Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

16 Temmuz 2011 Cumartesi

DÜN GECE YİNE UYKUM KAÇTI

12.07.2011, Salı
Zaten geç yatmıştım; buna rağmen uyuyamadım. Kanser teşhisi konmadan önce ara sıra oluyordu ama, o zaman bu zamandır pek olmamıştı. Birkaç gündür biraz gerginim; ondan herhalde.
          Gerginim; çünkü hayatımda bu ara, kanser olgusunun yanısıra birkaç küçük tatsızlık var ve bir de beklediğim öemlice haberler. Kimi sağlığımla ilgili, kimi de para meselesi... Kanser sürecinin metastazdan önceki ilk bölümünü "Kanserle Gelen Küçük Mucizeler" başlıklı yazımda anlatmıştım. Bir yanda kanser teşhisi ve onun şoku, ama öte yanda kanserle gelen irili ufaklı bir yığın mucize... Metastazdan sonra, sürüp gitmekte olan küçük mucizelere bir de çeşit çeşit aksilikler eklendi... Kimi nispeten önemli kimi önemsiz bir yığın aksilik... 
          Aslına bakılırsa bu, ötekine oranla daha gerçek bir hayat tablosu... Hayat hiçbir zaman  baştan aşağıya tozpembe ya da kapkara değil... Ortaya çıkan bütün tabloların içinde mucizeler de var, aksilikler de... Zaten, büyük ihtimal kendinden önce varolmuş herşeyi bir biçimde mas ederek zamanla akıl almayacak yoğunlaşmış tek bir noktanın büyük bir gümbürtüyle patlamasının ardından, tarifi zar zor yapılan bir uzay/zaman boyutunda yepyeni bir evrenin belirmiş olması akıl almaz bir mucize değil de ne ki? Dahası, bu sürecin, çeşit çeşit ve yığınla gök cismiyle dolu sözkonusu evrenin rasgele bir noktasında oluşmuş sıradan bir güneş sisteminin yine sıradan bir gezegeninin tarihinde bir nokta kadar bile yer işgal etmese de, bir yandan kendini o evrenin merkezi zannederken öte yandan da hem makro hem mikro düzeyde, gerek içinde yaşadığı evrene ve gerekse kendi özüne yönelik nesnel bir bilgi birikimi yapmayı ve bu arada da ortak bir bilinç geliştirmeyi ve sevgi diye bir duygu beslemeyi başaran bizlere, yani insanoğluna kadar ulaşması da ayrı bir mucize değil de ne ki?
          Ama tabii iş bununla kalmıyor. Evet, insanoğluyuz. Nesnel verileri toplamayı, bu verileri biraraya getirerek informasyona dönüştürmeyi, hatta bir adım ileri giderek sözkonusu veri ve informasyon tabanından nesnel bilgiler üretmeyi beceriyoruz ama, her nasılsa zihinlerimiz, nesnel bilgi ile öznel düşünce, yani şahsi kanaat arasındaki farkı tam olarak ayırtedemiyor olmalı ki, çoğu zaman, edindiğimiz herhangi bir kanaati, nesnel midir, öznel midir; doğru mudur yanlış mıdır hiç ölçmeden, hiç tartmadan 'mutlak doğru' diye kabul ediveriyoruz. Ve sonra, 'mutlak doğru' addettiğimiz farklı farklı kanaatlerimiz yüzünden işi, birbirimizi gırtlaklamaya kadar da götürüveriyoruz. Mucize bunun neresinde? Bu, olsa olsa kozmik bir şaka! Bilgi, bilinç, sevgi üçlemesiyle kendini ortaya koyan mucize, tam bu noktada, yerini kozmik bir şakaya bırakıyor. Sanki evrenin iki kutuplu özü, insan özelinde, bu bir yanıyla mucize, bir yanıyla kozmik şaka ikiliğiyle tekrar tekrar tezahür ediyor.
          Kanser ve Kemoterapi
 Epeydir yazmıyordum. Kemoterapinin ardından yaşadığım ve bazen sekiz-dokuz, bazen de on-oniki gün, hatta iki hafta süren ve bir mermi izi gibi yavaş yavaş yükselip bir zirve yaptıktan sonra yine yavaş yavaş alçalan zorlu dönemin sonuçlarından biri de galiba bu... Kemoterapi, sanki yalnızca bedenimi değil, beynimi de etkiliyor benim. Kemoterapiyi izleyen yaklaşık iki haftalık o dönemde yazamıyorum, okuyamıyorum, Yunanca çalışamıyorum, internette gezinemiyorum. Hatta bazen müzik de dinleyemiyor ve televizyon da seyredemiyorum. Çoğunlukla öylece yatıyorum. Bir külçe gibi... Her tedaviden sonra bir süre bedenim de, beynim de felce uğruyor, durgunlaşıyor sanki. O süre boyunca beynim kabuğunun içinde bir yerlere çekilip başına geleni sessizce izleme moduna giriyor. Fevkalade acaip bir durum...
          Bakıyorum, çoğu kişinin kanser hakkında da, kemoterapi hakkında da çeşitli fikirleri, yerleşik kanaatleri var... Hoş, bu ülkede herkesin hemen hemen herşey hakkında çeşitli fikirleri, yerleşik kanaatleri var ya! Uzmanı olsunlar ya da olmasınlar, uzman olmasalar dahi konuyla ilgili herhangi bir çalışma yapmış olsunlar ya da olmasınlar; en azından konuyla ilgili herhangi bir deneyim yaşamış olsunlar ya da olmasınlar, hemen hemen herkes, hemen hemen her konuda, hemen hemen herşeyi biliyor! 'Bir bilen'ler ülkesi burası... Asker milletmişiz ya; o yüzden herhalde! Malum, asker dediğin de öyledir; herşeyi bilir! Müstafi yüzbaşı bir arkadaşım var; Kuzguncuklu... Zaman zaman Çınaraltı'nda, Asude'de, Pita'da veya elektrikçi Kayhan'ın, Halil Kasap'ın kapı önüne kadar genişleyen açıkhava çayhanesinde oturur sohbet ederiz. Bu  sohbetlerden birinde demişti ki, "Subay dediğin herşeyden biraz anlayacak gibi eğitilir. Çünkü savaş sırasında karşısına ne çıkarsa hepsiyle baş etmek zorundadır. Biraz matematik öğrenir, biraz fizik, biraz kimya, hatta biyoloji; inşaattan da biraz anlar, mimariden de, makinadan da, elektronikten de, ileşitimden de, hukuktan da, işletmeden de, ekonomiden de... Akla gelen herşeyden anlar; ama az biraz... Daha fazlasını öğrenmeye vakti de yoktur, öğrenmesinin bir gereği de! Bir savaş esnasında, o kısıtlı bilgiler çok işe yarar elbet... Ne var ki barış zamanında, bu herşeyden biraz anlama olgusu ortalığı  karıştırır. Çünkü tamamı değilse bile çoğu, zannederler ki,  hayat her konuda kendi bildikleriyle sınırlıdır ve kendileri herşeyin en doğrusunu herkesten iyi bilirler. O yüzden hiçbir işi uzmanına bırakmaz ve her konuda fikir yürütmeyi, her konuya müdahale etmeyi kendilerinde hak görürler." Haklı galiba... Genel olarak... Mesela babam böyle değildi tabii... Babam çok okur, çok inceler, bildiğini tam olarak bilir, bilmediğini de hiç çekinmeden uzmanına sorardı. Ama şu da gerçek: herkesten çok farklıydı benim babacığım; kimselere benzemezdi ki.
          Diyeceğim, kanser ve kemoterapi konularını da herkes çok iyi biliyor gibi... Nitekim birçok kişi, beni ister tanısınlar ister tanımasınlar, bakıyorum, kanser olduğumu anlar anlamaz öğütlerini peşpeşe sıralayıveriyorlar. Moralimi bozmamam gerektiğini söylüyorlar mesela. Olumsuz düşünmememi öğütlüyorlar. Kendi kendimi kanseri yeneceğime inandırmam gerektiğini vurguluyorlar. Kimse kötü niyetli değil kuşkusuz; böyle yapanların tamamı yaptıklarını gerçekten iyi niyetlerle yapıyorlar. Keşke herşey zannettikleri kadar kolay olsa... Ne yazık ki değil...  
         Esasında benim anladığım, kanser olgusunu, bizzat yaşamadan, bütün boyutlarıyla algılamak pek de mümkün olamaz. Bütün boyutlarıyla... Galiba kimi hastalıklar tek boyutlu; ama kanser kesinlikle çok boyutlu... Bir yandan da kanser, diğer birçok hastalığı oranla, fazlasıyla kişiye özgü... Yani kanserle ilgili genellemeler yapmak pek mümkün değil aslında... Bir yığın farklı türü var... Küçük hücre tipi olanı var; küçük hücre tipi olmayanı var... Onların da kendi içinde çeşitleri var, mutasyonları var... Kimi ameliyat edilebiliyor kimi edilemiyor. Kimi kemoterapiyle veya radyoterapiyle geriletilebiliyor, kimi geriletilemiyor, kimine de bunlar asla uygulanamıyor Ayrıca kanserin saldırdığı ilk organ her kişide farklı... Tespit edildiği evre yine farklı... Gelişme süreci ha keza... Kanser olan insanların yaşları, cinsiyetleri, sağlık durumları, psikolojik durumları, hastalık karşısındaki tutumları, sosyal konumları, aldıkları aile ya da çevre desteği yine çok, çok, çok farklı...
          Sorumluluk Devri
2010 yılının 19 Nisan günü göğüs röntgenime göz gezdiren Erkan, "Ablacığım, bu ya tüberküloz ya kanser" dediğinde benim tepkim, kendimi kendi içimde bir yerlere saklayıp gelişmelerle ilgili bütün kararları ona bırakmak olmuş. Böyle yapmışım ve kemoterapi süreci başlayana kadar da böyle yaptığımı anlamamışım. Bir buçuk ay kadar süren teşhis sürecinde ve onu izleyen ameliyat ve ameliyat ertesi rehabilitasyon sürecinde kararları veren, tercihleri yapan, sağolsun, hep Erkan olmuş. Ben sadece onun kararları doğrultusunda davranıp ve dediği herşeyi mümkün olduğunca sızlanmadan yapıp kendimi en kısa zamanda iyileştirebilmek için bir mücadele vermişim.
          O süreçte sık sık, "Bana hasta muamelesi edemeyecekler; kimsenin beni 'hasta' olarak tanımlamasına izin vermeyeceğim," diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu konuyu çok önemsemiş olduğumu da biliyorum. "Ben 'hasta' diye tanımlanmak istemiyorum. Her zaman neysem yine o olarak kalacağım. Kendim olarak... Bir 'hasta' değil ve fakat bir 'insan,' bir 'kadın' olarak... Bahar olarak..." Galiba o sürecin tamamında zihnimdeki egemen düşünce buydu. Aynı düşünceyi zaman zaman ve yer yer yüksek sesle dile getirmiş de olabilirim. Dinleyen ve anlayan birini bulduğumda elbet... Dinleyen birini bulmak her zaman mümkün olmuyor; anlayan birini bulmak daha da zor... Yine de çevremde birkaç kişi var tabii; dinleyen ve dinlediğini anlayan, anlamak için çaba gösteren. Bu konuda da şanslı sayılırım. Öte yandan, yazmayı sevdiğim kadar konuşmayı da sevdiğimi iddia edemeyeceğim. Dolayısıyla, itiraf etmeliyim ki, dinleyen ve anlayan birilerine bu konuyu hiç açmamış da olabilirim.
           Şimdiyse durum çok değişik... Geçen yılın Temmuz ayında  ilk kemoterapi sürecinin başlamasından bu yana değişik... O da sağolsun, Dr Ilgaz Doğusoylu, ameliyatımı Siyami Ersek'te başarıyla gerçekleştirdikten sonra, bir de ağırlığını koyup kemoterapimin Acıbadem Kozyatağı Hastanesi'nde yapılmasını sağladığında, Erkan'cığım da, son olarak ve hasta yatağından telefonla saatlerce uğraşarak  (kendisi de tam o sıra korkunç bir diz ameliyatı geçirmişti) oradaki ilk onkolog randevumu ayarladı ve o noktadan itibaren konuyla ilgili sorumluluk bana geçti.
          Sorumluluk bana geçince de aklım karıştı. Ah, siz benim böyle kendimden emin durduğuma bakmayın;  aklım zaman zaman bir karışır ki, pir karışır. En önemli özelliklerimden biridir bu benim.
          Şurası kesin: kanserle ilgili hiçbir şey bilmiyorum  ben. Hala bilmiyorum. Evet, internet var ve ben de oldum olası interneti iyi kullananlardan biri oldum. Ama, doğrusu bu ya, asker değilim, asker olmasa da herşeyi bilenlerden de değilim ve internetten edinilen bilgilerin özellikle tıp gibi ve kanser gibi aşırı uzmanlık gerektiren konularda yetersiz kaldığı, hatta insanı yanlış yönlendirebileceği inancındayım. İnternette aşırı miktarda filtrelenmemiş, işlenmemiş, sınanmamış veri ve informasyon var ve bunların işlenmiş, sınanmış bilgiyle karıştırılması çok mümkün.... Hatta karıştırılmaması mümkün değil... Dolayısıyla insanın, derinlik gerektiren konularda, nesnel bilgiye ulaşacağım derken yalan yanlış fikirler, kanaatlar edinmesi çok daha olası...
           Öte yandan şu sorunun da sorulması gerekiyor: Peki, kanser konusunda mutlak bir doğru var mı? Ben bilmiyor olsam bile bu konunun uzmanları herşeyi bilebiliyorlar mı? Herhalde uzmanlar bilinebilecek olanların çoğunu biliyorlar; ne var ki, benim anladığım, hemen  her konuda olduğu gibi bu konuda da bilinenler hala çok sınırlı... Bilinenler hala, bilinmeyenlerin epeyce küçük bir yüzdesi... Henüz kanserle ilgili herşeyi bilen hiç kimse yok... Zaten böyle birileri olsaydı, herhalde kanser de sorun olmaktan çıkmış olurdu. Oysa öyle değil...
           Kanser Salgını        
Başkalarını ve başka ülkeleri bilmiyorum ama bu aralar Türkiye'de, en azından benim çevremde sanki bir kanser salgını yaşanıyor gibi... Yakın çevremde, önce Deniz kanser oldu, o arada Sema'yı kaybettik; gerçi ben onları tanımazdım ama, Sema'dan önce eşi ve ablası da kanser yüzünden rahmetli olmuşlardı; sonra Hayriye'nin yakın arkadaşı Mesude'nin birkaç yıllık bir mücadeleyi kaybettiği haberi geldi; bunun ardından Haluk'un gencecik oğlu Emre'ye teşhis kondu;  demeye kalmadı, Onur'un annesi Nazan birkaç yıl  süren bir direnişin ardından göçtü gitti; sonra da Güzide'ye teşhis kondu ve ondan hemen sonra Solmaz'ın babasına; bir-iki ay sonra ben devreye girdim ve benimle hemen hemen aynı zamanda, dayı kızım Filiz'in teyze kızı Canan; bu arada bir de öğrendim ki, bir-iki yıl önce Mehmet'le Ülker'in kızı Ekin'e de teşhis konmuş ki daha yirmili yaşlarının ortasında yavrum; yine aynı zamanda anladım ki Gazi de kanser olmuş ve iki Facebook arkadaşım birden (Larry ile Lou); derken, Nilüfer'in ikizlerinden biri olan ve yaş itibariyle yolu, şairin dediği gibi daha yeni yarılamış olan Ahu'ya da teşhis kondu; daha onun üzüntüsü geçmeden birdenbire Barış'ın ablası; ona dertlenirken anlaşıldı ki meğer Filiz de (bu da kuzen olmayan, başka bir Filiz) kansermiş ve geçen yılın 19 Nisan'ında, onun da son kemoterapi kürü gerçekleştirilmiş; dahası, yıllar sonra geçen yıl Lale'yle görüştüğümde öğrendim ki Levent'in Alman olan ikinci eşi de kansermiş ve bir de Ayşe; son olarak da Ceren'in yine yirmili yaşlarının ortasındaki arkadaşı Ufuk'un haberi geldi. Akıl alır gibi değil...     
          Bunların büyük kısmı meme, bir kısmı da rahim veya yumurtalık kanseri... Benim tanıdıklarım içinde, meme kanseri olanlarda hiç metastaz yok... Rahim ve yumurtalık kanseri olanların bazısında bir  defaya mahsus metastaz görüldüğü olmuş, bunu remisyon izlemiş; diğer birkaçında ise durum bir hayli vahim... Ayrıca tiroid, bağırsak, cilt kanseri olanlar ve tümörü beyninde bulunanlar var... Bu listede benim gibi akciğer kanseri olan tek bir kişi daha bulunuyor. O da benim gibi ameliyat konusunda şanslı olanlardan... Nitekim o da ameliyat edildi ve böylece ameliyat edilmesi mümkün olan yüzde yirmilik kesime dahil oldu. Üstelik onun durumu benden iyi... Çünkü  hem ondan sadece tek bir lob alındı hem de onda sonradan metastaz gelişmedi. Dilerim, hiç gelişmesin.
          Metastazdan sonra başlayan ikinci kemoterapi, ameliyattan sonra yapılan ilkine oranla zor geçiyor. Arada onkoloğum da değişti. Dr. Yeşim Yıldırım gitti, yerine Dr. Mehmet Teomete geldi. Değişiklikler beni ürkütür. O yüzden ilk görüşmeye çok gergin gittim. Neyse ki Mehmet Bey cana yakın, konuşkan ve esprili bir insan... Yani anında o da mucizelerimden biri haline geldi. Tek sorun, terapi seansları arasında kendisine erişmekte zorlanıyor olmam. Bu da, anladığım kadarıyla, hangi hastanede olursa olsun, devlet ya da özel ve hangi sigorta sistemine dahil olursa olsun, SGK ya da özel, kemoterapi gören bütün kanserlilerin ortak derdi... En azından Türkiye'de... Herhalde kanser çok yaygın olduğundan olsa gerek, onkologlar aşırı ölçüde yoğun oluyorlar... Günde yirmi hasta görmek için anlaşma yapıyorlar, ama hasta sayısının günde elliye çıktığı oluyor. Kendilerinden randevu almak bile zor... Randevular dışında temas etmekse, neredeyse imkansız... Dolayısıyla  kürler arasında bir sorun çıktığında insan biraz ortada kalıyor. Genel olarak, o süreçte eğer ateş 38 dereceyi geçerse veya herhangi bir başka sıradışı olay meydana gelirse, derhal hastanenin acil servisine başvurulması tavsiye ediliyor. Bu tavsiye güzel de, bunun için insanın yanında süreç boyunca birilerinin olması gerekiyor tabii... Yoksa, kemoterapinin olumsuz etkilerini yaşamakta olan biri, bunun üstüne bir de ateşi 38 dereceye çıkmışsa, kendi kendine hastaneye gitmeyi nasıl becersin? Eh, bu da doktorun ya da hastanenin değil, kanserlinin sorunu kuşkusuz... Zaten, "Yakın aile veya çevre desteği olmaksızın kanseri yenmek mümkün değil!" denmesinin gerekçesi bu gibi sorunlar olsa gerek...
           Benim desteğim var... Bu iş başlayalı neredeyse onbeş ay oldu ama, başından beri var, hala var... Tansiyonum düşer olduğundan beri, yani son iki seferdir, zaten beni hiçbir konuda yalnız bırakmayan Hayriye'ciğim iki-üç gecesini salonumdaki kanepede geçirmeye başladı. Yaşar ön planda, Güzide arka planda hep yanımdalar. Kamil ha keza... Zaman zaman hem hastaneye götürüp bir de üstelik başımı bekliyor hem de sık sık  arıyor ve ziyaretime geliyor. Barış bir hafta olmazsa öbür hafta mutlaka benimle oturmaya geliyor; gelemezse telefonla arıyor. FL'li Filiz her seferinde bir tam gün bana yoldaşlık ediyor.  Ramiz en az ayda bir uğruyor; vakti varsa beni dışarı çıkartıyor. Bunu Yaşar da sık sık yapıyor. Tabii Funda'yla Cihan'ın yaptığı hiç unutulmaz: geçen sefer kemoterapi bittiğinde ta Altınoluk'tan kalkıp sekiz saatlik yolu geldiler,  ertesi gün beni alıp Altınoluk'a götürdüler; güzel evlerinde on güne yakın misafir ettiler ve yine geri getirdiler.  Ameliyattan hemen sonra Ünay da buna benzer bir jestle Pınar'la ikimizi alıp arabasıyla Bodrum'a götürmüş ve beş gün sonra da beni tek başıma geri getirmişti. O zaman ailecek seferber olmuşlardı zaten. O ilk kemoterapi sırasında Ülker de her Perşembe yemek taşımıştı bana. Hatta Amerika'ya, Ekin'in yanına gidecek diye, bir seferinde iki haftalık yemek getirip buzluğa yerleştirmişti. Deniz bile, kendisi de benimkine benzer bir dertten muzdarip olduğu halde gelebildiği kadar gelmekte... Hem de her sefer eli kolu dolu... Yan komşularımdan biri, Milliyet'ten arkadaşım Taner hastaneye ilk gidişlerimde bana refakat etti. Bugün de gerekse bunu yine yapar zannediyorum. (Eşi  Elif ise, nedense, hiç hastalanmamışım gibi davranmakta...) Üst komşum Füsun hastalığımı duyduğundan beri endişe içinde... Arıyor, uğruyor, yemek getiriyor. Öteki yan komşum Selma çok üzüldü; pek gelip gitmiyor, ama zaman zaman kapımı çalıp bir tepsi yemek bırakıyor. Eşi Ahmet, Kuzguncuk'taki  lokantasına uğradığımda seviniyor. Lokantanın adı Asude... O lokantada yemeğe para ödemem mümkün olmuyor.  
          Telefonum hala her gün en az bir-iki kere çalıyor. Pınar Bodrum'dan neredeyse her gün arıyor. Erkan hatırımı sormayı hiç ihmal etmiyor.  Ceren aradığı zaman bir saatten az konuşmuyor. Koray geçen yıl bazen Londra'dan, bazen Brüksel'den arıyordu. Bu defa pek telefon etmiyor ama, arada başıma gelen aksiliklerden birini halletmek için, kalktı, onbir yıldır tek bir kere bile adım atmamış olduğu konsolosluğa gitti.  İnanılmaz bir jest... Daha ne yapsın? Almanya'dan Serdar arıyor. Belçika'dan Hüsna arıyor. Bir keresinde Güher Amerika'dan aradı. Çetin Brüksel'den güzel çiçekler, çikolatalar, çaylar gönderiyor. Nurşah İstanbul'a geldikçe bu ve benzeri hediyeleri yüklenmiş olarak bana da uğruyor. Bir keresinde Çetin, başka bir keresinde Nilgün Günalp de ona katıldı. Leyla da sık sık arayanlardan... Bir kere de Hayriye o ve ben buluşup Kuzguncuk'ta harika bir gaün geçirdik. Önümüzdeki Perşembe onkoloğa Leyla'yla gideceğiz. Hayriye'yi biraz dinlendirmeye karar verdik. Kaç gün sürecek, bilmiyorum; bu seferki işlemlerde bana Leyla yardım edecek. Ömer'le ara sıra yazışıyoruz; sağolsun o da İstanbul'a geldiği bir sefer, üşenmedi ve evde ziyaretime geldi. Nilgün Hakman'la birlikte... Mahmut da birkaç kere uğradı. Salatalarda hala onun Amik ovasındaki çiftlikte ürettiği zeytinyağını ve nar ekşisini kullanıyorum. Erhan ile Bican da yine bir-iki kere uğradılar ve arada bir arıyorlar. Bir keresinde Bican'a Nurten ile Canan da eşlik ettiler. Ameliyat sonrası hastanede ziyaretime gelmiş olan Veli'yle Nedret de zaman zaman hatırımı soruyorlar... Hatta mezuniyetten beri görmediğim Mesut bile aradı geçenlerde. 
          Zaten bu dönemin bir özelliği de o: yıllardır görmediğim, haber almadığım insanlar  bazen ne olduğu bilerek, bazen hiç bilmeden aramaya devam ediyorlar. Yücel Fevzioğlu'ndan sonra Sermin de o kervana katıldı.
          Tabii eposta mesajlarıyla hatırımı soran da çok... Stelios sık sık yazıyor. Kimileyin de radyodan adımı anarak selam yolluyor bana veya güzel müzikler çalıyor. Solmaz ne zaman istesem geliyor; hem evi temizliyor hem bıcır bıcır sohbet ederek beni oyalıyor. Muzaffer nereye istersem götürüyor.  Geçen sefer Ülker'di, Kezban'dı, Oya'ydı, Nurhan'dı, dayı kızım Filiz'di, Güniz'di, Güher'di; bu sefer hala kızım Filiz,  yine Nurhan, Algın ve Ayşın  ya yemek pişirip gönderiyor veya getiriyorlar. Kamil ile Yaşar ya Kanaat'ten tonlarla birşeyler yüklenip kapıyı çalıyorlar ya da ne istesem koşup alıyorlar. Zaten gerektiğinde Hayriye veya Solmaz da yemek pişiriyor benim için. Kemoterapiden sonraki iki hafta yataktan çıkamadığım gibi pek birşey yiyemiyorum, ama yemem de şart tabii...  
           Kümülatif Etki
 Destek var, buna rağmen gücüm giderek tükeniyor gibi... Şaka-maka  işin adı iyi-kötü konalı gerçekten de onbeş ay, ameliyat olalı onüç ay, ilk kemoterapi başlayalı bir yıl oldu. İlkiyle birlikte tam yedi kür kemoterapi almış durumdayım. O ilk dört kür de kolay değildi ama, bu son üç kür, anlatılır gibi değil... İyi haber şu: midem beklendiği kadar bulanmıyor ve kusmuyorum. Ateşim de yükselmiyor. Onun dışındaki bütün belirtileri, hem de bu defa fazlasıyla yaşıyorum. O korkunç yorgunluk hissi... Göğsümün üstüne oturmuş olan ve bana nefes aldırmayan o korkunç yaratık... Her seferinde yeniden yakama yapışan o depresyon, o karamsarlık, o intihar duygusu... Kabızlık ve ishal... Bir gün kabızlık, bir gün ishal... Her gün içilmesi gereken o üç litre su işkencesi... Suyu sevdiğim halde birşeyi yapmak zorunda olduğum için yapıyor olmanın işkencesi... O korkunç şişkinlik duygusu... Yerimden kımıldayacak halim olmadığı halde, durmadan tuvalete taşınmak zorunda kalmam... Her tuvalete gidişimde ishal olmasam da büyüğe de çıkıyor olmanın getirdiği o rahatsızlık ve endişe... "Ne oluyor, yoksa bağırsaklarıma da mı sıçradı?" O korkunç ağrılar... Kemiklerim, damarlarım, kalbim... Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyor. Ne de olsa akciğerimin beşte üçü yok artık. O gün bu gün zaten zorda zavallım... Bir de kemoterapinin yükü... Ve son iki seferdir aşırı ölçüde düşen tansiyonum... Bir keresinde 6/3 gibiydi... Daha da düştüğü oldu zannediyorum; çünkü kendimi daha kötü hissettiğim anlar da vardı,  ama kalkıp tansiyon ölçecek durumda değildim. Düşen tansiyonum yüzünden gördüğüm kabuslar... Bir keresinde kıyamet gününü bile gördüm. O iştahsızlık...  "Ah yine de yemek zorundayım; aksi takdirde bir sonraki terapiden önce kan değerlerim düşük çıkar ve terapi ertelenir." Hep mide bulantısının eşiğinde yaşama duygusu.... Ayrıca günde yedi-sekiz kere tekrarlanan bir başka semptom: bir soğuktan donuyorum, hemen arkasından sıcak basıyor. Dişetlerimde kanamalar... Neyse bu defa hafif ve bu defa ağız içi yaraları da yok... İkinci defadır, hem de bu sefer daha birinci kürde dökülen saçlarım, kaşlarım... Saçım dökülerken hissettiğim o üç-dört günlük, yoğun acı hissi...   Zaten ince olan damarlarıma saplanan kateter iğnelerinin ardında bıraktığı hasar... O dehşet verici ve kocaman morluklar... Sertleşen damarlar... Son olarak da, katetere sokulu iğne yatakta dönerken yerinden çıkınca, deri altına kaçan ilacın sebep olduğu ve iki haftadır geçmeyen acı hissi... Elimin üstünde beliren küçük, iltihaplı gibi görünen yanıklar...
          Kendimi tekrar iyi hissetmem için kemoterapinin üstünden en az oniki-onüç gün geçmesi gerekiyor.  Sonra da kalkıp hayata bıraktığım yerden katılmam... Son seferine kadar bunu fazla zorlanmadan, hatta mutluluk duyarak başarıyordum. Bu sefer zorlandığım konulardan biri de işte bu... Ne yalan söyleyeyim, bu sefer, bütün faaliyetleri şu bir haftaya sığdırmak, birikmiş bütün sorunları çözmek için  yerimden kalkıp çabalamak, yeniden kitap okumaya, Yunanca'ya çalışmaya koyulmak, çok zor geliyor.
          Akciğer Kanseri
Zor geliyor, gücüm tükeniyor ama bir yandan da uğraşıp duruyorum işte. Pes etmiş filan değilim. Dostlarım da öyle; neredeyse tamamı, canlarını dişlerini taktılar ve benimle birlikte uğraşıyorlar. Hayatlar yoğun, bu süreç ise çok uzun, çok fazla uzun; dolayısıyla herkes ancak vakit ayırabildiğinde ve ancak elinden geleni yapıyor elbet... Ama çok kimse uğraştığı için fiilen pek de yalnız kalmıyorum.
           Öte yandan, aslında yapayalnızım. Kararları tek başıma almak zorundayım. Tartışmak istedğimde Erkan'cığım ne yapıp edip bir vakit ayırıyor ama, onun artık benim yerime karar alması mümkün değil... Onkoloğumun uzun tartışmalara vakti yok... Onu ancak yirmibir günde bir görüyorum ve o görüşmede de kan tahlilleri, kateterin sıkıntısı, az sonra yapılacak veya yapılamayacak olan kemoterapi kürü filan yüzünden o kadar gergin oluyorum ki, kendisine soracaklarımın yarısını unutuyorum. Ayrıca artık, yani sorumluluğu devraldığımdan beri, neyi ne kadar sorarsam sorayım, doktor olarak onun da, kanserli olarak benim de, esas itibariyle bir bilinmezlik denizinde yüzdüğümüzün de farkındayım. Evet, klasik tıbbın kanser için yaptığı birşeyler var... Ameliyat, kemoterapi, radyoterapi, akıllı moleküller filan gibi ciddi birşeyler... Bununla birlikte, bu şeylerin nasıl sonuç vereceğini kimse kesin olarak bilmiyor. Hatta o arada neler olabileceği bile çok bilinmiyor. Ya buna rağmen güvenip kendini bırakacak ve sonuca katlanacaksın, ya başka yollara sapacaksın ve yine sonuca katlanacaksın. O yollar da çok seçenekli filan değil...Sadece iki tane:  birincisi alternatif tıp, ikincisi ona dahi tevessül etmeyen bir eylemsizlik...
          Bana "Moralini bozma!" diyorlar. Bozmuyorum. Kemoterapiden sonra ve kemoterapinin  bir yan etkisi olarak ortaya çıkan depresyon hariç, bozmuyorum. Niye bozayım? Dünyanın, hatta evrenin düzenini anlayalı çok oluyor: Yaşayan, hatta var olan, yani canlı-cansız herşey bir biçimde doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Bunu bilirim. Üstelik ölümden de korkmam ki ben.  Niye korkayım? Herkes ölecek. Ölüm, yaşamın ayrılmaz bir parçası...
          Bazen, "Hepimiz aynı durumdayız. Her an herşey olabilir ve birden, kafamıza düşen bir tuğla yüzünden ya da bir deprem yüzünden mesela, bir trafik kazası filan, hiç beklemediğimiz bir anda göçüveririz," diyen de oluyor. Bunu biliyorum. Evet, o anlamda hepimiz aynı durumdayız. Yalnız bende fazladan akciğer kanseri var...
          Akciğer kanseri... Kendi kendime "A, bende akciğer kanseri var," dediğimde, yani durumu az biraz kavradığımda, bilincime çıkarttığımda, ameliyatın üstünden bir aydan fazla bir zaman geçmişti. Buna rağmen neşem de yerindeydi. Ameliyat yalnızca cerrahım Ilgaz Doğusoy açısından değil, benim açımdan da çok başarılıydı çünkü. Hiç pes etmeden atlatmıştım o büyük ameliyatı. İnsanlığımdan, şahsiyetimden hiç taviz vermeden... O kadar ki, önce ameliyat kararını, sonra ameliyat olmayı, hastane odamda, müzik dinleyerek, kitap okuyarak, Pınar'la ve ziyaretçilerimle konuşup kahkahalar atarak, üzüntüyle arayan uzaktaki dostları teselli ederek beklemiştim.  "Merak etmeyin. Yeteri kadar yaşadım ben. Kendine özgü, güzel ve ilginç bir yaşantım oldu. İlle ölecek değilim, ama ölsem de önemli değil... Şunu yapmadım, bunu yaptım diye üzüntülerim, büyük pişmanlıklarım yok... Siz de benim için üzülmeyin!" O kadar ki, yüzümde bir gülümsemeyle geçmiştim beni ameliyathaneye götürecek olan sedyeye. Ameliyat sırasında ölme ihtimalimin en az yüzde elli olduğunu bildiğim halde...O kadar ki, son olarak, yoğun bakımda kırksekiz saat kalmam beklenirken, Ilgaz'a "Beni buradan hemen çıkart," diye rica edip dokuz-on saatte çıkıvermiştim. "Haklısın, senin ne işin var burada? Odanda müziğini dinleyip, kitabını okuman gerek senin," diyerek, aynen bu sözleri ederek yardımcılarına çıkma emrimi vermişti.
          Bunu diyen de oydu, bundan sekiz gün sonra, beni taburcu etmezden evvel, "Merdiven çıkmak yasak, seks yasak... Yolda yavaş yürüyeceksin ve yorulduğun anda, nerede olursan ol, yaşlı bir kadın gibi durup dinleneceksin!" diyen de oydu. Şaka ediyor zannetmiştim. Etmiyormuş.
          Akciğer kanseri... Ciğerimin beşte üçü yok artık... O yüzden kalbim fazla çalışıyor ve şimdiye kadar bana hiçbir pürüz çıkartmamış olduğu halde, artık büyük bir yetmezlik riski var... Bu, beni, hiç alışık olmadığım bir yarım insan haline sokuyor. Buna alışmak, bununla başa çıkmak herşeyden zor geliyor.
          Akciğer kanseri... Akciğer vücutta kanı deveran ettiren organ olduğu için metastaz riski çok yüksekmiş meğer... Bunu da Erkan söyledi. Metastazdan sonra... Daha önce, mücadele gücümü azaltmasın diye söylememiş. İyi de etmiş tabii... Ama gerçek bu... Metastaz riskim de yüksek... Öte yandan,  bulgulara göre güya bendeki kanserin türü en saldırgan olan tür değildi. Halbuki benimle birlikte akciğer kanseri olan öteki kişininki öyleydi. Onda metastaz yok, bende var... Bu nasıl iş? Bunun cevabı da bilinmiyor.
          Orkidelerim ve Yunanca Kursum ve 
          Cine-Motion ve Kuzguncuk Vesaire
Bunlara rağmen bozmuyorum moralimi. Güher'in ameliyattan önce aldığı pembe orkidem üçüncü defadır açtı. Şimdi bir dalında iki, öbür dalında tam on çiçek var. Ve Ceren'in getirdiği beyaz orkide de tomurcuklandı. Açtı açacak... En sevdiğim çiçek hala orkide...
          Cine-Motion'la ilgili Kahkahalarla Alkışlar Başlıklı yazımı, meğer, o aleti üreten mühendis Hakan Yıldırıcı da okumuş. Nereden bulmuş da okumuş; hiç bilmiyorum. Sağolsun, bana özel bir mesaj yollayarak teşekkür etti. Dahası, bir de hediye verdi. Dört film var ya, kalan üçünü bedava izleme hakkı... O ara metastaz olduğum ortaya çıkmıştı. Şişmanoğlu Konağı'ndaki Yunanca derslerime yine de gidiyordum ama, gücüm ancak o kadarına yetiyordu. Yani Demirören'e hemen gidemedim. Bir gün kendimi nispeten iyi hissettiğimde uğradım. Doğrusu bu ya niyetim, kendimi beyan etmek değildi. Tanırlar-tanımazlar... Buna rağmen bankonun ardında duran o sevimli, o güleryüzlü delikanlılar hemen tanıdılar beni. Tanımak ne kelime; daha uzaktan görür görmez büyük bir tezahürat yaparak karşıladılar. Hatta adımı bile söylediler. "Hoşgeldiniz Bahar Abla!" (Aslında 'teyze' demeleri gerekirdi.) Yazıyı onlar da okumuşlar. Böylece ikinci filmi de izledim. Ondan bir hafta sonraydı galiba, üçüncüsünü izleme fırsatım da oldu. Ve gerçekten beş kuruş para da ödemedim. Filmlerden biri bir sualtı macerasıydı, ötekisi de uçak... O ikisinde de ilki kadar heyecanlandım ve mutlu oldum. Hatta galiba, üçü içinde en heyecan verici olanı sualtı macerasıydı. Daha doğrusu şöyle: her izlediğim film öncekinden daha da heyecan vericiydi. Müthiş birşey bu Cine-Motion. Şimdi bir tane kaldı: Taksi...  Onu da bir gün görürüm elbet.
          Yunanca kursu şimdilik bitti. Eylül'de ikinci dönem var... Kemoterapiye denk geldiği için son iki derse ve final sınavına giremedim. Sınava girme hakkım saklı... Kendimi iyi hissettiğim bir gün gidip gireceğim. İlk sınavda 100 üstünden 96 almıştım. Herhalde bunu da başarırım. Kurs arkadaşlarımı çok seviyorum. İnsan bu yaşta yeni birileriyle biraz zor arkadaş olur, ama bu kurstaki insanlar inanılmazdı... Öğretmen dahil herkes...  Antigone Chadjitheodorou... Genç yaşına rağmen bir sabır abidesi... Fevkalade bilgili, iyi niyetli, güleryüzlü... Denis'in dediği gibi, "Sanki bir iyiniyet elçisi..."
          Aslına bakılırsa, daha ilk gün, sınıfa adımımı atar atmaz, "A, ben bu insanları tanıyorum," diye düşünmüştüm. Tanımıyordum oysa. Feyza hariç... (Onunla tanışıyorduk. Bir yıl önce o da benim gibi Melissa Efstatin'in Ömer Hayyam'daki evinde verdiği Yunanca kursuna devam etmekteydi.) Sonradan Denis, ilk eşimin lise arkadaşı çıktı, ama daha önce kendisiyle hiç karşılaşmamıştık. Arus, Aslı, Hülya,  Tais... Hepsi dünya tatlısı... Şerife, Enez ve Sibel kursu erken bıraktılar. Onları Hülya izledi. Keşke hiçbiri bırakmasaydılar.  
          Dedim ya, haftaya Perşembe, yani ayın 21'inde yine onkolog randevum var. Bu defa herhalde daha ayrıntılı bir takım kan tahlilleri yapılacak ve yeniden tomografi çekilecek. Eğer tümörlerim yapılan üç kür kemoterapi sayesinde küçülmüşlerse, muhtemelen aynı tedaviye devam edilecek. Yok eğer herhangi bir gerileme yoksa ki öyle olması ihtimali de var, o zaman Mehmet Bey "akıllı moleküller" denen bir başka tedavi yöntemini deneyebileceğimizi söylüyor. Ancak Sosyal Güvenlik Kurumu, bu yöntemin, bir tek ,hayatı boyunca hiç sigara içmemiş olan kanserlilere uygulanmasına izin veriyormuş. O kadar ki, bütün hayatı boyunca beş tek sigara içmiş olanı bile sigara içicisi diye kabul ediyormuş. Gerçi ben de üç yıldır sigara içmiyorum, ama bu durumda, bunun pek önemi kalmıyor. Mehmet Bey, buna rağmen umutlu... Gerekirse, bir yazı yazarak talepte bulunmayı düşünüyor. 
         O akıllı moleküllere ihtiyacım olabilir. Çünkü üç seferdir kan tahlillerimde kreatin ve üre değerlerim yüksek görünüyor. Çok değil ama biraz... Üstelik, o üç litre sıvıyı her gün inatla tüketiyor olduğum halde... Malum, metastaz tümörlerimin ikisi böbreğimin üstünde... Yani böbrek fonksiyonlarımda bir sorun olması, muhtemelen tümörlerin hala aktif olduğunun bir işareti... Diğer tümör de, ameliyattan artkalan iki loblu minik sol akciğerimin yakınındaki bir nodülde...
          İkinci kemoterapi kürünün ardından evde geçirdiğim süreçte muhtemelen tansiyon düşüklüğü yüzünden ölümden dönünce, oturup Mehmet Bey'e durumumu anlatan üç sayfalık bir mektup yazdım. Üçüncü kürden önce o mektuba göz gezdiren Mehmet Bey de kemoterapi ilaçlarımdan birini yarım doz azalttı. O  sayede olacak ki, şu son dönemi, yani son kürü izleyen iki haftayı, ilk iki kürün ertesinden iyice geçirdim. Şimdi daha da iyiyim tabii... Ne de olsa üç haftalık aranın son haftasındayız artık. Kümülatif etkiye rağmen, yani her seferinde, bir öncekine oranla biraz daha halsizleşmeme rağmen, kendimi en iyi hissetiğim yedi gün bu...
          Birazdan kalkıp Kuzguncuk'a gitmeyi ve Deniz Eczanesi'ne uğrayıarak Haluk'u görmeyi umuyorum. Bir ay kadar önce ikiz torunları oldu; hem de biri kız, biri oğlan... Ne yazık ki  çok  çok erken doğdular; altı ayı biraz geçmişken... Haluk da torunlarının telaşında haklı olarak. 
          İşte böyle...  Hayat sürüyor.                               

         
            



           


1 yorum:

  1. Baharcığım, iyi ki bana bu yazıyı yollamışsın, bu sayede blogundan haberim oldu. Görüştüğümüz kısa anlarda, benim anlamsız yoğunluklarım yüzünden belki, bir blogun olduğunu konuşamamıştık, bundan sonra takipçinim.
    Umarım en kısa zamanda yeni yazılarını okuma fırsatı buluruz, iyi haberlerle dolu olurlar.
    Gücünü ve cesaretini taktir ediyorum.
    Görüşmek üzere,
    Sevgiler,
    Ebru Şimşek

    YanıtlaSil