Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

5 Ekim 2011 Çarşamba

DÜN GECE YİNE ATEŞİM ÇIKTI

Birkaç gündür hissediyorum; ateşim var. Buralarda da hava dönüyor artık. Biraz üşüyorum. Hatta birazdan fazla üşüyorum... Kanser olduğum için midir nedir, eskisinden daha da fazla üşüyorum.  Öyle olurmuş; kanserliler daha çok üşürmüş. Buralılarsa pek benim gibi değiller; onlar açık havayı seviyorlar; camı-kapıyı mümkün olduğunca açık tutuyorlar ve çok sıkı giyinmekten hiç hoşlanmıyorlar. Özellikle kadınlar... Peri, Pınar, Ceren... Hepsi öyle... Bense cidden üşüyorum. Üstüm başım da pek kalın değil... İstanbullu kıyafetler işte... Hafif giyinirsin; üşürsen kombiyi biraz açar ve evi ısıtırsın, değil mi?  Eh, orada öyleydi; burada pek böyle olmuyor.  
         Üstüne üstlük, dün çok yoruldum. Milas'a gittik... Pınar, Hakan ve ben... Gözlük camlarımı yenilemem gerekiyordu. Süreç içinde, ne kadar özen göstermiş olursam olayım, çok yıprandılar. Gözlüklerim gözlerim gibi benim... Onlar olmadı mı, kör gibiyim... Körlüğe dayanmak çok zor... 
         Milas'ta İZAN diye bir özel hastane var; çok güzel bir yer... İsmi ve çağrışımı da güzel...  İsmiyle müsemma denirdi galiba eskiden... Aynen öyle... Bizimkiler çoğu sağlık sorunlarını orada hallediyorlar. Şimdi kervana ben de katılmış oldum. İyi de oldu. Ne var ki, gitmesi-gelmesi, inmesi-çıkması, heyecanı... Yoruldum işte. Önce kayıt, sonra göz doktoru, ölçümler filan, sonra gözlükçü, sonra Pınar'ı Tansaş'a bırakıp Hakan'la küçük bir şehir turu... Ne kadar güzelmiş meğer Milas... Ne kadar güzel evleri varmış... Hakan'la karar verdik, fotoğraf makinalarımızı hep yanımızda taşıyacağız ve fırsat buldukça veya fırsat yaratıp bütün o güzellikleri belgeleyeceğiz.
     Pınar'ı Tansaş'ın önünden aldıktan sonra bir de fotoğrafçıya gittik. Sonra acıktığımızı farkedip bir de yemek yedik. Bütün bunlar iyiydi ve hoştu ama benim arabadan defalarca inmemi ve tekrar binmemi gerektirdi. Sonunda Güvercinlik yoluna koyulduk. İşimiz hala bitmemişti. Pınar arabasının hem içini hem dışını yıkatmak istiyordu, bu bir; benimse arabaya benzin koydurmam ve sonra da KEPRA denin ilaçtan edinmem gerekiyordu, bu da iki ve üç.. Yani önce bir benzinci, sonra bir eczane... En sonunda da ev... Akşam programı: Ufuk da gelecek ve hep birlikte Madagaskar adlı çizgi filmi seyredeceğiz. Onların hepsi seyretmiş; bir ben bilmiyorum. Komik ötesi birşeye benziyor. Ben aylardır TV seyretmiyorum. Bu ilk olacak.
         Pınar'da yön duygusu, kerteriz alma yeteneği, filan nasıl desem, biraz sınırlıdır. Milas'tan çıktık, Bodrum'a doğru gidiyoruz. Arabasının hem içini hem dışını yıkattığı bir benzinci var ama hangisi olduğunu tam olarak kestiremiyor. Arabayı Hakan'cığım kullanıyor. Pınar'ın arzusuyla hepsinin önünde yavaşlıyor ve aradığımız yer orası mıdır, deeğil midir; anlamaya çalışıyoruz. Şimdi, metropol insanlarına bu durum çok manasız gibi görünebilir. Bize öyle görünmüyor; biz acayip eğleniyoruz. Pınar'ın azıcık emin olduğu birşey var; o da aradığımız benzincinin Bargilya sapağına yakın olduğu... İşte böyle, dere tepe düz gittik ve sonunda Pınar, "İşte burası!" dedi. Bir Lukeoil... Sonradan anladık ki, aslında orası değilmiş. Ama olsun. İyi ki orada durmuşuz. Çünkü orada Coşkun adlı genç bir adam vardı ve herhalde hem arabaları hem hayatı seviyor ve kendi kendisine saygı duyuyordu. Arabanın içini ve dışını öyle bir özenle, öyle bir beceriyle, öyle uzun uzun uğraşarak temizledi ki, hepimizin ağzı açık kaldı. Hepimiz çok mutlu olduk.
         Coşkun arabayı yıkarken biz benzinliğin küçük ve boş kafesinde bekledik. Pınar ile Hakan bana iki koltukla bir düzenek hazırladılar ve ben uzanarak bekledim. Şal yokmuş; üstüme bir polar ceket örttüler. Rüzgar esiyordu. Galiba orada da üşüdüm. Dinlenmesine dinlendim ama, evet, epeyce de üşüdüm. Herhalde bundan böyle biz, arabada polarlar, şallar filan bulundurmak zorundayız. Hatta bunu bir an önce gerçekleştirmeliyiz. Öğreniyoruz işte, ne yapalım. Yavaş yavaş öğreniyoruz. Öğreneceğiz. Ben mesela eşofman giymeye başlayacağım herhalde. Hayatımda ilk defa... Ceren söz verdi; Cumartesi günü bana birkaç tane eşofman alacak ve ben de bundan sonra onlarla dolanacağım ortalıkta... Çok komik... Komik olsun; yine de yapacağım.
          Neyse efendim, benzinciden sonra yolumuza revan olduk. Benzinimizi Shell'den aldık. İlacımızı Güvercinlik'teki eczaneden aldık. Hemen oracıkta bir tane içtim. Çünkü ilacın bitişini atlamışım; iki gündür içmiyorum. Oysa, malum beyin ameliyatından beri epilepsi krizi geçirme ihtimalim var. O ilaç o ihtimali azaltıyor. Geçen  hafta da kortizon ilaçlarım bitmişti.  Onları tekrar almam gerekmiyormuş, ama Kepra öyle değil... Sabah Nihat'ın ekibinden Dr. Atilla Kırçelli ile konuştum; Kepra'ya devam... 250 mg... Sabah-akşam birer tane... Tamam! Bu işi daha önce de becerebilirdik ama, Kepra'nın bu miligramı yeni çıkmış; eczanelerde pek bulunmuyor. O yüzden Milas'a giderken ısmarladık; getirtmişler; dönüşte de aldık. 
         Dönüşte gökyüzünde bir ilginç renk oyununa da tanık olduk. Gökyüzünde sanki bir yıldız kapısı vardı. Üç-dört renkli bir yıldız kapısı... Uçuk sarı, uçuk eflatun, uçuk pembe ve beyaz gibi birşey... Bir tür küçük gökkuşağı... Tarifi kolay değil... Belki Hakan  resmini çekebilmiştir.  Dolayısıyla yolculuğumuzun sonu da masalsı bir havayla geldi.
         Sonunda evimize vasıl olduk. Pınar ile Hakan beni hemen Peri'nin katına çıkardılar. Peri ile Erdener evde yoktular. Ben odama girdim ve hemencecik yatağıma uzandım. Yorgunluk dışında pek bir derdim yok gibiydi. O arada Yaşar'cığım aradı; işiyle ilgili güzel haberler verdi. Pek mutlu oldum.
        Birkaç saat sonraydı herhalde, Pınar, Ceren, Hakan ve Ufuk geldiler. Filmi DVD oynatıcısına yerleştirdiler. Pınar kabak pişirmiş; bana bir tabak verdiler. Yedim. Hafifti ve güzeldi. İyi geldi. Kendimi iyi hissediyordum zaten. O arada herkes bir koltuk bulup yerleşti ve filmi izlemeye koyulduk. Evin içinde köpekler, kediler... Hepsi birbirinden güzel... Film de gerçekten çok komik... Derken Peri ile Erdener geldiler. Peri'nin elinde bir paket... İçinde ne var? Tabii ki kokoreç... Günlerdir kokoreçe aş eriyorum. Peri, "Yer misin?" dedi. Oburluk ettim ve "Yerim," dedim. Bir bardak ayran ile o kokoreçi de yedim. Peri filmi izlemiyor; dizüstü bilgisayarını aldı, terasa çıktı, birşeyler yazıyor. Galiba Erdener de orada... İçeride ise Madagaskar filmi sürmekte...
    Birden fenalaştım. Biraz bekledim. Baktım geçmiyor; fenalaştığımı söyledim. "Bana birşeyler oluyor." Hayat o an durdu. Koşup derece ve tansiyon aleti getirdiler. Ateşim 37,8... Tansiyon düşük... Nabız 115 filan... Tansiyon, nabız önemli değil... Önemli olan, ateş... Geçen sefer, tümör kendisini ilk olarak ateşle beyan etmişti. Yine 37,8 idi... Kötü olan bu... Halbuki sabahtan, yani ateşim olduğunu farkettiğimden beri Geralgine alıp duruyorum.Yeni bir tümör mü gelişiyor kafatasımın içinde? Of! Of yani, of, of, of... Her ihtimale hazırım ben aslında da, bu çok hızlı bir gelişme... Oflamam ondan. Kızıyorum. Çok güzel bir gündü bu; sabahleyin , Peri'ciğim sayesinde eşek sütümü bile içmiştim; ılık ılık... Böyle sonlanmasını istemiyorum.
          O arada bakıyorum, Erkan aranmış tabii... O da dalgasını geçmiş: "Eh işte onkologlara o kadar yüklenirse olacağı budur!" Bir önceki girişte onkologlarla ve onkolojiyle ilgili birkaç olumsuz düşüncemi diye getirmiştim ya, Erkan'cığım dayanamayıp bir yorum yazmış ve fazlasıyla abarttığımı söylemişti. Hem de altını "Zoraki kardeş" diye imzalayarak...
          Erkan ateşimin izlenmesini tavsiye ediyor. Bir saat sonra tekrar ölçüm... Hala ateşliysem bir Geralgine daha ve mutlak istirahat... "Hemen aklınıza en kötüsünü getirmeyin! Viral enfeksiyondur." Her aileye bir Erkan şart aslında...
           Bir konuya bir açıklık getirmek zorunda hissediyorum kendimi. Bu kanser meselesi ilk ortaya çıktığında biraz tefekkür etmem gerekti. Önümde iki  ana yol var gibiydi: birincisi konvansiyonel tıb, ötekisi alternatif tıb... Bu, bir hayli keskin bir ayırım... Ben yetişme tarzı, kafa yapısı, vb.  itibariyle bilimsellikten yanayım. Ne var ki bir süredir şunun da farkındayım: bilim, bize öğretildiği kadar mutlak değil... Bilim, bizim zannettiğimiz kadar geniş alanları kapsamıyor ve asla kapsamayacak. Bilim, büyük ihtimalle, hiçbir zaman bütün soruların cevaplarını veremeyecek. Bilimin kapsayabildiği daracık alanın ötesinde inanılmayacak kadar geniş bir alan daha var... Ancak benim şahsen o alana hiçbir erişimim yok.  Ve şimdi bu haldeyken, birdenbire o alana yönelip fetihler yapmam filan da mümkün değil... Dolayısıyla ben bildiğim alanda kalmak ve bu yolda ilerlemek zorundayım. 
           Doğru ya da yanlış, verdiğim karar buydu ve bu karara da  sürecin neredeyse tamamında harfiyen uydum. 
       Onkologları ve onkolojiyi kısmen de olsa eleştirdiğim bir önceki girişe üç önemli tepki aldım. Birincisi, dediğim gibi Erkan'cığımdan geldi. Aynen şöyle diyor: 
        "Değerli ablacığım, onkologları bu kadar acımasız eleştirilerinize katılamayacağım. Belki sizin yaşadıklarınız çok hoş şeyler değil ama takdir edersiniz ki, onkoloji pozitif bir bilim dalıdır, kanıta dayalıdır, tedavilerinde "cure" olan pek cok kanser hastalığı ve kanserli olan olgular vardır. Sizin ugrasmakta oldugunuz akciğer kanserinde de -belki lösemi, testis ca, meme ca, lenfomalar vb. kadar değil- surveye ve yasam kalitesine katkıları vardır ve bu, yapılan bilimsel çalışmalarla ortaya konmuştur. Evet, kabul ediyorum ki bazı akciğer kanseri türleri ve hastalarında başarı gerçekten düşüktür. Yine de bloglarınızı izleyenler açısından yanlış bir yönlendirme olsun istemezsiniz diye düşünüyorum. Her ne kadar sizin yazdıklarınızda "rehber olma gibi bir takıntınız" olmasa da :-) ... Eşek sütü fikrine gelince, karşı değilim ve umarım size ve immun sisteminize iyi gelir. Solmaz'ın babasının durumu biraz özel bir durum ve umuyorum ki ondaki iyilik hali süreklilik arzeder. Hafıza kaybınızla ilgili takıntılarınız içinse hatırladıklarınızın sizi yeterince memnun ve meşgul ettiğini düşünüyorum. Arada hatırlanması çok da gerekmeyen bir kaç küçük ve dahi önemsiz detay konusunda bu kadar ısrarcı davranmayın ne olur :-)) Sürdürmekte olduğunuz masal tadındaki Güvercinlik günlerinizin daim olmasını diliyorum, saygılarımla..."
          Erkan (zoraki kardeş)
          Öteki tepki, gençliğinden bu yana her zaman alternatif arayışlar içinde olmuş olan sevgili FL dönem arkadaşım Mete Şenocak'tan geldi. O ise aynen şunu söylüyor: 
 "Sevgili Bahar,
Yazılarını büyük ilgi ile okuyorum. İlgi duymamak da mümkün mü? O kadar güzel yazıyorsun ki. Yazılarından, bir serüven ve arayış içinde olduğun çok belli oluyor. Önce, olaylar düzeyinde kalıp onları bir güzelce yoğurup anlatışın, ve bilhassa son yazında ise kanserin temelinde yatan sebeplere eğilişin, "bu neyin nesidir?" diye sorular sorman, beni hiç şaşırtmadı. Sende olan o araştırıcı ruh, zaten bunu eninde sonunda soracaktı.
          Amacım seni ve yazılarını analiz etmek değil. O konuda pek de iyi bir is yapabileceğimi sanmıyorum, sadece izlemlerimi açıkladım. Sana asıl yazma sebebim, "tıbbi onkolojiye" olan itimadının sarsılmış olması ve alternatif tedavi sekillerine açık olmuş olman. Seninle, az da olsa bildiğim bazı şeyleri paylaşmak için yazıyorum. Kanser olduğunu ilk duyduğum zaman da "acaba yazayım mı?" diye düşünmüştüm ama, herkes alternatif konusuna açık olmadığı ve çoğu zaman da aksi tepki gösterdikleri için bekledim. Eğer yanılmıyorsam, son yazılarında bu konuya açık olduğunu ibraz etmişsin.         
         Sana şimdiye kadar okuduğum iki-üç konuyu yazayım, eğer ilgin olursa sen araştırmana bunları da kat ve istersen ben de bulduğum bilgileri sana aktarayım. İstemezsen, sadece "hayır" de, ben de bir daha bu konuda yazmam.

1. Bundan bir müddet önce, kanser hücrelerinin bol oksijenli ortamda büyüyemediklerini okumustum. Bunu 1930larda Otto Warburg isimli bir doktorun bulduğunu ve bu buluşu ile Nobel ödülü  kazandığını okumuştum. Tabii bazıları hemen, peroxide ve ozon tedavisi denilen şeyleri çıkardılar ve büyük tartışmalara yol açtılar.

2. Gene bir müddet önce kanser hücrelerinin şekersiz ortamda büyüyemediklerini okumuştum. Yani tavsiye edilen şu: ya şekeri azaltın, ya da tamamen kesin. Bilmem, bu yapılabilir mi?

3. Ayrıca, "
The Cancer Prevention Diet, Revised and Updated Edition" diye bir kitap tavsiyesi almıştım Yazarı: Michio Kushi. Bir bak istersen.

Piyasada, alternatif tedavi şarlatanları da cok. Onları ayıklayıp içlerinde doğruyu söyleyeni bulabilmek ise oldukca zor, ama dikkatli ve sistematik bir yaklaşımla epeyce faydalı şeyler bulunabilir. Belki de hayat senin önüne böyle bir projeyi koyuyor olabilir mi?

Simdilik bu kadar Bahar'cığım. Eğer istersen bu konuda yazışmaya devam ederiz, ama istemezsen de OK derim. Karar senin. Hoşçakal arkadaşım.
Mete "

Bir önceki blog girişime aldığım üçüncü tepki ise yine FL dönem arkadaşlarımdan Melek'inki oldu. O yazmadı ama, telefon etti ve bana psikosomatik bir siğil hikayesi anlattı. Melek sanatçı bir yanı da olmakla birlikte esas olarak bilimselcidir, ODTÜ eğitim kadrosundandır ve anlattığı hikaye bence önemli... Gençliğinde elinde siğiller çıkmaya başlıyor, birbirinin peşisıra ve onlarca... Ve buna  uzun süre hiçbir çare bulunamıyor. Sonunda annesi Melek'i kapıp bu tür şeyleri iyileştirmesiyle ünlü bir kadına götürüyor. Sözkonusu kadın yanlarında bir de ciğer getirmelerini istemişmiş. Anne kız ciğeri de yanlarına alıp kadına gidiyorlar. Kadın birşeyler okuyor üflüyor ve ciğeri toprağa gömüyor. Melek, "E, şimdi ne olacak?" diye soruyor. Kadın, "Ciğer çürüdüğünde senin siğillerin de geçecek," diyor. Melek, "Kaç zamanda çürür bu?" diyor. Kadın, "bir haftada..." diye cevap veriyor. Ve, Melek'in elindeki siğiller gerçekten de bir hafta sonra geçiyor. 
         Ya, işte böyle... Hayat böyle birşey...
       Ayrıca şu da var: eğer onkologlar işlerini, Bargilya sapağının oradaki Lukeoil tesisinde, Pınar'ın minik ve ucuz arabasının hem içini hem de dışını  temizleyen Coşkun adlı o genç adam kadar şevkle, zevkle, istekle yapsaydılar, benim de onkologlara dahi söyleyecek olumsuz bir sözüm olmazdı herhalde.           















     
        
          
 
          

1 yorum:

  1. Sevgili Ablacım,
    alternatif tıp ile ilgili olarak benim de kişisel deneyimlerim oldu.Bir ara telefonlaştığımızda size anlatırım.
    Eklemek istediğim bir konu da "zoraki kardeş" imzası sizin bir yazınızdan esinlenilmiş bir ifadeydi yoksa benim görüşüm değil. Günlerinizin daha güzel ve "normal ateş" altında geçmesini diliyorum.

    erkan

    YanıtlaSil