Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

7 Ekim 2011 Cuma

ACIBADEM

Hayatta en sevdiğim kurabiye o: acıbadem kurabiyesi... Birbirinin üstüne kapanmış iki yuvarlak ve gevrek kabuk... En iyisini de, elbette, hiç tartışmasız, Ali Muhittin Hacı Bekir yapar. Ve ben, yılda en az birkaç kere kendime o kurabiyeden alma ve yeme izni veririm. Son zamanlarda, biliyorum, neredeyse İstanbul'un bütün fırınlarında, bütün marketlerinde görünür oldular; ama onlar sahici değil... Fındıktan yapılıyorlar. Arada büyük bir lezzet farkı oluyor ve ben upuzun bir geçmişi olan bir değer daha böylece yok ediliyor diye üzülüyorum. Başka şeylere de üzüldüğüm gibi... Mesela baklavanın içine ceviz yerine antep fıstığı doldurulmasına, mesela favanın üstüne de, sanki humusmuş gibi kırmızı biber serpilmesine, mesela güzelim midye dolmaya karabiber yerine yine kırmızı biber basılmasına, mesela zeytinyağlı diğer dolmalara, biber, yaprak,  patlıcan, vesaire, çam fıstığı yerine yine antep fıstığı konmasına, mesela palamutun lüfer gibi pişirilmesine filan üzüldüğüm gibi... 
          Acıbadem tabii semtin adı... Acıbadem ağaçları mı vardı acaba o semtte? Belki... Belki hala vardır. Badem ağacı baharda pembe çiçekler açar. Görüntüsü çok güzeldir. Gerçi meyve ağaçlarının tamamının bahar çiçeklenmesi çok güzeldir. Japonlar boşuna beklemiyorlar her yıl kiraz çiçeklerinin açtığı o günü... Artık eskisi gibi değilim ve uzak ülkelere ve uçakla seyahat etmeyi  filan  çok da istemiyorum ama, kiraz çiçeklerinin açtığı bir gün Japonya'da olmayı isterdim doğrusu. 
          Ve Acıbadem elbette hastanenin de adı... Şu yaşadığım kanser sürecinde beş hastane ile ilişkim oldu: GATA, Siyami Ersek, Acıbadem, Bodrum Devlet ve Medical Park... Bu ilişkilerin en tatsızını ne yazık ki Acıbadem ile yaşadım. Hele son aşaması o kadar tatsız, o kadar tatsızdı ki, aradan bir ayı aşkın bir süre geçtiği halde yaşadıklarımı hazmedebilmem hala mümkün değil gibi görünüyor. 
      2010 yılının o 19 Nisan, Pazartesi günü Erkan, elindeki röntgen filmine bakarak, "Ablacığım, ya kanser bu, ya tüberküloz," dediğinde hemen ertesi günü bavulumu elime alıp gidip yattığım hastane GATA idi elbette... Çamlıca Göğüs Hastalıkları hastanesi...  Yalnız mıydım? Değildim, gazeteci arkadaşım ve yan komşum Taner Atilla yanımdaydı. Ünay da gelmiş olabilir. Ya da Ünay benimle orada buluşmuş olabilir. Pınar herhalde henüz yola çıkmamıştı. Bir gün sonra gelecekti. Bodrum'dan... Esasında Erkan'ın bana söylediği ile Pınar'a söylediği arasında fark varmış galiba. Beni duruma alıştırmak için tüberkülozdan da bahsetmiş. Pınar'a ise net olarak kanser olduğumu söylemiş. 
         Benim anladığım, kanserler birbirinden çok farklı... Kimisi daha ölümcül kimisi değil... Benimki belli ki pek ölümcül... Ayrıca , yine benim anladığım akciğer kanserlerinin en kötü olanları ameliyatla alınamayanları... Erkan'ın esas telaşı da, galiba,  benimkinin de onlardan olması ihtimali...
          O sabah ve onu izleyen birkaç gün boyunce GATA'da olanları pek hatırlamıyorum. Galiba ilk iş gidip "torun "Harun"u gördüm ve o da hastaneye yatış işlemlerimi başlattı. İşlemler birkaç saat sürmüş olabilir. Servis kapısı önünde, elimde bavulumla uzun süre beklediğimi biliyorum. Taner de yanımdaydı.      
          Neyse işte, sonunda bana serviste bir oda hazırlandı. Güzel, kocaman, iki yataklı bir oda... Buzdolabı var ve banyosu da içinde... O odaya gittik. Ben yerleştim. Taner ve belki Ünay, sağolsunlar,  eksiğimi gediğimi tamamladılar zannedersem... Su, tuvalet kağıdı filan...  O arada hemşireler gelip ölçüm almaya başladılar... Eh, herşey yolunda... Anladığım o ki, hemen ertesi sabah teşhis süreci başlayacak. Öyle kolay bir süreç değil o... Adım adım izlenmesi gereken protokollar var; yani en azından GATA gibi bürokratik bir yapılanma içinde... Nitekim, ertesi sabah ilk iş bronoskopi denen bir işlem uygulanacak üstümde. Nefes borumdan içeri ince bir tüp sokup ciğerlerime bakacak ve hatta tümörlerden minik minik parçalar koparmaya çalışacaklar ki, neyin ne olduğunu anlayabilsinler. Kadrosu hala burada olduğu halde Erkan artık burada fiilen görevli olmadığı için sözkonusu işlemi servisin başındaki başka bir arkadaşı uygulayacak ama, söz verdi; o da gelip elimi tutacak. Şahane!.. Şanslı kadınım vesselam. 
          Erkan başta hastanede bir-iki hafta filan kalacağımı söylemişti ama birkaç gün sonra 23 Nisan Bayramı başlayınca izinli olarak eve çıkmamı sağladı ve sonra da bir daha GATA'ya dönmeme izin vermedi. İçi ışıklı kardeşim Pınar da artık gelmişti. Teşhis sürecini evden yürütür olduk. 
         Anlaşılan, insanın kanser olduğunu öğrenmesi bir tür travmaya yol açıyor. Bu, yalnızca bana özgü birşey değil... Yine anlaşılan, bütün dünyada kanser olan bütün insanlar, bu travmayı, travma sonrası sendromuyla birlikte yaşıyorlar. Bu travma sonrası sendromu denen durumun da, belli ki, gayet belirgin beş aşaması var: öfke, inkar, pazarlık, depresyon ve kabullenme... En azından Amerikalılar böyle olduğunu söylüyorlar. 
         O ara kendi içimi yoklayıp duruyorum. Kanser olduğuma kızıyor filan değilim. Ama belki de inkarlardayım. Galiba öyleyim. Depressif olduğum kesin... Ama ben zaten yıllardır depresyon hastasıyım. Teşhis süreci de belimi büküyor. Bunların dışında neyi nasıl yaptığımı pek de bilmiyorum. 
          Kardeşimi gözlemliyorum. Herhalde o da kendi travmasını ve travma sonrası sendromunu yaşıyor. İçindeki ışığın gün be gün solduğuna tanık oluyorum. Nitekim böyle onbeş gün geçirdikten sonra bana diyor ki, "Ben Bodrum'a dönüyorum. Bu çok uzun bir süreç... İşin içine bütün olarak girmeden önce kendimi toparlamak zorundayım." Haklı herhalde ama, o arada ben ne olacağım? Solmaz'ın babasına da kanser taşhisi kondu, ameliyat oldu, radyoterapi görüyor; ondan ekstra yardım almam sözkonusu değil... Ama arkadaşlarım var... Kurmuş olduğum düzenler var... Birşeyler yaparım herhalde...
        Böylece Pınar içindeki ışığı tekrar yakmak için Bodrum'a dönüyor. Ben de evimde yalnız kalıyorum. İşin aslı o ki, yalnızlık her zaman değilse de çoğu zaman iyi bile geliyor.
            Bu arada buna benzer bir süreci epeyce sonra yine İstanbul'da  bu defa birkaç gün için Ceren'le de yaşıyoruz. Sonra o da gidiyor. O zaten daha geldiğinde bile içinde ışık yanmıyordu maalesef... Bunun sorumlusu da ne oydu ne de ben... Ama farketmeyecekti. Neyse ki sonradan bütün bunlar düzelecek ve ben biricik kardeşimle biricik yeğenimin içindeki o pırıl pırıl ışıkları yeniden görecek ve hem onlar  adına hem kendi adıma çok sevinecektim.
        Neyse işte, teşhis süreci, başta Erkan, Güher'in ve hatta Deniz'in, Ünay'ın, Hayriye'nin, Nurhan'ın, Taner'in, Kamil'in, Yaşar'ın, Muzaffer'in, Neslihan'ın, Hüseyin'in yardımları, destekleriyle tamamlandı. Ultrason, bilgisayarlı tomografi, tomografili ince iğne biyopsisi (en korkunçlarından biri buydu; uzman güya sırtımdan girecekti; onun yerine sağ mememin ucundan girdi; evet, önce uyuşturdu ama et uyuşuyor da oradaki kaburga kemikleri katiyen uyuşmuyor. Öyle bir feryat koparmışım ki, kapı önünde beklemekte olanlarden Deniz odaya  dalıp uzmana saldırmaya karar vermiş ve zor engel olmuşlar), sonra efendim pet ct, ardından beyin MR'ı... Sonunda Erkan dedi ki, "Ablacığım ameliyat olma ihtimaliniz var." "Nerede, GATA'da mı?" "Yok, Siyami Ersek'te..." "Niye GATA değil?" "Çünkü Siyami Ersek'te Göğüs Cerrahisi'nin başında Dr. Ilgaz Doğusoy var ve bu işi yaparsa ancak o yapar."
          30 Mayıs'ta, elimde yine bir bavul Siyami Ersek'e gittim. Güher'le buluştuk. Az sonra Pınar da geldi. Bodrum'dan... Ilgaz'la görüştük. Yapılmış bütün araştırma sonuçlarını eline tutuşturdum. Kısa bir incelemeden sonra, "Ben bu ameliyatı yaparım," diye kesin hükmünü bildirdi. "Şimdi sen bugün git, yarın gel... Boş oda yok. Yarın boşalacak." 
          Bu süreci daha önce anlatmıştım. Ameliyat ertesi taburcu olduktan sonra Ilgaz diyor ki, "Şimdi sana kemoterapi yapılacak ve onu da ben ayarlayacağım. Ya Kartal'da olacaksın ya Acıbadem'de..." Eh, canıma minnet!... Sonunda Ilgaz ile Erkan'cığım işbirliği yapıyorlar ve Ilgaz'ın baskısı, Erkan'ın yılmaz  gayretleriyle Acıbadem'de kemoterapi sırasına giriyorum. Kolay bir iş değil bu,; zira Acıbadem'de en erken kemoterapi randevusu dört-beş ay sonraya verilmekte... 
         Sıraya girdikten zonra Ünay'cığım Pınar'la beni Güvercinlik'e getiriyor. Birkaç gün hep birlikte burada kalıyoruz. Köhne'de denize giriyoruz. İyi bir yüzücüyüm ben ama, o ilk gün, tek akciğerimle ne yapabileceğimi kestiremediğimden suyun içinde resmen korkudan ağlıyorum; üçüncü gün ise suya yine dalarak giriyorum ama belli ki yüzmek, uzun uzun yüzmek artık ancak uzak bir hayal... 
          Sonra Pınar'ı bırakıp Ünay'la ben İstanbul'a dönüyoruz  ve Acıbadem kemoterapi kürleri başlıyor. Onkologum gencecik bir doktor hanım: Yeşim Yıldırım. Benim için dört kür planlamış bulunuyor. İki ayrı ilaç kullanıyor: Cisplatin ve Navelbine.  Bunlar esas kemoterapi ilaçları... Bunların yanısıra aldığım başka ilaçlar da var; bulantı önleyiciler filan gibi... Bir hafta  bir doz alıyorum, ertesi hafta bir doz daha; sonra iki hafta istirahat ediyorum ve süreç tekrarlanıyor.  Süreç tekrarlanmadan önce de mutlaka kan değerlerim ölçülüyor. Kan değerleri bu süreçte düşüyor. O iki haftalık arada onları tekrar yükseltmem gerekiyor ki o da ancak beslenmeyle mümkün olabiliyor. İşte o noktada işin içine yine dostlar giriyorlar... Ülker'le Ünay, Güzide ile Yaşar, Tülin ile Kamil,  Filiz ile Atilla, Nurhan, Güher, Muzaffer, zaman zaman yan komşum Selma, üst komşum Füsun kötü beslenmeme asla izin vermiyorlar. Ve ben de kan değerlerim konusunda mucizeler yaratıyorum. Terapi üçüncü küre kadar aksaksız yürüyor. Üçüncü kürde azıcık tökezliyorum. Yeşim Hanım, bir hafta kadar bekleme kararı alıyor. O bir hafta yetiyor ve dördüncü  kürü de tamamlıyorum ve bitiyor.  Taramalar yapıyor. Temizim. Temizim ama depressifim. Bu, Yeşim Hanım'ı şaşırtıyor. Beni de şaşırtıyor. Şimdi kendi kendime, belki de bu işin orada bitmediğini sezmiştim diye düşünüyorum. Öyle olmalı... İçimde kanseri yendiğime dair bir sevinç yok... Niye yok, bilmiyorum ama yok işte... Üç ay sonrası için sözleşip Yeşim Hanım'dan ayrılıyorum. Döngüye girdim. Artık üç aylık kontrollarla yaşayacağım.  Önce üç aylık, sonra, altı aylık, sonra yıllık filan... Beş yıl boyunca... Söylenen bu.
          O üç ayın sonuna gelmeden Acıbadem hastanesinden bir telefon geliyor. Genç bir ses, "Efendim, Dr Yeşim Yıldırım hastanemizden ayrıldı. Yerine artık Dr. Mehmet Teomete bakıyor. Onunla devam etmeyi ister misiniz?" diye soruyor. Biraz şaşkın, "Evet, tabii, olur," diye yanıtlıyorum. Başka bir şansım mı var ki?
         Mehmet Bey'le tanıştığım gün yanımda Pınar da var. Hoş bir adam Mehmet Bey. Esprili, belli ki insancıl, bire bir ilişki kuran cinsten... "Vintage" diye tabir edilen bir model araba koleksiyonu var ki ofisinin çeşitli yerlerinde sergiliyor.  Pınar da hoşlanıyor kendisinden, ben de... Biraz hoşbeşin ardından hemen bir tomografi çektirmemi istiyor. Çektiriyorum. Sonuç kötü... Sol akciğerimin  yakınında bir ve sağ böbreğimin yakınlarındaki iki lenf nodülünde metastaz var. Mehmet Bey tomografi sonuçlarını görünce bir de pet ct çektirmemi talep ediyor. Pet ct bu kadar sık çektirilemiyor ama, beklenmedik olumsuz bir gelişme sözkonusu olduğundan anlaşılan buna hakkım var... Pet ct de tomografi sonucunu destekleyince, bana yeniden kemoterapi yolları görünüyor.  Bu defaki ilaçlar kısmen farklı... Cisplatin yine var ama Navelbine yerine Vinorelbin kullanılıyor. Ayrıca bu defa kürler yirmibir gün arayla... Üç kürden sonra yine yirmi bir gün beklenecek ve tomografi çekilecek. İyileşme varsa, sürece devam; yoksa ne olacak, en azından ben bilmiyorum.
          Bu defa işler geçen seferki gibi gelişmiyor. Aşırı ölçüde hırpalanıyorum. Tansiyonum akıl almayacak kadar düşüyor. Ne yapacağımı bilemez haldeyim. Yirmibir günlük süre çok uzun geliyor. Mehmet Bey'e ulaşamıyorum. Ben de oturup blog yazıyorum. Yazdıklarımı Mehmet Bey'e de yolluyorum. Okuduğunu ve etkilendiğini söylüyor ki, ailesinda ünlü bir yazar varmış. Hatta sonunda cep telefonunun numarasını bile veriyor.
         Ama ben iyi değilim. İyi olmadığım çok belli. Bir gün Yaşar ile Güzide ziyaretime geliyorlar. Yaşar'la kavga ediyoruz. O kemoterapiye derhal ara verilmesini ve tümör boyutlarının izlenmesi gerektiğini söylüyor. Ben Mehmet Bey'den bunu talep edemeyeceğimi... Böyle şeyler refakatçilerin işi... Benim yanımda her zaman refakatçi oluyor olmasına ama hep farklı insanlar. Sürecin bütününü kimse görmüyor.
         Zaman geçiyor, malum tomografi çekiliyor. Yaşar haklıymış; tümörler küçülmemiş, aksine büyümüşler. Mehmet Bey kemoterapiyi orada noktalıyor ve Tarceva deen akıllı moleküllerden söz etmeye başlıyor. O gün yanımda Leyla var. Leyla, Mehmet Bey'in Tarceva planını dinliyor, Roche firmasını arayıp bir kutu ilacı parasız talep etmesini izliyor ve çok etkileniyor. Şimdi artık ilacın elimize ulaşmasını bekleyeceğiz. Çıkarken Mehmet Bey'e "Ben mi sizi arayacağım?" diye soruyorum. "Hayır, ben sizi arayacağım," diyor.  O beni arayacak. Birkaç gün içinde... Leyla bu sözün tanığı... Ama Mehmet Bey beni aramıyor. Hem de haftalarca... 
          Tarceva konusu daha önce yazmıştım. GATA onkologu Bülent Bey'in isabetle tespit ettiği gibi benim o ilacı kullanmam mümkün değil... Iyi de yapacak başka hiçbir şey yok mu? Yoksa dahi, Mehmet Bey'in bunu bir zahmet bana açıklaması gerekmez mi? Beni beyin metastazı konusunde uyarmış olması gerekmez mi?
         Arada olanlar oluyor ve biz Bodrum Devlet Hastanesi'nden yola üç doktorla iletişim halinde çıkıyoruz. Erkan, Nihat ve Mehmet Bey... Acıbadem Kozyatağı'nın acil servisinden giriş yapacğız, beni bir odaya yerleştirecekler ve seçenekleri gözden geçireceğiz.
     Ondokuz saat sonra bu dediğim oluyor. Mehmet Bey gerçekten uyarısını yapmış. Kayıt kabulde, görgü, nezaket  ve empati yoksulu genç bir kadın, beni, bilmem kaçıncı katta bir koğuşa yerleştireceklerini söylüyor. Pınar buna şaşırınca da, "Ay, aslında sevinmeniz lazım. Çünkü bodrum kat dolu, "diyor. Pınar, "Ne bodrumu, ne katı?" diye soruyor. Genç kadın, büyük bir kalp ferahlığıyla, "Ay, biz Sosyal Güvenlik Kurumu hastalarını bodrum katta, penceresiz bir koğuşta yatırırız," deyiveriyor. Pınar bugün hala o genç kadını neden katlayıp bir köşeye tıkmadığını soruyor kendine. Bu arada hemen bir beyin MR'ı çekiyorlar. Sonuçları da elimize tutuşturuyorlar. Evet, beynimde tümör var; ödemiyle birlikte beş santim çapında birşey... Felcin nedeni o... Ve kayma başlamış.
          Bilmem kaçıncı kattaki koğuş az sonra arkadaşlarımla doluyor. Bu arada Mehmet Bey de geliyor. "A, doktorcuğum gelmiş," diye sevinerek iki elimle Mehmet Bey'in elini tutmaya çalışıyorum. Mehmet Bey, yüzünde soğuk bir ifadeyle buna izin vermiyor ve çıt, oracıkta kalbim kırılıyor. Çıt sesini ben açık seçik duyuyorum; o ise duymuyor. 
         Mehmet Bey gittikten az sonra hayatımıza kara gözlüklü K. Bey duhul ediyor. Genç bir adam... Beyin cerrahıymış besbelli... Uzun uzun birşeyler anlatıyor. O anlatırken ben, tümörlü beynimle bir gerçeklik kayması yaşıyorum. Elli yıllarda bir Hollwood filmindeyiz sanki. Kara gözlüklü K. Bey de bir araba satıcısı... Sesi, sesinin tonu, konuşurken seçtiği kelimeler... 
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              Ben özel sağlık sigortamı Koray'dan boşandıktan kısa bir süre sonra iptal ettirmiş bulunuyorum. O zaman bu zaman babamın Emekli Sandığı sigortasından yararlanmaktayım. Babam, malum, tümgeneraldi. Devlete tam kırksekiz yıllık bir hizmeti sözkonusu...  Daha on yaşındayken vermişler babamı galiba Erzincan'daki veya Erzurum'daki askeri ortaokula... Kırksekiz devleet hizmeti yıl öyle oluyor. Üstelik babacığım, bu sigortanın bedelini de o kırksekiz yıl boyunca ödemiş durumda... Dile kolay: tam kırk sekiz yıl... İşin esasına bakılırsa, babam, bugün özel sigorta yaptıran pek çok kişiden kıyaslanamayacak ölçüde yüksek miktarda prim ödemiş bulunuyor. Kendisini tam elli sekiz yaşında kaybettik. Yani, bir anlamda ödediği primlerin çok küçük bir yüzdesini dahi geri alabilmiş değildi. Pınar'la ben öyle doktor doktor, hastane hastane dolaşan insanlardan hiç olmadık. Annem oldum olası hastaydı, ama o dahi Emekli Sandığı'na büyük harcamalar yaptırmadı. Kaldı ki onun kendi sigortası da vardı ve izin verildiği sürece kullanmakla iftihar ederdi. Sonra onu da bir seçim yapmaya zorladılar ve tabii babamınkini seçmek zorunhda kaldı. 
          Öyle zannediyorum ki, küçük ailemizin en büyük sağlık harcamaları, işte bu benim kanserim yüzünden gerçekleşti. Böyle bir şansım olduğu için babama minnet duyuyorum. Duymamamak mümkün mü? Bu, ömrü boyunca parayla pulla hiç ilgisi olmamış; çoğu benzerlerinden çok farklı olarak şahsi çıkarını hiçbir zaman devlet çıkarlarının önüne koymamış ve çok erken ölmüş bir adamın  boynu bükük kalmış eşiyle iki kızına bıraktığı en önemli miras... 
      Emekli Sandığı şimdi artık sağlık cüzdanı vermiyor. Elimde kalmış olan son defterin girişinde: "General/Amiral ailesi, 1. sınıf hizmet" yazıyor. Evet, bence de doğrusu bu... Yaptığı hizmetin tam karşılığını hiç almamış ve almayı da hiç beklememiş bir adamın ailesi, gerektiği zaman 1. sınıf sağlık hizmeti almalı...
          Annem almıştı. Annem tabii o hizmeti GATA'da almıştı. 2004 yılında rahmetli olduğunda henüz özel hastaneler emeklilere sağlık hizmeti veriyor değildiler. Ben de aldım. Ben de önce GATA ve Siyami Ersek, sonra Bodrum gibi devlet hastanelerinde aldım. Arada da, Ilgaz ve Erkan sağolsunlar, Acıbadem'de... Almasına aldım ama, son dakikada çok sevimsiz işler oldu. Aşırı sevimsiz... Neyseki mucizeler dönemindeydim, galiba hala öyleyim ve o sevimsizlikleri de aştık, ama diyorum ya, bu konuyu hazmetmem ya çok zaman alacak ya da hiç mümkün olmayacak. 
          Kara gözlüklü K Bey az sonra çekip gidiyor. Dediği mealen şu; "Size bir beyin ameliyat yapılması gerekiyor. Bunu ben de yapabilirim ama biz, N. hocamızın yapmasını daha uygun buluyoruz. Dolayısıyla siz artık Mehmet Bey'in değil ve fakat N. Bey'in hastasısınız. N. Bey yeni bir MR ve tahliller istedi. Önve bunları yapacağız, sonra da sizi ameliyata alacağız."
         "Allah Allah!.."
         Bu arada adama diyorum ki, "Doktor bey, yirmi saattir yoldayım ve sırtım ağrıyor. Bana bir ağrı hapı verilmesini sağlar mısınız?" Adam da bana diyor ki, "Biz böyle durumlarda en kötü ihtimali göz önüne alırız. Demek ki bir de sırt MR'ırızın çekilmesi lazım!" Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum. Oysa gayet fütursuz çekip gidiyor.
          Kara gözlüklü K. Bey odadan çıktıktan sonra hayretler içinde birbirimize bakıyoruz. Belli ki birşeyler, bir tür dümen dönüyor da ne? 
         Biraz sonra Ceren, "Ben gideyim de ne olduğunu anlamaya çalışayım," diyor. Ceren genç, yorgun, endişeli... Sinirlerine hakim olabilecek mi? Ardındın Güher, "Ben de gideyim, " diyor. Biraz sonra ikisi de dönüp geliyorlar. Evet birşeyler dönüyor tabii... Ben o ana kadar Mehmet Bey'in hastasıyım. Mehmet Bey, kendisinden önceki Yeşim Hanım gibi bir Sosyal Güvenlik Kurumu doktoru... Dolayısıyla o ana  kadar bana yapılan harcamaların tamamını Emekli Sandığı karşılamış durumda... Ne var ki N. Bey bir SGK doktoru değil... Yani onun hastası olduğumda her türlü ödemeyi ben cebimden karşılamak durumundayım. Mesela neyi? Beyin ameliyatımı... Ederi? Kara gözlüklü K. Bey, Ceren'e kapıyı kırk bin liradan açıp yirmi bin liraya iniyor. Ben orada ölüyorum; kara gözlüklü K. Bey çaresiz yakınlarımla pazarlık etmekte...  Ha, tabii N. Bey yeni MR ister. Çünkü o da para... Yeni tahlil ister. Çünkü o da para... Belli ki kara gözlüklü K. Bey'in gözünde dolar işaretleri yanıp sönüyor. 
          O arada ben Erkan'ı arıyorum. "Durum böyleyken böyle, ne dersin bu parayı vermeli miyim?" diye soruyorum. Nasıl vereceksem! "Yok ablacığım, bu daha yolun başı... Biz bunlarla başa çıkamayız," diyor Erkan. "Peki ne yapayım?" "Öncelikle oradan çıkın," diyor Erkan, "Mümkünse hemen..." Bu arada Ceren geliyor, "Teyze bunlar seni N. Bey'in hastası yapmışlar bile," Ekranda artık öyle görünüyorsun."
         İşte o noktada çıldırıyorum. Mehmet Bey'i çağırtıyorum. Her nasılsa geliyor. "Siz böyle birşeyi benim onayım olmadan nasıl yaparsınız?" diye bağırıyorum, "Kim verdi size o yetkiyi?" "Siz, akciğer kanseri en çok beyine metastaz yaparken benim beynimi nasıl izlemezsiniz?" diye de bağırıyorum galiba... Mehmet Bey bembeyaz bir yüzle uzaklaşıp gidiyor. Tam o ara Nihat arıyor. Önce, "Siz derhal Medical Park'a geçin, ben de az sonra orada olacağım," diyor. Sonra para meseleleriyle ilgili ayrıntıları öğrenip "Ameliyatı ben yapacağım. Kendim ve ekibim için hiçbir para talep etmeyeceğim; ameliyatın beş-altı bin liralık bir masrafı olur, onu ödersiniz, olur biter," diyor.
          Acıbadem'den bir an önce çıkmak istiyorum. Hastaneden kendi isteğimle ayrıldığıma dair bir kağıt imzalayacakmışım. Hiçbir  şey imzalamaya niyetim yok... İmzalamıyorum da... Hazırlanıyoruz, sarı naylon perdeli sevimsiz koğuşu ardımızda bırakıp aşağıya iniyoruz. Atilla bizi bekliyor. Medical Park'a girip kaydımızı yaptırıyoruz. Güzel bir odam oluyor yine ve az sonra Nihat'cığım geliyor.   
                   
        
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            
       
         

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder