Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

6 Ekim 2011 Perşembe

ESKİLERDEN BİR TUHAF DOKTOR HİKAYESİ

Bir süredir sözünü edip durduğum tuhaf kalp doktoru hikayesi aşağıda: 

28 Ağustos Pazartesi, 2007

Yaz başında bundan böyle Co-enzim Q 10 almamaya karar verdim. Bir süredir, “Pahalı bir ilaç…  Ne gerek var? Bütün bu vitaminlere, takviyelere ne gerek var? Bunların hepsi para tuzağı… Yetti artık bu tuzaklar!” diye düşünmeye başlamıştım.  Zaten en düşük dozu alıyordum. Genç satıcıların doz yükseltme yönündeki ısrarlarına rağmen… Evet, insan o takviye  ilaçların da bağımlısı haline geliyor, getiriliyor galiba. “Bağımlılık yapacak hiçbir şeye çok yüz vermemeli!”
            Söylendiğine göre Co-enzim Q 10 kalbi güçlendiren ve tansiyonu regüle eden bir şey… Yaşım elli beş… Hala biraz kiloluyum. Buna rağmen, tansiyonum, ne zaman ölçtürsem ya 13/8 ya 12/7…  Çok sık da ölçtürmüyorum, çünkü öyle bir ihtiyaç hissetmiyorum.
            Böylece Co-enzim Q 10’i bıraktım. Ne var ki Temmuz ayında hava aşırı ısındı. Birden kendimi kötü hissetmeye başladım. Neyim var, anlayamıyorum. Halbuki insan bu yaşta kendisini bilir hale geliyor. En azından ben öyleyim. Neyi, nereye kadar yapabilirim, kendimi ve sınırlarımı hangi anda ve hangi noktada aşabilirim, nerede durmam gerekir; bunları hep bilirim. En azından bir süredir bilirim. Dolayısıyla anlıyorum ki bir aksilik var; ama o aksiliğin ne olduğunu anlamıyorum.
            Haluk’a uğruyorum. Tansiyonumu ölçtürüyorum. Tansiyon biraz yüksek çıkıyor. 15/10…
            —“Hava çok sıcak,” diyor Haluk.
            —“Evet!”
            —“Ondan olmalı!..
            —“Evet!”
            —“Yine de bir süre takibe al sen bunu…”
            —“Nasıl yani?”
            —“Bir hafta süreyle her gün ölçtür.”
            —“Masasının çekmecesini açıp bir kart çıkartıyor ve bana uzatıyor. Alıyorum. Bir tür tansiyon izleme çizelgesi…
            Ondan sonraki bir hafta boyunca her gün tansiyonumu ölçtürüyorum. Hep yüksek çıkıyor. Neyse ki en yükseği bile 16/11’i geçmiyor. Buna rağmen Erkan’ı arıyorum.  
—“Hemen gelin abla,” diyor. Ertesi gün için randevulaşıyoruz ve kalkıp GATA’nın Çamlıca Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ni gidiyorum. Ben durumu anlatırken Erkan her zamanki gibi bana kahvaltı hazırlıyor. O arada kan tahlillerimi yaptırtıyor. Bir de nefes ölçümü… Sonra birlikte çay içerek kahvaltı ediyoruz. Çamlıca’da kalp uzmanı yokmuş. Erkan Haydarpaşa GATA’yı arıyor. Orada bir arkadaşı varmış. E. Bey… E. Bey’e durumumu anlatıyor. Ablası olduğumu söylüyor ve ertesi gün için bir randevu alıyor. Sonra bana dönüyor ve diyor ki,
—“Sabah bana uğrarsınız, kan tahlili sonuçlarını veririm. Randevunuza buradan gidersiniz.”
Ertesi gün erkenden yine Çamlıca’ya gidiyorum. Tahlil sonuçları hazır… Erkan beni uğurlamak için kapıya kadar çıkıyor. Çamlıca GATA ile Haydarpaşa GATA arasında gidip gelen hasta servisleri var… Kapı önünde bir tanesi hareket etmek üzere… Erkan beni, servise binmek üzere olan bir sivil görevliye emanet ediyor: İsmail Bey… Gideceğim servisin ve doktorun adını İsmail Bey’e de söylüyor ve doktorun odasına kadar bana eşlik etmesini tembihliyor. Vedalaşıp ayrılıyoruz. Servis yola çıkıyor. Tangır tungur bir midibüs… Sarsıla sarsıla yol alıyor ve az sonra Haydarpaşa GATA’ya varıyoruz.          
    Servisten iniyorum. İsmail Bey benden önce davranmıştı, ama servis kapısında durup beni bekliyor. Kendisine teşekkür ediyorum. Birlikte yürümeye koyuluyoruz. Geçitten iç avluya giriyor; avluyu hızlı adımlarla geçiyoruz. İsmail Bey hep az önden gidiyor. Ara sıra bana bakarak hızını düşürmeye çalışıyor, ama onun yavaş yürüyüşü bile benim hızlı yürüyüşümden hızlı…
—“Hızlı mı gidiyoruz?” diye soruyor bana, gülümseyerek. Nefesimi kontrol etmeye çalışıyorum. Ben de gülerek,
—“Zarar yok!” diyorum.
—“Yavaş yürümeye çalışıyorum aslında,” diyor. Farkındayım. Ne olsa hem erkek hem de benden epeyce genç… Aramızda bir hız farkı olacak elbet…
            Yine bir geçitten geçerek yeni binanın sahanlığına çıkıyoruz.Bu binayı daha önce görmemiştim. Yapıldığından haberim bile yoktu. Epeydir gitmiyorum Haydarpaşa GATA’ya. Epeydir; yani annem öldüğünden, yani 2004 yılından beri hiçbir hastaneye ve Erkan hariç hiçbir doktora gitmiyorum zaten.  
Binaya girip beşinci kata çıkıyoruz. Asansörün tam karşısındaki kapıdan küçük bir koridora giriyoruz. İkinci kapının üstünde Doktor E. Bey’in adı yazılı. İsmail Bey kapıyı tıklatıyor, biraz bekledikten sonra açıyor. Aralıktan Doktor E. Bey’i görüyorum. Karşısında biri olmalı. Onunla konuşuyor. Kapı açılınca başını bize doğru döndürüyor. İsmail Bey,
—“Erkan Hocam…” der demez Doktor E. Bey,
—“Tamam!” diye cevap veriyor. “Sen, eko odasına götür. Hemşirelere de haber ver, ben geliyorum.”
Kapıyı kapatan İsmail Bey yine önüme düşüyor. Koridor az ilerde sola kıvrılıyor. Kapısında, pirinç levha üstünde ‘Ekokardiyoloji’ diye bir yazı bulunan oda küçücük… İsmail Bey beni içeri sokuyor.
—“Siz burada bekleyin. Ben hemşirelere haber vereceğim ve sonra sizi bırakıp gideceğim artık,” diyor.
—“Elbette,” diyorum. Buraya kadar getirmesi ve bütün bunları yapması bile büyük nimet… Teşekkür ediyorum. Gidiyor.
Küçük odanın içinde, sağıma soluma bakınarak salak salak dikiliyorum. Bir takım yerleşik aletler var; bir de tekerlekli bir sehpa üstüne oturtulmuş bir şey… Bir muayene yatağı, bir küçük masa ve önünde bir döner sandalye… Birkaç dakika sonra koyu mavi gömlek ve pantolon giymiş genç bir hemşire hanım geliyor.
—“Çabuk, çabuk çabuk!” diyor bana.
            —“Nasıl çabuk?.. Ne yapacağım?” diye soruyorum şaşkın bir tavırla.
—“Uzanın,” diyor. “Göğsünüzü sıyırın!” 
—“Takılar?..” diye soruyorum. Cevap vermiyor. Boynumdaki kolyeyi çıkartıp elime alarak yatağa uzanıyorum. Hemşire hanım tekerlekli alete konsantre olmuş durumda. Alete bağlı çengelleri bacaklarıma ve kollarıma geçiriyor. Birkaç metal topu da göğsüme tuttururken.
            —“Eteğiniz de çok seksiymiş,” diyor.
—“Öyledir,” diyorum. Seksi filan değil; anvelop bir etek işte. Nesi seksi olacak? O arada hemşire hanım işini bitiriyor.
—“Konuşmayın ve hareket etmeyin!” diye buyurduktan sonra aleti çalıştırıyor. Sonra kendi kendine konuşmaya başlıyor. Ne dediğini anlayamıyorum.
—“Efendim?” diyorum.
            —“Şşşt, siz konuşmayın,” diyor. Sonra alete bakarak,
            —“Nesinde yanlışlık varmış üçle beşin?” diye soruyor. “Değil işte yanlış!” Bunu dedikten sonra göğsümdeki toplardan iki tanesinin yerini azıcık değiştiriyor.
            —“Hah işte! Oldu!” Makine çalışıyor. O arada bana bir açıklama yapıyor:
            —“Ben yoğun bakımın hemşiresiyim. Buranın hemşiresi meşguldü. Çağrılınca, ‘Ben yaparım,’ dedim. Onun da canına minnet…” Sonra susuyor. Ben de susuyorum.
O işine devam ederken içeriye bir başka doktor giriyor. Bana gülümsüyor. Ben de ona gülümsüyorum. Yüzünü hatırladım. Adını da… Bekir Bey… Yıllar önce yine Haydarpaşa GATA’da, ama amirallerle generallere ve ailelerine ayrılmış olan V.I.P. merkezinde annemle ilgilenmişti galiba. Belki de benimle… O beni hatırlamıyor tabii.
—“Kimin hastası? Eko yapılacak mı?” diye soruyor hemşireye. Hemşire
—“Bilmem!” diyor. Garip bir sessizlik oluyor. Bunun üzerine ben,
            —“E. Bey yolladı beni buraya,” diyorum. Doktor hemşireye birşeyler söyleyip çıkıyor. Duymuyorum. Zaten ilgilenmiyorum. Aklım iyice karıştı.
—“Kalkın !” diyor hemşire.
—“Bitti mi?” diye soruyorum.
—“Bitti!” diyor. Ben doğrulurken o aletten bir kağıt çıkartıp elime tutuşturuyor. Bakıyorum; eski elektro kayıtlarına benzeyen bir kayıt var üstünde.
—“Bu ne?” diyorum.
—“Doktora vereceksiniz bunu,” diyor ve çekip gidiyor. O arada ben üstüme başıma bir çekidüzen veriyorum. Kolyem yatakta kalmış; alıp yine boynuma geçiriyorum. Sonra elimde malum kağıt, eko odasından dışarı çıkıyorum. Ben çıkar çıkmaz iki kadın giriyor odaya. Artlarından da Doktor Bekir Bey…
Bense Doktor E. Bey’in odasına doğru yürüyorum. Kapıyı tıklatıyorum. İçerden hiç ses gelmiyor. İnanamıyor ve bir daha tıklatıyorum. Yine ses yok… Bunun üzerine kolu zorluyorum. Nafile! Kapı kilitli… Şaşkın, kalakalıyorum olduğum yerde. Peki, şimdi ne yapacağım? Bekleyeceğim herhalde. Bekliyorum. Olabilir. Bir hastaya çağrılmıştır belki. Tuvalete gitmiştir. Sağıma soluma bakınıyorum. Tuvalet, E. Bey’in odasının tam karşısında. Kadın-erkek ayrı… İkisi de boş… Kadın tuvaletine girip yüzüme su çarpıyorum. Şapkamı çıkarttığım için saçlarım biraz dağınık… Suyla şekil vermeye uğraşıyorum. Pek olmuyor. Umursamıyorum.  
Biraz daha bekliyorum. Sonra koridoru arşınlamaya başlıyorum. Koridorla birlikte sağa dönüp eko odasının önünden geçince bir başka kapı… O kapının ardında daha geniş ve daha uzun bir koridor… Koğuşlar, özel odalar bu koridorda… Sağ tarafta iki adam… Duvara dayanmış, kendi aralarında fısıl fısıl konuşuyorlar. Geri dönüyorum. E. Bey’in kapısını bir daha yokluyorum. Yine kilitli… Ne yapsam diye düşünürken, küçük koridorun asansör karşısındaki kapısından içeriye biri giriyor. O mu acaba? Benziyor ama… Neyse ki o beni tanıyor.
            —“A,” diyor, “Ben sizi tamamen unutmuştum.” Unutmuş beni! Unutmuş! Aman ne hoş! Bir de söylüyor üstelik! Yani, iyi ki Erkan’ın ablasıyım; öyle olmasa ne olacak kimbilir halim? Bir gayret gülümsüyorum. Elimdeki kağıdı ona veriyorum. Pek ilgilenmiyor.
            —“Gelin diyor, “Eko yapacağım.”
            Eko odasına doğru yürürken,
            —“İçerde hasta var,” diyorum.
            —“Kimmiş?” diyor. O arada Eko odasının önüne geldiğimizden yarı aralık kapıyı açıp içeriye bakıyor. Bekir Bey’i görünce geri çekiliyor. Bana dönüp,
            —“Oda boşalıncaya kadar bekleyeceğiz. Siz içerde istirahat edin!” diyor. Sesimi çıkartmıyorum. Bu arayı konuşarak değerlendirmeyeceğiz demek ki! Peki! Öyle gerekiyor herhalde. Sakince,
            —“Nerede istirahat edeyim?” diye soruyorum şaşkın şaşkın. Ne küçük koridorda ne büyük koridorda istirahat edebileceğim tek bir yer yok! Ne bir iskemle ne de bir bank! Önüme düşüp beni o büyük koridora çıkartıyor. Tam karşıda yan yana iki oda var. Birinin kapısındaki levhada, ‘Asistan Odası’ gibisinden bir şey yazıyor. O odayı işaret ederek,
            —“Burada oturabilirsiniz,” diyor ve gidiyor. O giderken arkasından zayıf bir sesle,
            —“Yine unutmazsınız beni, değil mi?” diyorum.
            Ağzının içinde birşeyler mırıldanıyor. Belki unutmayacağını söylüyor, belki de bambaşka birşey. Anlamıyorum.
Asistanların odası boş… Girişte büyükçe bir masa ve çevresinde rahat koltuklar; bir küçük buzdolabı, iç kısımda da dolaplar bulunuyor. Koltuklardan girişe yakın bir tanesine ilişiyorum. Zaman geçmek bilmiyor. Bir süre sonra ayaklanıyorum. Yan odada iki doktor hararetli hararetli birşeyler konuşuyorlar. Birini Doktor E. Bey’e benzetiyorum ama, emin olamıyorum. Adamın yüzünü bir kere kapı aralığından gördüm, bir de demin, asansörün karşısındaki kapıdan küçük koridora girdiğinde… İkisinde de alıcı gözüyle bakmadım.
            Geniş koridoru arşınlamaya başlıyorum. Koğuşlarda hastalar… Sessizce yatıyorlar. Ortalıkta hiç hemşire yok. Bir yerlerde bir hemşire odası da olmalı… Oradadırlar belki… Peki, Bekir Bey’in işi bittiğinde, bundan nasıl haberimiz olacak? Birkaç kere gidip geliyorum. Kendimi bir tür korku filminde gibi hissetmeye başladım. Daha doğrusu sanal bir gerçekliğe geçmiş gibiyim. Ortamı yadırgıyorum. Sessizliği ve hareketsizliği yadırgıyorum. E. Bey’in tavrını yadırgıyorum. Niye benimle konuşmuyor? Neden onun odasında beklemiyoruz da böyle ortalıkta dolanıyoruz? Bir daha ortadan kaybolursa, yine beni unutursa nasıl bulacağım ben bu adamı?  Bu olanlar normal mi? Olanlar normalse, ben mi anormalim?
Asistan odasının tam karşısındaki tabloyu inceliyorum. Doktorların, hemşirelerin, sekreterlerin, görevlilerin resimleri ile isimleri, titrleri, rütbeleri, vb… Bir kere daha öbür uca doğru ilerlerken uzaktan denizi görüyorum. Mavi pijamalı bir genç adam, muhtemelen bir asker, otomatik sürgülü kapıyı koluyla engellemek suretiyle açık tutmaya çalışıyor. Oraya doğru gidiyorum. Kadıköy, vapurlar, martılar… Bir parça gerçeklik… Yeniden dünyaya döndüm. Kapının dışında merdiven sahanlığı var. Ötesinde de deniz… Mavi pijamalıların sayısı üçe çıkıyor.
—“Geçmiş olsun,” diyorum. “Buradan deniz görünüyormuş; ne güzel!”
İlgisizce,
—“Burası güzel,” diyor bir tanesi. Çocukları rahatsız etmemek için geri dönüyorum. Biraz da E. Bey’i kaçırırım veya, eko odası boşalır da yeniden dolar gibi korkularla… Bu korkuya kapılınca gidip eko odasının kapısında beklemeye karar veriyorum. Eko odası hareketsiz… Başımı uzatıp içeri bakıyorum. Doktor gitmiş; ama hanımlar hala oradalar ve biri yatağa uzanmış durumda… Demek işleri bitmemiş.
 —“Geçmiş olsun,” diyerek geri çekiliyorum. Masadaki yaşlıca hanım bana gülümsüyor. Koridorda bir hareketlenme var. Bakıyorum; asansörün karşısındaki kapıdan içeri üç tane adam giriyor; içlerinden birinin bir bacağı ampüte: koltuk değnekleriyle yürüyor...  Buna rağmen üç adamın da yüzünde sevinçli ifadeler var. Bekir Bey, E Bey’inkine bitişik olan odasından fırlıyor ve gerçek bir sevinçle üç adamı karşılıyor. Sarılıp öpüşüyorlar. Kendi kendime, “Eyvah!” diye düşünüyorum, “Şimdi de bunlar mı girdi sıraya?” Arkamı dönüp tekrar büyük koridora doğru yollanırken, göz ucuyla, Bekir Bey’in odasının tam karşısındaki boşluğa iki genç kadının yerleşmekte olduklarını görüyorum. Boşlukla koridoru ayıran setin üstündeki pirinç levhada “Sekreterler” yazıyor.
Büyük koridor bıraktığım gibi… Yalnızca sağ tarafta duvara dayalı duran adamlar artık yoklar. Koridorun denize yakın kısmından beyaz önlüklü bir hemşire beliriyor. Saçını düzelterek gelip küçük koridora giriyor. Tam o sırada diğer taraftaki kapıdan yaşlıca bir adamla başı örtülü bir kadın çıkageliyor. Hiç konuşmadan koridoru arşınlıyorlar. Bir şey arar gibi bir halleri var. Onların ardından iki hademe geliyor. Onlar da küçük koridora giriyorlar. Sanki bir şey için keşif yapar gibiler. Keşiflerini yaptıktan sonra geldikleri yoldan çıkıp gidiyorlar.
            Ben tekrar küçük koridora giriyorum. Bekir Bey, üç adamla vedalaşıyor. Benim önümden geçip eko odasına giriyor. Kapıyı kapamak için dönüyor. Gözgöze geliyoruz. Gülümsüyorum. O gülümsemiyor.
            —“Ben değil!..” diyor bana ve kapıyı örtüyor.
            “”Ben değil!..” Ne demek istedi şimdi bu adam? O değil, biliyorum. O ne değil? Benim doktorum değil… E. Bey değil… Peki, şimdi durup dururken bunu söylemek gereğini niye duydu ki şimdi bu adam? Eyvah, taciz ettim galiba adamcağızı! Canım sıkılıyor. Canım çok sıkılıyor. İnsanları taciz etmekten nefret ederim. Bu hastane çok tuhaf… Bu hastanedeki insanlar da çok tuhaf… Herşey tuhaf… Küçük koridordan büyüğe geçiyorum. Kapının sağ tarafında sırtımı duvara yaslayarak bekliyorum.
Yaşlıca adamla kadın, aradıklarını bulamamış olarak geri dönüyor ve küçük koridora giriyorlar. Bekir Bey’in odasıyla eko odası arasındaki köşe odaya gidip kapıyı yokluyorlar. Kapı kilitli… Geri dönüyorlar. Küçük koridorla büyük koridoru birleştiren kapının sol yanında da onlar dikiliyorlar. Sessizce… Ne yapacaklarını bilmez bir halleri var.
O sırada az önceki keşfi yapmış olan iki hademe, bu kez beyaz metal bir sedye üstünde taşıdıkları biçimsiz metal bir dolapla birlikte büyük koridora giriyorlar. Sedyeyi ite kaka küçük koridorun kapısına kadar getiriyorlar. Bana ve yaşlıca çifte geri çekilmemizi söyledikten sonra bir manevra yaparak küçük koridora giriyorlar. Ağır ağır köşe odaya yaklaşıyorlar. Bir tanesi anahtarla odanın kapısını açıyor.
Yaşlıca karı-koca, az önce yokladıkları oda kapısının anahtarla açıldığını görünce, içinin boş olduğunu kavrıyorlar.
—“Gidelim,” diyor adam ve devam ediyor:
—“Ben Pazartesi günü gelirim artık.”
—“Sabah erkenden gelmen gerek ama,” diyor kadın.
—“Sekiz buçukta burada olurum,” diyor adam. Sessizce ayrılıyorlar. Burası böyle bir yer anlaşılan: kimse kimseye bir açıklama yapmıyor, insanlar birileriyle görüşebilmek için saatlerce, belki günlerce beklemek zorunda kalıyorlar! Korkulu, endişeli, umutsuz bekleyişler… Zor! Kalbim sıkışıyor. “Ben de bu insanlar gibi mi olacağım? E. Bey’le görüşebilmek için günler boyu gidip gidip gelecek miyim? Ne yapacağım?” Bir panik duygusu yükseliyor içimden. 
Hademeler sedyeden indirdikleri dolabı köşe odaya sokmaya uğraşırlarken Doktor E. Bey de ayaklanıyor ve bana hiç bakmaksızın önümden geçerek kendi odasına doğru yollanıyor. O geçer geçmez, Bekir Bey eko odasından çıkıyor. Önünde koskoca sedye ile dolap…
—“Bu ne?” diye soruyor. Hademelerden biri,
—“Dolap, hocam…” diyor çaresizce.
—“Böyle çirkin şeyleri getirmeyin buraya,” diyor Bekir Bey ve o da yürüyüp odasına gidiyor. Hemen arkasından eko odasındaki hanımlar da çıkıyorlar. Oda boşaldı. Telaşlanıyorum. Hademeler, Bekir Bey’le hanımlara yol vermek için ittiklerinden, beyaz sedye küçük koridorun kapısını tıkamış durumda… Sedyeyi çeke çeke büyük koridora çıkartıp kenara alıyorum. Küçük koridora dalıp Doktor E. Bey’in odasına koşturuyorum. Nefes nefese,
—“Oda boşaldı diyorum.”
—“Geliyorum,” diyor. Ben önde o arkada nihayet eko odasına vasıl oluyoruz. Odaya girer girmez,
—“Uzanın,” diye buyuruyor. Uzanıyorum. Uzanmadan önce elimde tuttuğum kağıdı kendisine veriyorum. Şöyle bir bakıyor. Sonra çıkartıp birkaç gün önce yapılmış olan kan tahlillerinin sonuçlarını ve daha önceki sonuçlarımı içeren dosyayı da eline tutuşturuyorum. Son olarak da tansiyon izleme çizelgem ile bir gece önce hazırladığım not kartonlarını… Üç tane küçük karton: Belirtiler, ailedeki kalp hastaları ve durumları ve son olarak da kullandığım ilaçlar. Bunları hazırladım; zira doktorla konuşurken telaşlanıp ya birine ya ötekine değinmeyi genellikle unutuyorum. Ben yatağa uzanırken o koltuğa oturuyor. Galiba elektro kağıdının arkasına bir takım notlar alıyor. Ardından ayağa kalkıp yanıma geliyor.
—“Yan yatın,” diyor. Yan yatıyorum.
—“Böyle mi?” diye soruyorum. Cevap vermeye zahmet etmiyor. Eh, demek ki doğru yatmışım.
—“Üstünüzü sıyırın,” diyor. Sıyırıyorum.
—“Yok, olmadı. Şeyi de sıyırmanız lazım,” diyor. Şey, sütyen olsa gerek. Olduğum yerde doğruluyorum. Sütyenin arkasındaki kopçaları açıyorum.
—“Sıyırsanız yeterdi,” diyor. “Kopçalarını açmazsam eğer, bu sütyen sıyrılmaz, çünkü alttan desteği var,” demiyorum tabii. Kopçaları açtıktan sonra sütyeni yukarı çekip yine yan yatıyorum. Tekerlekli alet yine başucumda… Ama bu defa, doktorun elinde ince uzun ve ucu tostoparlak ve galiba hastanelere özgü o sevimsiz jelatinle sıvalı bir tür ölçüm cihazı var. Cihazı kalbimin çevresinde dolaştırıyor. Aletten sonucu izliyor. Bana açıklama yapmıyor. Bir süre sonra aleti bırakıp ayağa kalkıyor. Tekrar koltuğa otururken bana da,
—“Giyinebilirsiniz,” diyor.
Giyineceğim ama, göğsümün çevresi jelatin oldu. İğreniyorum. İğrendiğimi anlıyor. Tam o sırada ben yatağa serili kağıt örtüyü fark ediyorum. Bir parçasını yırtarak temizlenmeye çalışıyorum. O da hemen hemen aynı anda,
—“Kağıt örtüyü kullanabilirsiniz,” diyor.  Kullanıyorum. Ben yataktan kalkarken o da dosyayı filan toparlayıp odadan çıkıyor. Çıkarken de dönüp bana,
—“Odama gelin de konuşalım,” diyor. İçimden oh çekiyorum. Nihayet! Demek konuşacağız.
Odaya girdiğimde kendisi masasının başında tahlil sonuçlarına bakıyor. İki koltuktan kapıya bakana oturuyorum. Konuşmadan bekliyorum. Sessizlik uzadıkça uzuyor. Ben gerildikçe geriliyorum. E. Bey, dosyaya bakarken elektro kağıdının arkasına notlar alıyor habire. Bunu yaparken birkaç kere başını kaldırıp soru soruyor bana. Birinde ailede kalp hastası olup olmadığını soruyor. Bir de kullandığım ilaçları soruyor.
—“Notlarda yazıyor,” diyorum, ama yine de kırık dökük bir sözlü ifade de veriyorum. Yazmaya devam ediyor. Susup bekliyorum. Son olarak boyumu ve kilomu soruyor. Boyumu biliyorum, kilomu bilmiyorum. Herhalde üç yıldan fazladır, tartılmadım.
 —“Seksen,” diye sallıyorum.
Sessizlik!.. Sessizlik yoğun bir sıvı gibi gelip üstüme iniyor.  Ilık bir sıvıyla dolu bir kavanozun içindeyim sanki. Dibe doğru çöküyorum. Boğuluyorum. Çırpınarak kendimi bu duygudan kurtarmaya çalışıyorum. Sık sık nefes almaya başlıyorum. Bir ara,
—“Hasta olmaktan nefret ederim,” diyorum. “Naz yapacak kimse yoksa hasta olmanın da bir yararı yok.” Ne vesileyle, hiç hatırlamıyorum. Cevap vermiyor. Upuzun bir başka suskunluğun ardından,
—“Neyim var benim?” diye soruyorum.
—“Anlatacağım,” diyor.
Anlatacakmış! Ne anlatacak? Neyim var? Ölmek üzere miyim neyim? Ne oluyor? İçimdeki fırtınayı dışa yansıtmamak için bütün gücümü harcamam gerekiyor. Sonra sakin sakin,
—“Önemli bir şey değil ama, değil mi?” diye soruyorum.
—“Önemli bir şey yok!” diyor.
            O arada aklıma geliyor. Dudaklarımı işaret ediyorum.
            —“Bunu görün diye bugün ruj sürmedim,” diyorum, “Dudaklarımda mor bir çizgi oluyor zaman zaman.”
            Şöyle bir bakıyor.
—“Bunun bizimle ilgisi yok,” diyor. “O, akciğerlerinizle ilgili bir sorun…” Bunu bilmiyordum.
            —“Kalp hastalarında görüyorum bunu genellikle de…” diye kekeliyorum. Ardından,
            —“Bir de bacağımdaki şişlikler var,” diyorum.
            —“Nasıl şişlik?” diye soruyor.
            Bacağımı öne doğru uzatıyorum. Aksilik bu ya, bugün o kadar da belirgin değiller. Sağ bacağımın alt kısmında ceviz iriliğinde birkaç tane şişlik var. Zaman zaman belirginleşiyor, ağrı da yapıyorlar. Evdeki küçük masaj aletini tutuyorum üstlerine. Ağrıyı hafifletmeye çalışıyorum. Ne olduklarına dair en ufak bir fikrim yok.
            —“Bunlar da bizimle ilgili değil,” diyor. Neyle ilgili acaba? Sormuyorum. Sorsam, söyler miydi?
            Son olarak kolumdaki çay tabağı iriliğindeki morluğu gösteriyorum.
            —“Nasıl oldu bu?” diye soruyor.
            —“Tahlil için kan alırlarken…” diye cevap veriyorum.
            —“Yeni bir şey mi? İlk defa mı oluyor?” diye soruyor bu defa.
            —“Hayır!” diyorum “Uzun zamandır böyle…”
            —“Bir hematologa gösterdiniz mi?”
            —“Göstermedim.”
            —“Çok aspirin içiyor musunuz?”
            —“Coraspin içiyorum.”
            —“Coraspin’den sonra mı başladı bu?”
            —“Hayır, önceden de vardı. Sonra biraz daha vahim bir hal aldı.”
            Demiyorum ki, “Anneme trombositopeni teşhisi konmuştu. Kanı pıhtılaşmak bilmezdi. Ama anneme bakılırsa, ne bende ne kardeşimde bu hastalığın belirtileri yokmuş! Kontrol ettirmişler. Öte yandan, anneme konmuş olan teşhis de kesin değildi zaten. Çünkü kanı bazen pıhtılaşmazdı evet, ama bazen de pıhtılaşırdı. Aslında annemin hastalığına asla kesin bir teşhis konamamıştı ki.” Bunları demiyorum. desem ne olacak?   
Yine sessizlik… Yine boğulma hissi… Sanki yokum ben. Çok az insan, çok az yerde böyle hissettirmeyi başarmıştır bana kendimi. E. Bey bu konuda anında zirve yapmış durumda!.. Kendisi bu konunun da uzmanı herhalde… İnanılmaz bir şey bu. Hala benimle hiç ilgilenmiyor. Not almayı bitirince hesap yapmaya başlıyor. Elinde bir hesap makinesi, harıl harıl bir şeyleri hesaplıyor. Eh, pek ala!.. Ben de rujumu sürerim o zaman. Çantamdan makyaj çantamı, onun içinden de pudriyerimi ve rujumu çıkartıp pudriyerin aynasına bakarak sürüyorum rujumu. O iş de bitiyor. E. Bey elindeki makineden başını kaldırmadı bile. Yine dayanamıyor ve
—“Ne yapıyorsunuz?” diye soruyorum.
—“Riskinizi hesaplıyorum,” diyor.
—“Risk mi? Ne riski? Felç olma riski mi? Kalp krizi geçirme riski mi?”
—“Yok!” diyor. E, yok da ne peki? Israr etmiyorum. Belli ki konuşmayı sevmiyor.
Hesabı bitirince,
—“Riskiniz yüzde onaltı… Biz buna orta derece risk diyoruz,” diyor. Ne riski bu anlamadım ki!      
—“Size ilaç yazacağım,” diyor.
—“Öyle mi? Ne ilacı?” diyorum.
—“Trigliseritinizi düşürmek için… Bir de tansiyon ilacı…”
—“Tamam!”
—“Coraspin de almalısınız.”
—“Alıyorum zaten.”
—“Her gün yarım saat yürüyüş yapacaksınız.” Gülüyorum.
—“O, biraz zor…”
—“Sigarayı da bırakmalısınız. Kilo vermelisiniz. Bol meyve ve sebze yeyeceksiniz.”
—“Sigara… Evet, bırakmam lazım… Kilo veriyorum. Meyve ve sebze dışında bir şey yediğim yok pek. Kan grubu rejimi uyguluyorum iki yıla yakın bir zamandır.”
            Boş boş bakıyor yüzüme. Beni duymuyor sanki.
—“Bunları yapın, ilaçları alın, bir buçuk ay sonra görüşelim,”
—“Bir buçuk ay sonra…”
—“Evet!”
—“Olur, tabii…”
İlaçları defterime yazıyor. Ayağa kalkıyorum. Teşekkür ederek defteri alıyorum.
—“Bununla gidip eczaneden ilaçlarımı alabilir miyim?” diye soruyorum.
—“Hayır,” diyor, “Önce poliklinikte tasdik ettirmelisiniz sayfayı.”
—“Poliklinik nerede?”
—“Aşağıda…”
—“Tamam, sorar yerini öğrenirim,” diyorum. Ayrılırken teşekkür ediyorum. Yüzünde bir anlık bir tereddüt oluşuyor.
            —“Aslında sizinle daha yakın bir zamanda görüşsek iyi olacak. Ama ben tatile çıkıyorum. Ayın onikisine kadar yokum. O tarihte bir gelseniz…”
            —“Gelemem. Ben de Eylül’ün başında yazlık eve gideceğim. Ekim başından önce dönmeyeceğim.”
            —“ O zaman bir buçuk ay sonra…”
            —“Evet!” diyorum ve teşekkür ederek ayrılıyorum. Kapı, asansör boşluğu, asansör, zemin katı… Asansörden çıktığımda sağıma soluma bakınıyorum. Poliklinik neresi acaba? İlerde bir pencere ve pencerenin ardında bir kişi, önünde de birkaç kişi var. Danışmaya benziyor, ama üstüne koca koca  harflerle ‘DANIŞMA DEĞİLDİR’ yazılı bir karton asılı bir kenarında. Demek ki herkes o pencerenin ardındaki her kimse ona danışmaya sorulması gereken bir takım sorular soruyor ve demek ki bunda rahatsız edici bir yan var ve demek ki buralarda bir yerde bir danışma da var diye fikir yürütüyorum. Kapıya doğru gitmem lazım. Danışma varsa, kapının yakınlarında olmalı… Çok doğru; kapının karşısında bir danışma var ama danışmada hiç kimse yok. E, şimdi ne yapacağım? Birilerine sormam lazım. Beyaz önlüklü bir hemşireye soruyorum, sorarken tersleneceğimden korkarak. Terslenmiyorum. Yalnızca hangi bölümün polikliniğini sorduğumu anlamak istiyor hemşire hanım. Kardiyoloji deyince önüm sıra yürüyor ve beni polikliniğe ulaştırıyor. Sonra defterimi istiyor,
            —“Protokol numarası mı alacaksınız?” diyerek.
            —“Evet!”
            Köşedeki tezgahın ardında bir hemşire ile bir hastabakıcı, defterleri işliyorlar. Benimki de işleniyor. Teşekkür ederek oradan da ayrılıyorum.
            Geldiğim yoldan nizamiyeye doğru ilerlerken düşünüyorum. Hastane kalabalık. Ağır hastalar, hafif hastalar, şu ya da bu nedenle hasta numarası yapanlar, numara yapmadan hasta olmadıkları halde kendilerini hasta zannedenler, hasta olup olmadıklarını anlamaya çalışanlar… Ben bu sonuncu gruptayım. Hasta mıyım, değil miyim, anlamaya çalışıyorum. Galiba değilim. Bazı belirtiler var tabii… Ama bu belirtiler yaşım dolayısıyla ortaya çıkmış belirtiler herhalde. Yaş demek, yaşamışlık demek… Yaşamışlık demek, yıpranmak demek. Organların ağır ağır iflası demek… Ayrıca yaşamışlık demek, bilerek yanlışlar yapmak demek. Bir de doğru yapmaya çalışırken yanlış yapmak demek. Ayrıca doğru ne ki? Ya da yanlış?..
            Doktorların işi zor diye düşünüyorum. Yukarıdaki kategorilerin hepsini birden görmek ve önce kimin ağır hasta, kimin hafif hasta, kimin sahte hasta, kimin hastalık hastası olduğunu anlamak zorunda. Ayrıca hasta olup olmadığını anlamaya çalışanları da dinlemek ve bir karara varmak zorunda. Bunların birbirlerine oranı nedir acaba diye soruyorum kendime. Bir doktorun bir günde ya da daha doğru belli bir zaman diliminde, mesela bir yılda gördüğü hastalardan kaçı ağır hastadır ya da kaçı hastalık hastası? Böyle bir istatistik tutulmuş mudur diye merak ediyorum.
            Sonra kendime dönüyorum. Anlaşılan o ki ben hasta değilim. Henüz değilim. Yine anlaşılan o ki belli bir hastalanma riski taşıyorum. Ama kim taşımıyor? Yüzde onaltı bu riskse eğer, bence harika! Önümüzdeki on yıl içinde hastalanma olasılığım yüzde onaltı ile sınırlıysa daha ne isterim? Zira bu yalnızca bir olasılık! Öyle ya: yüzde onaltı hastalanma riskim varsa eğer, yüzde seksen dört de hastalanmama olasılığım var. Bundan iyisi can sağlığı! Bütün risklere rağmen hiç hastalanmayabilirim. Risk ne olursa olsun hastalanabilirim de. Ne olacağını bilmiyorum. Kimse bilmiyor. İşin aslı o ki, hasta olmadığıma göre, bu konuyla ilgilenmek istemiyorum. Trafikte ölme riskim var diye trafiğe çıkmaktan vazgeçiyor muyum? Yo!.. O zaman kalp hastası olma riskim var diye yaşamaktan da vazgeçemem herhalde. Hastalanmamak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Bundan sonra da yapacağım. Ama abartmaya gerek yok!
            Bu düşüncelerle Kuzguncuk’a varıyorum. Haluk her zamanki gibi keyifle karşılıyor beni. Biraz hoş beşten sonra,
            —“Haydi ilaçlarımı ver!” diyerek defterimi önüne bırakıyorum. Deftere bir göz atıyor ve
            —“Bu trigliserit ilacını veremem ki!” diyor.
            —“Niye?”
            —“Tahlil sonucu lazım.”
            —“Tamam! O da var!” Çıkartıp tahlil sonucunu kendisine takdim ediyorum.
            —“Bu olmaz!” diyor.
            —“O niye?”
            —“Reçeteyi yazan doktorun, tahlil sonucunu da onaylaması gerekiyor.”
            Eyvah! Ne olacak şimdi? İş mi yani bu? Ben bunu nereden bilebilirdim? Bunu bilmek doktorun işi değil mi? O niye bilmiyordu acaba? Yoksa protokol mü değişti yine? Değişmiştir! İllallah bu değişip duran protokollerden, illallah! Bu sıcakta ben o hastaneye tekrar nasıl gideceğim? Gitsem, malum doktoru nasıl bulacağım, bulsam bu işi yapmaya nasıl ikna edeceğim? İlacın fiyatını soruyorum Haluk’a. Söylüyor. İlaç fiyatı, gidiş-geliş taksiye vereceğim parayla hemen hemen denk… Üstelik sıkıntısı, derdi de daha az… Haluk önce kalfasına, sağlık ocağı başhekiminin bu sonucu onayladıktan sonra yeniden reçete yazıp yazmayacağını soruyor. Kalfanın yanıtı olumsuz. Başhekim, “Bu işin sorumluluğu var; hasta kendi uğraşsın,” demiş bir gün önceki benzeri bir olayda.
            —“E, tamam! O ilacı ben paramla alırım, sen ötekini ver!” diyorum.
            Öteki, tansiyon ilacı… Haluk tahlil sonuçlarını ve tansiyon çizelgesini incelemekle meşgul… Biraz sonra kafasını kaldırıyor ve ötekini de vermese daha iyi olacağını söylüyor.  Bu ilaçların bu belirtiler için fazla olduğu kanısında... Kanısını beyan ettikten sonra benden bir kere daha düşünmemi istiyor. Önce şaşırıyorum. Sonra memnun oluyorum. Kararımı hemencecik veriyorum: ilaçları almayacağım. Hiçbirini!.. Bu kararı verdikten sonra eczanede iki saate yakın kalıyorum. Sohbet müthiş… Zaten Haluk’un eczanesinde sohbut her zaman müthiştir. O arada kalfadan rica ediyorum; tansiyonumu ölçüyor. On üçe sekiz… Güzel! Endişe edecek hiçbir şey yok! Hasta filan değilim ben! Nokta!
           
                       
                      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder