Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Eylül 2011 Çarşamba

VE GÜVERCİNLİK!..









25 Eylül 2011, Pazar gecesinden bu yana artık Güvercinlik'teyim.  Yani üç sabahtır, Peri'nin geniş terasında oturduğum yerden tam karşımdaki tepeyi süsleyen çam ağaçlarına veya tam sağ yanımda kalan denize veya aşağıdaki küçük, ama olağanüstü ilginç bahçeye, bahçenin ayrıntılarına bakıyor ve Peri'nin ve Erdener'in ve Pınar'ın ve Ceren'in ve Solmaz'ın, hatta hatta Hakan'ın  beni eve yerleştirme; eve ve özellikle, Peri'nin o büyük cömertliğiyle bana devretmiş olduğu yatak odasına alıştırma çabalarını izliyor ve mutluluk  katsayımın an be an artışını izliyorum.
          Buraya ulaştığım günün ertesi sabahı, yani Pazartesi günü çok erken uyandım. Belki de, aşağıda, annesinin evinde kalan Ceren'le birlikte... Ceren çok erken kalkıp işe gidiyor. Çok erken... Buna rağmen o ilk sabah, gitmezden hemen önce bana yeşil çay ve güzel bir dilim salamlı, yeşillikli ekmek hazırlayıp getirmeyi bile başardı ki, günün o saatinde ve o zaman darlığında çok da olacak iş değil gibiydi. Herkes henüz uyuyor olduğundan  - ki  elbette onlar da haklıydılar; çünkü bir süredir hem benim hayatımda hem de elbette herkesinki gibi her birinin kendi şahsi hayatında sürüp giden ve çoğunlukla bir arada durduklarından her biri her birine de yansıyan telaşlardan perişan düşmüştüler aslında - yine de yaptı Ceren'im yavrum ve  sonra,  bana el sallayarak ve bahçe kapısını ardından çekerek acele acele uzaklaşarak gözden kayboldu gitti. Az aşağıdaki anayola inecek, Milas'tan gelen servise binip Yalıkavak yakınlarında bir yerde olan işyerine ulaşacak. Her zamanki gibi zorlu bir iş günü daha onu bekliyor. Bodrum deyip geçmeyin. Burası; yani Bodrum,  yani esasında Güvercinlik  ve çok daha öteleride dahil yarımadanın tamamı,  kimileri için şık bir tatil yeri filan olabilir ama, Ceren gibi kimi gençler için, metropollerden bir anlamda farksız; bir anlamda da  metropollerden  da çok çok zorlu çalışma mekanları... Zorlu; çünkü metropollerde, hayatı çalışma babında kolaylaştırsın diye  mekanlara katılan unsurlar, ulaşım kolaylıkları, alışveriş kolaylıkları  falan feşmekan burada pek yok... Tabii bana sorarsanız iyi ki de yok!.. Galiba Ceren için de öyle... Yoksa burada değil ve fakat  o da çoğu yaşıtları, benzerleri gibi, İstanbul'da olurdu.  Orada olmayı istediğini düşünmüyor, hissetmiyor da değilim bazen. Yine de , hiç değilse şu aralar yine, geçmişte, yani 1986 ile 1996 yılları arasında, ömrünün çok önemli on yılını geçirmiş olduğu burayı yeğlemiş olduğu için minnet duyuyorum. Onun  da burada olması sanki yaşama sevincimi birkaç misli artırıyor. Bencillik mi ediyorum? Zannetmiyorum. Çünkü birkaç yıl önce geçirdiği ve kesinlikle kendi kabahati olmayan ve esas itibariyle yalnızca iyi niyetlerinden kaynaklanan, korkunç, lüzumsuz ama can yakıcı travmadan sonra buraya gelme kararını kendisi  verdi ve o korkunç travmayı da atlatabilmesi de, galiba o sayede mümkün oldu. İleride ne olur, tabii belirsiz... Ama şimdi o da burada; komünün içinde ve bu da beni biraz daha mutlu etmeye yetiyor.
         Pazartesi sabahının ikinci heyecanı Hakan'ın da Güvercinlik'e erişmesi oldu tabii... Biz yola çıkmazdan evvel Ceren,  Hakan'ın da geri gelmek istediğini söyleyerek beni yine sevindirmiş ve arabada yer olup olmadığını sormuştu, ama ben olmadığını söylemiştim. Sonra da yol boyu için için buna pek pişman olmuştum. Yer varmış. Pekala da sığışabilirmişiz. Beynim hala tam çalışmıyor demek ki!  Çok eşya var, Solmaz var, ben varım; sığışamayız sanmıştım. Bunun üzerine Hakan'cığım da Pazar akşamı otobüse binmiş. Pazartesi sabahı otobüs biraz erken gelince Pınar'ı rahatsız etmeye de kıyamamış anlaşılan... Ceren gittikten sonra bir baktım, kapı önünde bir taksi... İçinden Hakan çıktı. Her zamanki gibi sakin, güleryüzlü ve kararlı... Sevinçle el salladım ona... Hemen gelip beni öptü. Çok güzel olduğumu ve saçlarımın çıktığını söyledi. Saçlarımı okşadı.
        Güzel filan değilim tabii. Hala Kortizon almaktayım ve  her gün giderek  biraz daha şişiyor, biraz daha biçimsizleşiyorum. Perulu kadınlara benzedim. Koskocaman ve şiş şiş yanaklar... Derinlere, çukurlara gömülü, bakışlarını anlamını kısmen de olsa yitirmiş gözler... Tek eksik sanki, Perulu kadınların başlarından eksik etmedikleri o tuhaf, siyah, melon şapkalar ve kat kat o etekler. ile garip çorapları... 
            Şekilsiz, yusyuvarlak bir bedenim var artık... Ve kısacık saçlarım... Uzuyorlar, evet, ama hala kısacıklar işte... Olsa olsa bir-iki numara traşlı gibi... Öyle... Ne yapalım? Bu da gelir, bu da geçer belki... 
          Evet, çirkinim. Ama Hakan'ın şefkatli sözleri yine de içimi ısıtmadı değil... O kadar genç bir insanın bu kadar anlayışlı olması ne kadar olağanüstü... 
           Solmaz'cığım hala burada... Her gün Satı abisine telefon ediyor ve biz de her telefonda, geri gidişini her gün bir-iki gün daha ertelemeye çalışıyoruz. Hiç olmazsa Cumartesi ve Pazar da kalsın da Ceren de o günlerde çalışmayacağı için gençler olarak birlikte biraz keyif yapsınlar istiyoruz. Yoksa Solmaz'cığımın yavrumun burada tatil filan yaptığı yok... Hatta hala iş yapmaya çalışıyor. Temizlik, çamaşır, yemek... Dışarlıklı biri olarak değil; komünün hayatı içinde tabii... Hatta dün en sonunda ütü bile yapmaya kalkmış ve neyse ki Pınar o noktada artık resti çekmiş. Ama Solmaz çalışkan insanlardandır. Boş durmayı bilmez... Belki biraz onu öğrense iyi olacak da, o da kolay değil tabii. Öyle iki günde olmaz. Boşluk bana bile zor geliyor. Hala... 
       Pazar yolculuğumuz, yani İstanbul-Güvercinlik yolculuğumuz, Selçuk Shell'de yaşadığımız tek bir tatsızlık dışında, inanılmayacak kadar keyifli geçti. Muzaffer müthiş bir şoför... Hep öyleydi ve hala öyle... İnsanı asla germiyor, keyfini asla bozmuyor, hiçbir hırs, hiçbir iddia yapmıyor ve yalnızca yoluna gidiyor. Müthiş... Ben İstanbul'da arabayla gitmem gereken hemen her yere onunla gitmişimdir ama birlikte uzun yol yapmamıştık. Sayesinde, yolun uzunluğunu fark etmedim bile...
         Muzaffer, arabayı,  yolda gelirken arka koltuğa uzanma ihtimalimi de hesaba katarak yerleştirmiş, ama ben öyle bir ihtiyaç hissetmedim. Belki de ön koltukta oturup etrafa bakınmak hoşuma gittiğinden... Galiba biraz bencillik ettim o konuda; arkada hep Solmaz oturdu. O da bize daha arabaya girerken demişti ki, "Siz beni düşünmeyin; ben hep uyurum uzun yollarda..." Onlar, yani Yenibosna'daki o evde birlikte oturan o dokuz kardeşten son üçü: en büyük abi Satı, en küçük kız Solmaz ile en küçük erkek  Ergin, bayramlarda seyranlarda,  güzel havaları Cide'nin dağlarından birindeki köylerinde geçirmeyi yeğleyen anababalarını görmeye giderken araba kiralıyorlar... Ergin genç tabii... Anladığım o ki, arabayı hızlı kullanmayı seviyor. Cide'nin yolu ise, yine anladığım kadarıyla İstanbul-İzmir yoluna pek benzemiyor. Solmaz biraz geriliyor olsa gerek o seyahatlerde... Uyuma alışkanlığı belki biraz ondandır. Halbuki bizimle birlikteyken, yol boyu gözünü bile kırpmadı.
          Yolda ne yiyeceğimizi Muzaffer'le önceden kararlaştırmıştık: Ramiz köfte, İzmir'in meşhur boyozu ve kumru... Ramiz köfte yemiştim ben; hem Akshisar'da hem İstanbul'daki kimi zincir dükkanlarda... Kumruyu duymuştum, ama hiç tatmamıştım. Boyoz ise benim için bir sır... Ne duymuşluğum var ne yemişliğim...  Ancak bu yaşta haberim oldu. Pek meraklandım. Yani esas önemli olan boyoz idi.
          Pazar sabahı Hayriye ile erken kalktık. Son hazırlıkları da tamamlarken Muzaffer geldi. O arada Solmaz aradı. Metrobüs durağına gelmiş. Biraz önce aramış olsa Muzaffer gidip alabilecekti; olmadı. Muzaffer arabayı yüklemeye koyuldu. Derken yan komşularım, Kuzguncuk'taki Ausude lokantasının sahipleri olan Ahmet, eşi Selma ve oğulları Hüseyin... Güzelce vedalaştık. Selma son anda dayanamadı ve evine gitti. Nihai bir vedalaşmayı kaldıracak gibi değildi. Ahmet ile Hüseyin ise son taşınma işlerine yardım ettiler. Bu arada Hayriye'ciğim kendi hazırlıkların tamamladı ve nihayet Solmaz da eve ulaştı. Herşey hazırdı. Beni evde biraz yalnız bırakmalarını istedim. Evime son bir kere baktım. Boğaz'a baktım. Karşı kıyıya baktım. İçimde acıyan hiçbir şey olmadığını gördüm. Bu evde mutlu günlerim de oldu, mutsuz günlerim de benim. Evimi sevdim. Ama bu ev, benim için Kemal Tahir'in tarif etmiş olduğu bir "Mülkiyet Kalesi" değil!.. Hayır! Asla!.. Buna izin vermeyeceğim. Evin bekçiliğini yapmayacağım. Ev yaşasın diye ben kendimi öldürmeyeceğim burada. En azından şimdiki düşüncem bu. Sonrasını bilmiyorum. Bilmek veya bu konuyu düşünmek deahi istemiyorum. Yüreğim rahat... Ben, şimdi Güvercinlik'te olmak istiyorum. 
          Az sonra herkes geri geldi. Oturduğum iskemleden kalktım. Evden çıktım. Kapımı son defa kendim kilitledim. Bundan sonrası, onların işi: Hayriye, Muzaffer, Solmaz... Belki biri, belki öteki, belki hep birlikte, belki ayrı ayrı, sahip çıkacaklar, koruyabildikleri kadar koruyacaklar; yapamadıkları noktada da, muhtemelen ne yapabileceğimize tekrar bakacağız... Amaç, şimdilik evi eşyalı olarak kiraya verip bana bir miktar daha bir gelir sağlamak... Büyük beklentilerim yok... Mütevazi bir miktar birşey yeter. Ben mütevazi bir kadınım. Hep öyleydim ve hep öyle kalmayı umuyorum. 
        Yola çıktık. Bütün itirazlarına rağmen, elbette ki Hayriye'ciğimi de biz götürüyoruz. İtirazlarını da anlamıyoruz zaten, çünkü evi yolumuzun üstü... Araba varken ne diye otobüsle-minibüsle, yorularak ve çok zaman harcayarak filan gitsin ki? Eli kolu da dolu... Kısa zamanda Kartal civarına varıyoruz. Hayriye 9 Palmiye sitesinin hemen ilerisindeki başka br sitede yaşıyor. Eşi Cüneyt'le birlikte... Önce o elindekileri oturduğu sitenin güvenlikçilerine bırakıyoruz. Sonra yine arabaya doluşup Kartal sahilindeki güzel bir fırına yollanıyoruz ki, az sonra evini dolduracak olan kahvaltı konuklarına sıcak birşeyler daha alsın.  Poğaça mı, açma-çatal mı, simit mi; her neyse... Orada arabadan iniyor canım. Ve artık o orada kalıyor. Birbirimize öpücükler yollayarak, gülerek, gözlerimiz hafif yaşlı (en azından benimkiler)  vedalaşıyoruz ve biz, ister istemez yolumuza devam ediyoruz. 
           İlk istikamet Darıca... Orada arabalı vapura binip, karşı kıyıya geçeceğiz: Topçular... Artık karşı kıyıya geçmek için bambaşka su  güzerahları da var elbette, ama ben en çok bu yolu seviyorum. Onun için buradan gitmek istiyorum ve Muzaffer de beni kırmıyor. 
        Yemekler konusundaki kararlığımız daha gemiye binmeden, püf... Karnım acıktı. Canım kaşarlı ve sucuklu tost istiyor. Canım, yıllardır ilk defa sahici çay istiyor. Öyle zannediyorum ki Solmaz ile Muzaffer de benimle aynı durumdalar... Kaldı ki, biliyorum, onlar sigara içmek de istiyorlar. İkisi de akıllı insanlar ve ikisi de bana olanlarla kırk yıl süren sigara tutkum arasında bir bağ olabileciğinin pekala farkındalar. Ama yine de... E, istiyorlar işte... İnsanoğlu bu; asla kendi zannettiği kadar rasyonel bir yaratık değil... Asla, asla, asla değil... Muhtemelen hiç olmamış ve muhtemelen hiç olmayacak. Ve galiba olmaması da gerekiyor. Niye, bilmiyorum. Belki diyorum, evrenin yapısı gereğidir. İşin içinde olasılıklar filan olduğu içindir... Ya da bu da böyle bir sırdır işte! Ben ne bileyim! Öğrenmek, bilmek filan iyi şeyler tabii... Doğamızda merak var. Araştıracağız, öğreneceğiz. Ne var ki günün birinde evrenin bütün sırlarına insanın vakıf olabileceği inancına da bir tür ahmaklık ggömülmüş, gizlenmiş, saklanmış gibi..  Bugünlerde böyle hissediyorum. Hele hele şimdiden herşeyi bildiğini sananlara sadece gülmek istiyorum bu aralar... Öyle alay ederek filan değil de, biraz acıyarak, merhamet duyarak galiba... Şefkatle, rikkatle, incelikle...  "Ah, acaba sen ne zaman olgunlaşacaksın? Hiç olgunlaşacak mısın acaba sen? Günün birinde?... Hangi sınavlardan geçerek? Yoksa böyle geldin ve böyle mi gideceksin?" dercesine... 
          Aslında arabalı vapurda da sigara içmek yasak artık. Hatta gemi dolduğunda anonslar filan da yapılıyor. Benim anladığım, kimsenin o yasağı ve anonsları taktığı yok... Tiryakiler ellerinde sigara paketleriyle arabalardan, otobüslerden, kamyonlardan inip geminin bir yerlerinde kayboluyor ve sigaralarını içiyorlar. Ha bunlar sanmayın ki yalnızca modern görünümlü genç insanlar... Başı şöyle ya da böyle bağlı, yaşlı veya genç kadınlardan, şöyle veya böyle giyimli yaşlı ve genç erkeklere kadar hemen herkes bu dediğimi yapıyor; yani o arabalı vapurda sigarasını içiyor. Nokta! Eminim, bu da bir yolla engellense, yine de bir yol bulacak ve bunu yapacaklar. Bir nokta daha! Yani, emir her zaman demiri kesmez. Kesmez! Bu da üçüncü nokta!..
            Arabalı vapurdan sonra yola devam... İlk molayı Bursa çevre otoyolunun çıkışlarından birindeki bir kestane şekercisinde veriyoruz. Küçük bir paket şekerleme... Hiç güzel değil... Birer lokma yiyor ve onu unutuyoruz. Esas molayı Susurluk'ta vereceğiz. Bu arada ben farkediyorum ki, canım katiyen Ramiz köfte istemiyor. Ne istiyor? İnanmayacaksınız ama: fasulye pilav! Yok, bu istemek filan değil; resmen aş eriyorum. Ve dediğimi de yapıyorum. Susurluk'taki molada, yeniye ayak uydurmuş eski usül bir lokantada koskoca bir tabak fasulye pilav yiyorum. İşin komiği şu: Solmaz ile Muzaffer de bana uyuyorlar ve biz hep birlikte fasulye pilav yiyoruz. Tabii sonra o ikisi yol boyu benimle gırgır geçiyorlar. Çünkü hem yemek acayip ucuza çıktı hem de hepimizin sanki giderek artıyormuş gibi görünen iştahına bir haller oldu. Ondan sonra kimsenin canı pek birşey yemek istemedi. Ama inanın, ben bunu planlayarak yapmadım. Olaylar öyle gelişti işte.
         Yemekten sonra bir başka köşede kahve-çay ve onlara sigara... Sonra bir tuvalet ziyareti... Ulusoy tesisleri güzel ama biraz büyük...  Solmaz kolumda olduğu halde çok yol yürümem gerekiyor. O kadarına gücüm yetmeyebilir. Yoldan geçen komilerden birine tekerlekli iskemle soruyorum; varmış. Çocuktan bir tane getirmesini rica ediyorum ve beni kırmıyor. Böylece hayatımız epeyce kolaylaşıyor.            
           Sonunda tekrar yola koyuluyoruz. Yorulduk mu? Çok değil... Muzaffer? İyi... Solmaz? İyi... Ben?.. Gayet iyiyim. Dayanıyorum. Sohbetler ederek yol alıyoruz. Genellikle Muzaffer'e hayatını anlattırıyoruz. Daha doğrusu bunu ben yapıyorum. Muzaffer aslında Boşnak... Ailesi sonradan Akhisar tarafına yerleşmiş. Arazileri ta Söke'ye kadar uzanırmış. Yoldan geçerken bana çocukken yüzdüğü, şimdi kurumuş dere yataklarını, amcalarının arazilerini bölen ağaçları, tatan toplayıp dizdiği tarlaları gösteriyor. İyi ber adam Muzaffer... Babası sertmiş; erken kaybetmiş. Annesi tütün fabrikasında çalışmaya başlamış. Ama hiç sigara içmemiş. Akşam yorgun argın eve gelir, banyo yapar ve tütün kokusunu üstünden tamamen atarmış. Muzaffer askere gideceği gan bir buçuk kilo sigara getirmiş oğluna. "Al, bunu da götür  gittiğin yere ve sakla.... Sana lazım olacak orada bu," demiş. Muzaffer sigara içtiğini külliyen inkar edecek olmuş. Annesi oturup bir bir evdeki zulaları saymış oğlunun. Muzaffer diyecek söz bulamamış. 
           Sonra Ayten'le evliliğini anlattırıyorum. Ayten Rizeli... Bir araya gelmeleri hiç de kolay olmamış. Ama sonunda becermişler. İyi ki öyle yapmışlar. Birbirlerini çok iyi tamamlıyorlar. Birbirinden akıllı ve güzel iki kızları var: Yaren ile Beran... Araları birkaç yaş...  Yaren bu yıl, yanlış hatırlamıyorsam eğer 6. sınıfa başladı. Ayten çok iyi bir anne, çok iyi bir eş ve çok da akıllı.. Kızlarını çok iyi tanıyor ve onlarla birlikte çalışıyor.  Gerekirse matematik, gerekirse Türkçe... Ne gerekirse o... Eminim, ikisini de üniversiteden mezun edecek. Muzaffer ise ekmeğini taştan çıkartan adamlardan... Gözü asla yükseklerde değil; uyanık, açıkgöz filan şeklinde tanımlanması  asla mümkün değil;  ille velakin ne istediğini ve ne istemediğini çok iyi biliyor. Diyorum ya, iyi bir adam... İyi bir insan... Çok iyi... Ve çok becerikli... Ben çok şanslıyım. Böyle insanlar tanımış, etrafımda böyle insanlar tutabilmiş olduğum için çok şanslıyım.

           Akhisar' durmadan geçiyoruz. Hiçbirimizin canı köfte filan çekmiyor. Sonra Manisa ve nihayet İzmir... Bir tek Boyoz'dan taviz vermeye niyetimiz yok... Ama geç kaldık. Şimdi Kordon'a girsek geç kalacağız. Onun yerine Bornovae'ya dalıyor ve aradığımızı buluyoruz. Yola devam... İzmir çıkışında bir mola yeri... Çay-kahve ile Boyoz ve tabii onlara sigara... İlginç bir şeymiş bu Boyoz... Yanında yumurta filan yemek de gerekirmiş galiba ama biz o kısmı atlıyoruz. Milföy hamuru gibi bir hamuru var... Biraz yağlı, çokça lezzetli... İyi, hiç olmazsa neye benzediğine dair bir fikrimiz oldu işte.
            O mola yerini ben hatırlıyorum. Felçten sonra İstanbul'a dönerken ilk dirdiğumuz yer orası... Halası benim gibi kanser olan ve eşek sütüyle iyileşen genç adamla karşılaştığımız yer... Güzel bir yermiş aslında... 
             İşte tam o mola yerinde Muzaffer bana, benim durumumla (artık engelli sayılıyormuşum meğer ben) ve arabalarla ilgili inanılmaz bir bilgi aktarımı yapıyor ki, şaşkınlıktan zavallı aklım  yerinden bir daha uçuyor. Söylediklerini anlamaya, hazmetmeye çalışıyorum. Eğer dedikleri gerçekse ve biz bu gerçeği hayata geçirmeyi başarabilirsek, belli ki hayatım önemli oranda kolaylaşacak. Bakalım, kısmet... Güvercinlik'e gider gitmez bu işi Pınar'la ve Ceren'le ve komünle paylaşmalıyım.
        Yine yol, yine sohbet... Aydın otoyolundayız artık. Hızla gidiyoruz. Muzaffer meğer gündüz yol almayı çok da sevmezmiş. Çünkü gündüz vakti yollara polis tuzaklar kuruyormuş ve insan ister istemez düşebiliyormuş o tuzaklara... Ama biz hiçbirine düşmüyoruz.          Söke sapağından çıkarken, a Mizaffer frene basıyor. "Ne oldu?" diye soruyorum. "Eeşek girdüm," diye cevap veriyor. Gülmeye başlıyorum. "Bırak artık Muzaffer, eşeği de Güvercinlikliler bulsun yahu!"  Nitekim aramaya başladılar. Kimbilir, belki de bulurlar. Zaten bulunursa eğer, burada bulunur. İstanbul'da değil a!
          Son molayı, felçten önceki gibi, yani Leyla ve Mehmet'le başladığım ve Pınar ile Erdener ile tamamlamış olduğum seyahatte yapmış olduğumuz gibi, Bafa gölünün kıyısında Kamil Dayı'nın yerinde veriyoruz. Tam tesise girerken telefonum çalıyor: Ramiz!.. Epeydir aramıyor, sormuyordu. O da meğer aynı gün yazlık evinden çıkmış, annesinin İzmir'deki evine gidiyormuş Annesine katarakt ameliyatı mı yaptırtacakmış, ne! Biraz konuşuyoruz. O arada Kamil Dayı bana bahçeden topladığı yapraklarla bir adaçayı yapıveriyor.  Sahici adaçayı... Bizimkiler her zamanki gibi çay, sigara...  Fosurduyorlar. Deniyorum, ama kimse çöp şiş yemek istemiyor. Halbuki geçen sefer yemiştik; çok güzeldi. Sahiciydi. Zaten orada bir hanım, galiba Kamil Dayı'nın eşi eliyle dizip sarıp duruyordu.
           Yine yol... Hava artık kararıyor. Güvercinlik'e yaklaştıkça azıcık tedirginleşiyorum. Ev, yol üstü değil... Yerini tam olarak hatırlayabilecek miyim? Sonra nirengi noktaları birer birer beliriyor. Seviniyorum. Hatırlıyorum. Evi bulacağım. Buluyorum. Tam önünde durup kornaya basıyoruz. Pınar'cığım hemen seyirtiyor. Ceren nerede? İçerideymiş. Londra'da olan patronuna dönüş bileti ayarlamaya çalışıyormuş. 
          Hep birlikte bahçeye girip Pınar'ın evinin hemen önündeki masaya çöküyoruz. Bu arada fırsattan istifade Puff bahç kapısından kaçıq gidiyor. İşin kötüsü şu; gitmeye gidebiliyor da geri gelemiyor.  Gençler biraz arayıp peşini bırakıyorlar. Nasılsa döner. Ardından komün içi sohbet, muhabbet... Israrcı olduğumuz halde Muzaffer  o gece bizimle kalmak istemiyor. Birlikte bir yemek yiyip çıkmak ve gidip İzmir'deki annesinde geceleyerek bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Hem o zaman ertesi gün yolu biraz daha kısalacak. 
          Az sonra Ceren de ortaya çıkıyor. Hep birlikte eşyalarımı  arabadan indirip Peri'nin üst kattaki evine, evde bana ayrmış olduğu yatak odasına taşıyorlar. Sonra yemeğimizi yiyoruz. Muzaffer her zamanki gibi şakacı... akşam akşam rakı ve balık yerine  bu defa da taze fasulye pilav yediği için dalgasını geçiyor. Öğlen kuru idi fasulye, akşam taze... Tek fark bu... Sonra onu uğurluyoruz. Sonra çok geç olmadan yukarı çıkmama yardım ediyorlar. Artık yatmam lazım... Artık yorgunum. Bunun yarını da var hem, değil mi?
          İşte böyle: Geldim. İyiyim, mutluyum. Cumartesi günü Köyceğiz'e ne zaman gidebileceğimizi öğreneceğim bir ihtimal... Gidebilirsek iyi... Gidemezsek canımız sağ olsun. Başka birşey buluruz veya başka zaman gideriz.
           
         
                    
            
                

             
     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder