Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

3 Ekim 2011 Pazartesi

BİRAZ EKİM HÜZNÜ, BİRAZ EŞEK SÜTÜ

                                          Kuyucak, Güvercinlik... Fotoğraf: Hakan Merter

Sonuç itibariyle bu blog bir kanser güncesi... Ne zaman ve neden yakalandığımı bilemediğim bu amansız hastalığın günlük gelişmelerini çevremle paylaşmaya çalışıyorum. Bunu niye yaptığımı çok da iyi bilmiyorum, ama böyle bir ihtiyaç hissediyorum işte... Dostlarımın çoğu bu paylaşıma memnun oluyor gibiler... En azından öyle söylüyorlar. Blog tanımadığım insanlar tarafından da okunuyor. Okunmasını da istiyorum elbette. Belki yazdığım birşey birinin işine yarar, bir zorluğu atlatmasını sağlar gibisinden yararcı bir umudum olduğu için mi? Bilmiyorum. O yanı da vardır herhalde işin... Ama o olmasa da olur galiba. Yani doğrudan yarar sağlamak... Bilgi alışverişi filan... Yok, yok; benim esas derdim bunlar değil... Daha belirsiz birşey... Daha derinde... Daha örtülü... Ne? Bilmiyorum, arıyorum, bulmaya çalışıyorum. İki ara bir derede, öyle, fazla da uğraşmadan, herşeyi kendi haline bırakıyorum galiba. Kimbilir, belki de günün birinde, birşeylerin belli bir zarafetle yüzeye çıkmasını, kendini belli etmesini, sırlarını bana açmasını umuyorum.
         Şahsen Güvercinlik'teki yaşama yavaş yavaş alışıyor gibiyim. Güvercinlik'teki yaşam da bana alışıyor mu; ondan emin olduğumu söyleyemeyeceğim. Biraz tuhaf bir kadınımdır ben... Hatta birazdan da fazla tuhafımdır... Gerçi burada herkes biraz tuhaf tabii... Aksi takdirde bu masal evi nasıl tasarlanır, nasıl yaratılır ve içinde böyle nasıl yaşanırdı? Tuhaf olmakta hiçbir sorun yok... Sorun, o da sorunsa eğer, tuhaflıkların farklı farklı olmasında belki.. Sorun, o farklı farklı tuhaflıkların karşılıklı olarak kabullenildikten sonra bir biçimde ahenklileştirilmesinde de olabilir. Tuhafların, tuhaflıkların uyumu... En sevdiğim uyum... Ya da uyumsuzluk... Uyumsuzluğun ahengi...

                            Bu da işte Solmaz... Fotoğraf: Bahar Öcal Düzgören

Dün akşam Solmaz'cığımı da İstanbul'a uğurladık. Muzaffer hiç kalmadan dönmüştü; Solmaz, hiç olmazsa birkaç gün bizimle kalır diye umuyorduk. Hem o bana azıcık daha destek çıksın hem de biz onu azıcık da olsa ağırlayabilelim diye... Neyse ki büyük abisi Satı, sonunda çok arzu ettiğimiz izni verdi ve Solmaz'cığım benimle sekiz gün daha kalabildi burada. Kaldı da ne yaptı? Çoğu zaman yaptıklarını tabii... Benimle ilgilendi,  bana baktı, destek oldu, işlerimi halletti. Arada da olsun olsun birkaç kere denize gitti; çoğunlukla kendi başına... Bir-iki kere de Ceren ve Hakan'la veya Pınar'la birlikte ya Güvercinlik sahil ya da kısa kısa Bodrum... Hepsi de o, işte... Ağırlama dediğimiz...
           Şimdi İstanbul'a varmış olmalı... Biliyorum doğruca Yeni Bosna'ya, en büyük abisi Satı ve en küçük erkek kardeşi Ergin'le oturduğu yuvasına gidecek. Önce belki az biraz dinlenecek. Sonra yine evini çekip çevirmeye başlayacak. Temizleyecek, aklayacak, parlatacak. Solmaz bir eve girdi mi, yüzü güler o evin. Evde işleri yoluna sokmasının ardından memleketine, Cide'ye, Cide'deki o dağ köyüne yollanacak... Köydeki evi önce Kurban Bayramı için hazırlayacak ve sonra da  kış için kapatacak. Annesiyle babası, her zamanki gibi kışı İstanbul'da geçirecekler. Bayramdan sonra gelecekler. Gelince, ilk iş babanın üç aylık kontrolları yapılacak. Malum, o da kanser... Ve malum, onunki de akciğer... Gerçi o benden iyi durumda... Onun kanseri  küçük hücreli ve saldırgan olduğu halde, ilerlemiyor gibi...  Umarım hep öyle kalır. O da akciğer ameliyatı oldu. Benden birkaç ay önceydi. Galiba ondan tek lob alındı. Sonra o da kemoterapiye başladı. İşte tam da o noktada yollarımız ayrıldı sanki. Tam o noktada... Çünkü, birincisi,  Solmaz'ın babası, ameliyatın ardından bir-iki kere girdiği kemoterapiyi üçüncü seferinde reddediverdi. Yaptırmadı. Dolayısıyla ona sonradan kemoterapi yerine radyoterapi yapıldı. Galiba yirmibir seans... Ondan sonra da çekti köyüne gitti. Ve şimdi kanser olduğunu dahi kabul etmiyor. Bütün zamanını köyde geçiriyor. İyi besleniyor. Pekmez, bal, dağdan topladığı ısırgan otlarının ucuyla yapılmış salatalar, çam kokusu ve inkar... 
           Ben beyin ameliyatından sonra onkolojiye bütün inancımı yitirip de "eşek sütü içeceğim" diye tutturduğumda, bu işin peşine düşenler arasında o da varmış. Galiba Cide'nin oralarda sıpalı bir eşek bulmuş da. Satı demiş ki, "Baba, alıversene o eşeği... Buraya, Bahar Hanım'a da yollarsın, sen de içersin!" Kızmış baba. "Ben ne içeceğim? Ben hasta-masta değilim ki," deyip telefonu büyük oğlunun yüzüne kapatıvermiş.
          Geçenlerde bir gece Pınar'cığımla bu konuyu konuşuyorduk. Dedi ki, "Belki sen de öyle yapmalısın!" "Ne yapmallıyım? Nasıl? Ne demek istiyorsun?" diye sordum. Dedi ki, "Sen de onun gibi kanser olmadığını söylemelisin belki... Öyle düşünmelisin..." 
          Biraz durup düşündüm. Evet, belki de hakikaten öyle demeliyim. Öyle düşünmeliyim. İnkar etmeliyim. Belki ta en baştan bunu böyle yapmalıydım. Kabul etmemeliydim. Teşhis kondu diye boynumu büküp benden istenen herşeyi uygulamamalıydım.  Öyle olmadı. Ben kabullendim kanseri... Solmaz herkese anlatıyor. Teşhis konduğundan beri, evle, işle, parayla ilgili herhangi bir sorunu çözmek için harekete geçtiğimde, telefonu açıp karşımdakine, "Evladım, ben kanserim. Şöyle şöyle bir sorunum var ve bunun çözülmesini istiyorum,  ama uğraşacak durumda değilim; dolayısıyla lütfen bana yardımcı olun," gibisinden birşeyler diyormuşum.  Anlaşılan bu, Solmaz'a ilginç geliyor. Yani, bir yanda babasının mutlak inkarı, öte yanda benim mutlak kabullenişim... 
          O konuşmanın sonunda Pınar'a dedim ki, "Ben, kanserin bedenimi ele geçirmiş-geçirmekte olduğunu inkar edecek durumda değilim ki. Solmaz'ın babasının buna hakkı var... Son taramaları hep temiz çıkıyor. İkimizin durumu aynı değil... Ama işte ben de buraya  tam o yüzden geldim. Esas itibariyle, ne yapıp edip anladığım kadarıyla hiç de bir işe yaramayan o tıbbi onkoloji sarmalından kurtulmak ve sonunda kanseri inkar edebilecek bir duruma gelebilmek için... En azından bir umudum o... "
           Tıbbi onkoloji sarmalı... Akciğer ameliyatından sonra başladı. ve beyin ameliyatından sonra da sürdü. Kelimeler tıpatıp aynı: "Efendim, çok başarılı bir ameliyat geçirdiniz. Hocamız bedeninizdeki bütün kanserli hücreleri temizledi. Ne var  ki, tek bir kanserli hücre dahi ileride bir metastaza yol açabilir ve  bunu önlemek için şimdi terapi gerekiyoooooooooooooooooooooor. Zaten protokol böyle... Yalnızca bizde değil, bütün dünyada böyle..."
         Aslında çok merak ediyorum: kemoterapi ya da radyoterapiyle kanserden kurtulan birileri var mı sahiden? Çok merak ediyorum: insanın bağışıklık sistemini çökerten ve kendi kendini iyileştirme gücünü elinden alan bir yaklaşım nasıl terapi diye adlandırılabilir? Çok merak ediyorum: eğer akciğer kanseri kendisini esas olarak beyin tümörü ile belli ediyor idiyse,  Acıbadem Hastanesi'nde aylar süren terapi sürecimde, beynim niçin dikkatle izlenmedi? Sol yanımı  bir anda hepten felç eden o tümörün, kafatasımın içinde, ödemiyle birlikte beş santim çapına kadar büyümesine nasıl izin verildi? Çok merak ediyorum. Çok şeyi çok merak ediyorum. 
          Ölümsüz olmadığımı biliyorum. Ben de herkes gibiyim; doğdum, büyüdüm, yaşlandım ve öleceğim. Belki kanser yüzünden, belki de bambaşka birşey... Tamam!.. Buna hiç itirazım yok!..  Hiç!.. Sıfır!.. İtirazım, çoğu zaman olduğu gibi "mış gibi yapılmasına!" İşte ondan nefret ediyorum ve anladığım o ki, tıbbi onkoloji dalında bu, pek sık yapılmakta... Çok fazla yalan, çok az özen... Bir sürü yalan dolan... Gereksiz, pahalı kontroller, taramalar, ıvır-zıvır... Sonra da iletişimsizlik ve ilgisizlik... Kötü olan ve kanımca affedilmez olan bunlar...
           Öyle zannediyorum ki beynimdeki tümörü, felcin gelmekte olduğunu filan İstanbul'dayken sezmişim ve Leyla ile Mehmet'in peşine canımı kurtarmak için takılmışım herhalde ben. İstanbul'da, evde kalmış olsaydım, şimdi herhalde çoktan defnedilmiştim. Felci geçirdiğimde herkes uzakta olacaktı... Tatilde, köyünde, kasabasında... Tamam, Pınar her gün arıyordu telefonla ama, telefonu açmadığımda ne yapacaktı ki? Ne düşünecekti? İnsan hemen en kötü ihtimali getirmez ki aklına... Bekleyecekti. Ben evin herhangi bir yerine yığılmış yatarken, can çekişirken, o ister istemez bekleyecekti. Tekrar tekrar arayıp sonunda gerçek bir endişe duyana kadar... Evin tek yedek anahtarı Solmaz'daydı ve Solmaz da köye gitmiş olacaktı. Komşular ha keza... Kuzenler ise tatilde...
         Esasında Güvercinlik'te de tuhaf tuhaf tesadüfler sonucu kurtuldum. Yaşayacağım varmış. 
           Önce Yaşar'ın İstanbul'dan gelişi gecikecekti mesela... Eğer gecikmeseydi, o zaman Güzide ile ikisi, felçten hemen önce, yani tam ateşimin çıktığı gün burada olmayacaklar ve büyük olasılıkla sonradan beni izleme gereği de duymayacaklardı.            
          Ertesi gün Hayriye'nin beni arayacağı tutacaktı mesela. Sol yanımın tutmaz olduğunu öğrenince kayınbiraderini arayacak ve  ne yapıp edip bir MR çektirmek zorunda olduğumu bana anlatacaktı Hayriye. Halbuki benim niyetim, hiçbir şey yaptırmadan bunun geçmesini beklemekti galiba... O birkaç günle ilgili olarak zihnim hala karışık... Ama anlatılanlar bu doğrultuda... Ramazan Bayramı... Günlerden Cumartesi... Bodrum'da epeyce hastane ve birkaç MR var ama, o anda ne çekecek biri bulunabiliyor ne çekileni değerlendirebilecek... 
            O gün, yani o Cumartesi sabahı Nermin Pınar'a temizliğe gelecekti mesela. Erdener, ayak altında kalmayayım diye beni üst kattaki evine davet edecekti. Bir gün önce ateşim varken Pınar'dan hazırlamasını istemiş olduğum buzlu, kolonyalı kaseyi yine hazırlamasını isteyecektim mesela. İçinde beziyle ki, yanan başımı soğutabileyim. Ve Pınar getirip kaseyi sol elimin dibine bırakacaktı. Sonra ben sol yanımın hakimiyetini tamamen yitirdiğimden olsa gerek, cep telefonumu o suya düşürecektim ve telefonum çalışmaz olacaktı mesela. 
           O arada aşağıya inecek ve banyoda bir daha düşecektim. Daha doğrusu düştüğümü zannedecek ama gidip karşı duvara yapışmış olacaktım mesela. Bunun üzerine Pınar artık Ceren ile Hakan'ı Bodrum'dan çağıracaktı. Erkan ve Mehmet Teomete aranacaktıy Hemen İstanbul'a dğru yola çıkmamız söylenecekti bize... Ama çıkamayacaktık tabii. Ben hala banyodayken ve kendimi bilmez bir haldeyken nasıl çıkacaktık ki? İşte o zaman 112 aranacaktı ve ben Bodrum Devlet Hastanasi'ne götürülecektim ve orada sadece tomografi olacaktı, bir de beyin cerrahı Berrak Yavuzer... Berrak hanım tomografiye bakınca  tabii ki durumu anında kavrayacak, ama İstanbul'a doğru yola çıkabilmem için hemen kortizon tedavisini başlatacaktı. 
         Ertesi gün Yaşar, Güzide ve Lara koşup hastaneye gileceklerdi ve ben Yaşar'a, "Böylesi bir durumda iletişimsiz kalmak iyi değil," diyecektim. Cep telefonum suya düşünce bozulmuş, cep telefonumdaki numaraların çoğu gitmişti. "Ne olur, birine haber ver Yaşar'cığım ki, bana numaralarını yollasınlar." Yaşar en kısa zamanda bunu yapacak ve o zaman FL 69 listesinin, Ahmet'in, Hilal'in, Nurşah'ın ve sonuç itibariyle Nihat'ın durumdan haberi olacaktı. 
          Nihat, Pınar'ın telefonunu edinerek beni adım adım izlemeye başlayacaktı. Ve bütün bunlar Yaşar Bodrum'a biraz geç geldiği ve benim telefonum suya düştüğü için olacaktı. 
         Sonra Hakan da tam o sıra Ceren'i görmek için Bodrum'a gelmiş olacaktı. Hakan olmasa biz o İstanbul yolculuğunu yapabilir miydik, bitirebilir miydik, hiç fikrim yok...      
            Yol ondokuz saat sürmüş... Pınar bir yerlerde arabayı polisin üstüne sürünce Hakan direksiyonu devralmış ve bir daha da bırakmamış. O birkaç günle ilgili olarak kafam hala epeyce karışık... Halbuki zihnim berrak gibiymiş. Konuşup duruyormuşum. Öte yandan net bir koordinasyon bozukluğu yaşadığımı biliyorum. Sol elimi asla istediğim yere götüremiyordum. Sol elim asla tahmin ettiğim yerde olmuyordu. Ayrıca ne kadar konuşkan olmuş isem olayım, hafıza boşluklarım var... Şimdilik geçecek gibi de görünmüyorlar. Bu da beni çok kızdırıyor. Hafıza boşluğu en sevmediğim şeylerden biriymiş meğer... Ameliyatlardan o yüzden erken uyanıyorum herhalde... Umulandan çook erken... Pınar'la Ceren'e bakılırsa, beni bir daha yoğun bakım sarvislerine almayacaklarmış. Hemencecik uyanıp insanlara kan kusturuyormuşum. İyi, almasınlar... Bir sonraki blog girişinde yoğun bakım deneyimlerimi paylaşırım ben de sizinle... Bakarız o zaman, kim haklı, kim haksız...
          Yarın eşek sütüm geliyor. Peri'ciğim ne yaptı, etti ve buldu eşek sütümü. İçeceğim ve belki de iyileşeceğim. İyileşmesem bile bunu yapabildiğim için kendimi çok mutlu hissedeceğim. Ne hoş, değil mi? Ne hoş...
          


           











































































































































































           

1 yorum:

  1. Degerli ablacım, onkologları bu kadar acımasız eleştirilerine katılamayacagım. belki senin yasadıkların cok hos seyler degil ama takdir edersinki onkoloji pozitif bir bilim dalıdır, kanıta dayalıdır, tedavilerinde "cure" olan pek cok kanser hastalıgı ve kanserli olan olgular vardır. sizin ugrasmakta oldugunuz akciger kanserinde de -belki losemi, testis ca, meme ca, lenfomalar vb. kadar degil- surveye ve yasam kalitesine katkıları vardır ve bu yapılan bilimsel calısmalarla ortay konmustur. evet kabul ediyorum ki bazı akciger kanseri turleri ve hastalarında basarı gercekten dusuktur. yine de bloglarınızı izleyenler acısından yanlış bir yonlendirme olsun istemezsiniz diye dusunuyorum her ne kadar sizin yazdıklarınızda "rehber olma gibi bir takıntınız" olmasa da :-) esek sutu fikrine gelince karşı değilim ve umarım size ve immun sisteminize iyi gelir. solmaz ın babasının durumu biraz ozel bir durum ve umuyorumki ondaki iyilik hali sureklilik arzeder. hafıza kaybınızla ilgili takıntılarınıza içinse hatırladıklarınızın sizi yeterince memnun ve mesgul ettigini dusunuyorum arada hatırlanması cokta gerekmeyen bir kac kucuk ve dahi onemsiz detay konusunda bu kadar ısrarcı davranmayın ne olur :-)) surdurmekte oldugunuz masal tadındaki guvercinlik gunlerinizin daim olmasını diliyorum, saygılarımla ,

    erkan (zoraki kardes)

    YanıtlaSil