım, verebileceklerimin hepsini verdim, bırakabileceklerimin hepsi burada kalıyor.  Sonuçta bir eve msafir gidiyorum şimdilik. Yüce gönüllü bir güzel kadının evine misafir... Peri'nin evine.... Yine de benimle gelen epeyce şey var... Nasıl sığacak o arabaya? Muzaffer bu; sığdırdı galiba. O bunu becerince ve ben de ona kendi isteği üzerine kendi ellerimle meyve suyu ikram etmeyi becerince, yani Hayriye'yi araya sokmadan, yapınca bunu  çok rahatlamış olmalıyım. Muzaffer gittikten hemen sonra, Hayriye ile Yaşar tatlı tatlı sohbet ederlerken, sesleri ninni gibi gelmiş olmalı bana ve şimdi Hayriye'nin uyumaya çalıştığı üçlü koltukta o defa  da ben uykuya dalmışım. Bir kalktım ki Yaşar da gidiyor. Vedalaştık. 
     Sonra biz Hayriye'ciğimle hazırlıklarımızı sürdürdük... Ağır ağır... Ben götüreceklerimle uğraştım, Hayriye ise, evde ,biz gittikten sonra sorun çıkaracak hiçbir şey kalmamasıyla... Buzdolabının filan boşaltılması gibi işlerle... Bana yardım da etti elbette.
            Gece geç vakit de dayı kızım Filiz ile eşi Atilla uğradılar. Yine ellerinde koca bir böğürtlenli çikolatalı pasta... Bundan bir saat kadar önce, ben evde dört dönüp pasta arıyordum. Filiz ile Atilla eve ilk çıktığım gün de öyle bir pastayla gelip bu defa üçüncü ilk doğum günümü kutlamışlardı. İlk doğum günüm, sahici doğum günüm... İkincisi sağ akciğer ameliyatından sağ çıktığım, üçüncüsü de beyin ameliyatımdan... Üçüncü uzatmalardaydım yani ben. Habire doğum günü kutluyoruz. Pasta da pasta yani... Manolya'nın... Kalanı buzluğa saklıyor ve rokoko  veya parfe yer gibi sonradan tüketiyoruz. Bundan Hayriye'ciğimin haberi yokmuş meğer. Biz bu işi Solmaz'la yapmışız hep. Neyse böylece bu sefer pastadan Hayriye de tatmış oldu. Çay ve servis yaparak yine yoruldu ama, hiç olmazsa azıcık pasta da tatmış oldu. Filiz Paris'ten yeni dönmüştü. Pret a Porte... Öyle deniyor, değil mi? Her yıl gidiyor. Filiz önemli bir tekstil firmasında önemli bir dizaynır... Bu işi hep yapıyor. Fuarlar, alış-verişler... Çok çalışıyor. Cansu da bu yıl Galatasaray Üniversitesi'nin Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Büyük bir firmada staj yapmaya başladı. O da çok çalışıyor.  Atilla dekoratör... O da genellikle çok çalışır ve çok da iyi bir insandır. Hiç ayırmayız; bizim kuzenimiz, hem Filiz'dir hem Atilla... Birlikte çok da eğleniriz. Karar verdik; bir aksilik olmaz ise eğer, önümüzdeki yılın başını Güvercinlik'te hep birlikte kutlayacağız. Herkesi bekliyoruz. Öyle günlerde bizimle, özellikle de Atilla ile birlikte olup da eğlenmemek mümkün değildir. Azıcık belden aşağı konuşur ama, dünyanın en terbiyeli, en efendi insanlarından biri olan Hayriye'ciğimi bile birkaç kere kahkahalarla güldürdü bu gece. Ona göre...
          O sabah bu sabah işte... Ayağımdan prangayla bağlandım bu şehre zannediyordum ben. Öyle değilmiş. Pınar gidip gidip geldikçe ben şaşıp şaşıp kalıyordum. İnsan İstanbul'u nasıl bırakabilir? Bıraktığın yalnızca İstanbul değil ki... Bir hayat... Geçmiş ve gelecek... İnsanlar... İlişkiler... Sevgiler, aşklar, üzüntüler, kahkahalar, kavgalar... Nasıl bırakırsın da gidersin? Sonra yerine ne koyarsın? Bir avuç gözyaşı mı? Boş bir avuçtur o... Bomboş... Anılarını mı? Hangi anılarını? Anılara güvenilmiyor. Bir beyin ameliyatı... Hafızada boşluklar... Hangi anılar gitti, hangileri kaldı? Bilmiyorsun. Peki ne? İzlenimler, düşünceler, duygular mı? Bilmiyorsun, ah, hiç bilmiyorsun. Belki gittikten sonra, gittiğin yerde düşünüp bulacaksın bunları, belki o da olmayacak. Sadece unutacaksın. Hayatı yaşayacaksın. Yeni anıların olacak. Yine ne yapacağını bilemeyeceğin yepyeni anıların... Eskilerle karıştıracaksın, harman yapacaksın. Anlatacak veya içine atacaksın. Yaşamaya çalışacaksın. Yaşadıkça keyif almaya... Neden? Yaşadıklarından... Öyle olacak herhalde. İyi... Bu yaşta yepyeni maceralara atılmanın da apayrı bir keyfi var... Hem de bu defa belirsizliğin tadını çıkartarak... İyice çıkartarak... Hiçbir şey belirgin değil... Meğer olma ihtimali de yokmuş. Bunu bilmesine biliyordum tabii, fizik okuyup da bunu bilmememek için salak olmak lazım... Ama bilmek başka birşey, bire bir ve artarda deneyimlemek ise bambaşka... Öyle ki artık bu gerçeklikten başka birşeye yüz vermem sözkonusu değil...
         Bırakıp gideceğim aşkımı. İstanbul'u... Boğaz'ı... Zaten Sultantepe başta ne İstanbul benim artık ne Boğaz ve ne de Sultantepe... Daha birkaç gün önce o "gentrifikasyon" denen ve şehir semtlerinin bana göre iğrenç bir biçimde birbirine benzetilmesinden ibaret olan yenileştirme projelerinin Sultantepe'ye bile ulaştığını ama neyse ki burada işlerin hala biraz yavaş yürüdüğünü yazmıştım. Artık öyle değil... Artık burada da işler çok hızlı ve kaba-saba... Sokaklar her gün değişiyor sanki... Gün be gün... An be an... Hele Boğaz'ın Rumeli yakasında, şu oturduğum yerden gördüğüm, yine gün be gün, an be an tanık olduğum o gökdelen kıyameti... Biliyorum, birilerinin hoşuna gidiyor bu. Gelişme filan diyorlar. Bence değil... Bence bu, binlerce yıllık İstanbul kentinin başka kentlere örnek olması gereken bir kentin yozlaşması... Bence bu gelişme değil, gerileme... Dubaileşme, Singapurlaşma, kimlik yitirme, sıradanlaşma, dünyayla, her yerle  aynılaşma... Entropinin artması... Hareketsizliğe giden yol... Her yer birbirine benzer ise, niye kalkıp birinden ötekine gitmek için zahmete giresin ki? İyi birşey değil bu bence... Artık buna tanık olmak istemiyorum ben. Zaten istemiyordum. Her sabah karşımda yükselen yeni bir gökdelen ve o korkunç yeni vinçlerden onar-yirmişer tane daha gördükçe gözlerim doluyor, boğazım sıkışıyordu zaten. Yeni ve beton Boğaz projelerinden filan tiksiniyordum. Gittiğim ve artık bu olaylara tanık olmayacağım için, üzülmek bir yana dursun, seviniyorum bile galiba. 
       Evet, bir kentliyim ben. Kendimi hep öyle bildim. İstanbul hep içimdeydi. O yüzden zaman zaman İstanbul'dan ayrı da yaşayabildim. Ve gittiğim, içinde yaşadığım her kenti az da olsa kendi mekanım haline getirmeyi bile başardım. zannediyorum. Kentliyim, hatta  ve hatta metropol insanı bile olabilirim. Ne var ki, bu yeni İstanbul, bu yeni ve sevimsiz ve zaman ile mekan içinde etekleri çok kırpılmaya başlanan bu kent, beni dahi aşıyor artık. Zaten artık, geçmişine, geçmiş bütün unsurlarına düşkünlüğümle, Yunanca öğrenme isteğimle, Ermeni dostlarımla, meyhane kültürümle, Ceneviz merakımla, Anadolu ile İstanbul, İstanbul ile Balkanlar'dan ta İsveç'e kadar Avrupa ve hatta Amerika ve elbette  Rusya ve Afrika ve Asya ve Arap yarımadası ve İran ve Çin vb. arasında hep olagelmiş o eşşiz bağlara, o geliş-gidişlere , o alışverişlere verdiğim değerle filan burada istenmediğimi de hissediyorum. Kalanlara selam olsun! Selam olsun. Biri demişti: bir şair: "Bu kent bütün dragomanlarıyla batacak bir gün." Batmıyor. Yalnızca dragomanlar çekip gidiyorlar ve yerlerine yenileri geliyor. C'est la vie!
         Saat altı oldu. Hayriye'ciğim yatmadan saatinu 6:45'e kurmuştu. 45 dakika sonra uyanacak. Saat 7'de, bir aksilik olmazsa eğer Muzaffer gelecek muhtemelen. Ondan biraz sonra da herhalde Solmaz... Ta Yeni Bosna'dan... Sonra yola koyulacağız  besbelli. Önce Hayriye'yi Kartal'a bırakacağız ki misfarlerine kahvaltıyı zamanında hazırlayabilsin. Oradan biz yola devam... Darıca-Topçular... 
          Gidiyorum.

    
    
    
     
     
       
 

1 yorum:

  1. Sevgili Bahar Hanım;

    Yeni yolculuğunuzda sağlıklı ve huzurlu günler diliyorum size... Aslında hepimiz İstanbul'a aşık ve her ne kadar buradan ayrılamaz gibi hissetsek de bence günün birinde sizin yaptığınızı yapmalıyız diye düşünüyorum... Ve kararınızı sonuna dek destekliyorum... Belli zamanlardan sonra aşık olduğumuz bu şehir bizi yoruyor... Benim bile zaman zaman çekip gitmek gelir içimden bu şehirden... Yaşamınızı geçirmek için seçtiğiniz yer bence çok güzel...

    Dilerim bundan sonra ağrısız acısız, sizi hep gülümseten günler geçirirsiniz yeni ikametgahınızda...

    Tüm iyi dileklerim ve dualarım sizinle...
    Kocaman sevgi ve hürmetler

    ARZU

    YanıtlaSil