Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Temmuz 2011 Pazartesi

AKLIMI KAÇIRMAMAK İÇİN

 20.07.2011 - 24.07.2011

                                                        Sultantepe'deki evden bir gün batımı... 02.08.2008

Bazen aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Kanser yüzünden değil... Kanser, yalnızca, kimisi aşılabilir, kimisi aşılamaz olsa da elle tutulur, başa çıkılabilir veya başa çıkılamayacağı kabullenilebilir bir takım zorluklar çıkartıyor karşıma. Acılar, ağrılar, bedensel sıkıntılar, depresyon filan... Ah evet, belirsizlik meselesi var tabii ama, kanserle ilgili belirsizlik, hayatla ilgili belirsizlikten daha fazla ya da daha derin değil... Sadece her insanın sırtındaki yüke fazladan bir miktar daha eklenmesi gibi birşey...
          Aklıma mukayyet olmamı gerektiren durumlarsa, daha ziyade, gözle görülse de elle tutulamaz ve pek de başa çıkılamaz, en azından bireysel olarak başa çıkılamaz şeyler ile bu şeylerin kaçınılmaz sonuçları yüzünden ortaya çıkmakta...
          Eskiden böyle hissettiğimde seyahat iyi gelirdi. Yurtiçi, yurtdışı... Nereye olursa... Bir bağlantı olmadan, herhangi bir rutini izlemeden, bir mecburiyet hissi duymadan yol almak... Sonra yeni yerlerin, yeni yüzlerin, yeni alışkanlıkların farkına varmak; zihinde bunların kaydını tumak, tasnifini yapmak., birbirleriyle karşılaştırmak... Bir ören yeri gezmek, bir pazar, bir müze, bir sergi ya da bir semt... Bir konsere gitmek, bir barda veya kafede oturmak ya da bir lokantada yeni tatlar denemek... Hepsi iyi gelirdi... Sonra pek fazla seyahat edemez oldum. Bu sefer şehir içi yürümelerime başladım. Ama saatlerce... Bir yandan fotoğraf çekerek... Bazen oturup dinlenerek... Bir keresinde bir dolmuşa atladım ve İkinci Köprü'nün altında inip eve kadar yürüdüm mesela... Altı saat filan sürdü. Arada Küçüksu Kasrı'nı gezmecesine ve babamın okumuş olduğu Kuleli Askeri Lisesi'ninki dahil birkaç açık hava kafesinde oturmacasına... Bir kere de Eyüp'ten Karaköy'e yürüdüm. Bir başka sefer Gayrettepe'den Beşiktaş'a... Bir seferinde Haydarpaşa'dan eve... Çok yoruluyordum ama çok büyük keyif alıyordum bu yürüşlerden ve her defasında aklım da yine başıma geliyordu.
          Şimdi bunu da yapamıyorum. Yine de birkaç yol var tabii aklıma mukayyet olmak için izlediğim.  Mecburen yalnızca onları deniyorum artık. Aklımı severim ben. Aklım başımda olsun istiyorum. Kolay değil... Çok olay oluyor. O kadar çok olay oluyor ki, artarda sıralaması bile zor... 
          Mesela Türkiye dahil bir yığın ülkede olup biten bir yığın saçmalık ve bunların kimbilir kaç yıl öteye taşınacak sonuçları... Mesela, sanki şu geçtiğimiz yüzyılda olanlardan (Hindistan, Pakistan ve Bangladeş, Güney ve Kuzey Kore, Güney ve Kuzey Yemen, Doğu ve Batı Almanya, Kuzey-Güney Kıbrıs) hayırlı bir sonuç çıkmış gibi  şimdi de Sudan'ın ikiye bölünüvermesi ya da sanki Berlin'deki utanç duvarı hiç var olmamış ve sonunda yıkılmamış gibi ABD'nin Meksika sınırına, İsrail'in Filistin yerleşimlerinin çevresine dikip büyüttüğü o manasız, o insanlıkdışı yeni duvarlar... Yıllardır Afganistan'a yapılan eziyet: önce Sovyet işgali, ardından  Taliban yönetimi, bir süredir de, malum, ABD öncülüğünde NATO askerleri...  Hem Afganistan'da hem Irak'ta, özellikle ABD'nin akıl almaz paralı asker politikaları sonucu yaşananlar ya da asker paralı olsun olmasın, her savaşta olup biteni asla aratmayan çirkinlikler... Bu arada tabii 11 Eylül'de New York'da  ve Washington'da gerçekleşen o akıllara sığmaz felaket... Çoğu Arap asıllı teröristlerce ele geçirilmiş yolcu uçaklarıyla yürürlüğe sokulan bir tür kamikaze saldırısı sonucu İkiz Kuleler'de ölen o binlerce insan.... Endonezya'da, Hindistan'da, İngiltere'de ve dünyanın değişik bölgelerinde sürüp giden, hatta bir ara Türkiye'yi, özellikle İstanbul'u da etkisi altına almış olan bombalı  El Kaide terörü ve bu yüzden ölen, herşeyden habersiz kurbanlar ve bunun yarattığı tehdit, bu yüzden sürüp giden tedirginlik...
           Mesela Afrika kıtasının neredeyse tamamından gelen dehşet verici haberler...  Nijerya, özellikle Somali ve daha bir yığın ülkenin, adeta dolandırıcıların, korsanların, gangsterlerin yönetimine geçmiş olması... Kıtanın büyük kısmında hüküm süren kuraklık, kıtlık, açlık ve AİDS dahil her çeşit hastalık... Akdeniz çevresindeki Arap ülkelerinde son gelişmeler... Bir yanda devrilen ya da devrilemeyen diktatörler; öte yanda  muhtemelen diktatörleri başarıyla deviren gençlerin hazırlıksız, örgütsüz olması yüzünden meydana gelen iktidar boşlukları ve o boşlukları dolduruveren silahlı güçler... Bir başka yanda ise, ne kadar kıyıcı, zalim, insafsız olmuş olurlarsa olsunlar dost bildikleri diktatörlerin devrilmesi için  parmaklarını kımıldatmamış oldukları halde, olaylar Libya'ya sıçrar sıçramaz silaha davranan ve Suriye'ye müdahale etmek için de nefeslerini tutmuş bekledikleri izlenimini veren Batılı güçler ve bu tepişmeler sırasında ya arada kalıp ezilen ya da birbiriyle savaşmaya başlayan Libyalılar... Libyalılar'dan önce Mısır'da ve şimdi de Yemen'de, Suriye'de  ve Bahreyn'de gösteriler sırasında güvenlik güçlerince öldürülen insanlar...
         Mesela Yunanistan'da, Portekiz'de, İspanya'da, İtalya'da olanlar...  Başarısız ama hırslı hükümetlerin gözü dönmüş finans politikaları yüzünden giderek yoksullaşan ve niye yoksullaştıklarını anlayamayan ve bu haksızlığa şimdilik nazik nazik isyan eden insan grupları... Bu grupların karşısına dikilen ve annesi-babası yaşındaki isyancıları dahi itip kakmakta pek de sakınca görmeyen robokop kılıklı polisler...  Ekonomik krizler dünyanın çoğu yerinde sürüp giderken, üstelik dünya önemli bir ekolojik krizin de eşiğindeyken, artık kendilerine dahi pek manalı gelmese de aşırı lüks hayatlarından hiç taviz vermeyen, her ülkeden, her cinsten, her dilden, her renkten, her yaştan ve cinsten para babaları;  zimmetlerine para geçirmekte beis görmeyen, hatta bunu hak sayan çeşit çeşit diktatörler ile demokrat  taklidi yapan benzerleri ve kimseye hesap vermeyen pervasız, rüşvetçi, yaltakçı bürokratlar; yasadışı addedilseler de her nasılsa varolmayı sürdüren mafya babaları, insan ve organ ticareti yapan gansgterler,  kadın ve çocuk satıcıları, porno  tüccarları, organize uyuşturucu  üreticileri ve satıcıları; yasadışı sayılmayan silah üreticileri ve tüccarları, sigara üreticileri; bütün dünyaya ait kaynaklara el koymuş petrol zenginleri ve herkes batarken kar eden bankaların ya da çok uluslu firmaların sahipleri, yöneticileri ve  kalkınmakta olan ülkelerde genellikle çocuk emeğini sömürerek para kazanan yeni zenginler; bunlara ilaveten akıl almayacak paralar kazanan ve kendilerini çok önemli bir halt, büyük yetenek zanneden sporcular, sinema oyuncuları, yönetmenler, TV sunucuları, müzisyenler ve reklamcılar, falan feşmekan  ile bunların genellikle asla zora gelemeyen, pek öğrenim görmeyen, kimi uyuşturucu bağımlısı, kimi seks bağımlısı, kimi şiddet eğilimli, çoğu aşırı şımarık ve aşırı tatminsiz çocukları...
          Bir de bütün bu insanların hayat tarzını televizyonlarda nefesleri kesilerek, hayranlıkla izleyen ve onlara azıcık olsun benzemek uğruna, ürettiklerinin ve kazandıklarının çok ama çok fazlasını tüketen ve sonunda kendilerini sokakta bulan zavallılar...
          Son tabloda da, babasının tüfeğini kapıp sokakta ya da okulda önüne geleni temizleyen ve niyeyse çoğu da beyaz Amerikalı olan  öğrenciler... Finlandiya'da, Almanya'da buna benzer olaylar... Sonra birden Norveç'te, iktidardaki İşçi Partisi'nin gençlik kampında katledilen, kimisi çocuk yaşta seksen küsur genç insan ve Oslo'da patlayan bombanın öldürdüğü diğerleri... Ölenler belli ki çoğunlukla öz be öz Norveçli ve zanlı da, otuziki yaşında, yine öz be öz Norveçli bir Neo-Nazi!
          "Rüzgar eken fırtına biçer!" En sevdiğim atasözlerinden biri bu... Öteki de, "Ne ekersen onu biçersin!" Bunlara benzer bir İngilizce deyim  de var ki aslında İncil'den bir alıntı: "Whoever troubles his own household will inherit the wind." Çevirisi şöyle: "Kendi eviçinde bela çıkartanın mirası rüzgar olur."
        Daha önce de söylemiştim; benim gözümde dünya da bir bütün, insanlık da... O yüzden dünyanın neresinde olursa olsun bir insan ya da bir grup insan, bir yerlere zehirli tohumlar ya da ileride fırtınalara yol açacağı kesin rüzgarlar ektiğinde benim de canım yanıyor. Daha çok, pek günahı olmadan, biçilen ürünün veya çıkan fırtınanın etkisi altında kalanlar ya da kalacaklar için yanıyor elbette ama, ektikleri rüzgarın fırtınaya yol açacağını ya da kendilerine rüzgardan başka hiçbir şeyin miras kalmayacağını veya  yere düşmüş olan o zehirli tohumun vereceği ürünün de zehirli olacağını niyeyse öngöremeyen ve dolayısıyla eviçinde bela çıkarmayı sürdürenlere acıdığım da olmuyor değil...
          Niye yapıyorlar bunu?          
         Herhalde kendilerini kahraman addediyorlar. Niye? Ölümle oynuyorlar, sonu belirsiz bir maceraya atılıyorlar ya! Ondan mı?
            Kahraman... Kanaatimce, şahsi olsun olmasın kendi çıkarları uğruna hareket eden insanlar, bunu yaparken ölümü göze almış dahi olsalar kahraman addedilemezler. Benim bildiğim, gerçek kahramanlar, birincisi, yaptıklarını kendileri ve/veya türdeş addettikleri için değil ve fakat başkaları için yaparlar... Daha doğrusu, sıradan insanlar işte ancak bu sayede kahraman sıfatını taşımaya hak kazanırlar. Gemi battığında kendi canını kurtarmak için yüzene kahraman denmez söz gelimi. Kahraman, bir başkasını kurtarmak için yüzme bilmese bile suya atlayana ve bununla da kalmayarak o başkasını ne yapıp edip kurtarana denir. Bir başkası için birçok riski ve hatta gerekirse ölmeyi bile göze alana denir kahraman. Yine benim bildiğim, ikinci olarak da sırtını, ister legal olsun ister illegal herhangi bir silahlı güce dayamış olan, yani birileri tarafından korunan kişi veya kişilere de kahraman sıfatı yakıştırılamaz... Diktatörün, hatta diktatör olmasa da herhangi bir ülke yöneticisinin, bir güç odağının söylemini yaymak dışında birşey yapmayan köşe yazarı kahraman değildir mesela.  Sadece bir yalakadır o. Şunun ya da bunun yalakası... Yazar bile denemez ona;  olsa olsa propagandist denebilir. Sırtını bir güç odağına dayayarak beyanatta bulunan, yazı yazan herkes öyledir. Kahraman, diktatörün varlığına ve oluşturduğu gerçek ya da zımni tehdide rağmen, dokuz köyden kovulsa da cesaret gösterip başkalarının hakkını savunmak uğruna doğru bildiğini söyleyene denir. Üçüncü bildiğim de şu: öfkesi ne kadar haklı olursa olsun, o öfkeye neden olan otorite veya otoriteler yerine, sıradan, kendi halinde insanları hedef alan eylemler de  katiyen kahramanlık sayılamaz. Eğer Bush'a kızıyorsan, sıkıysa Bush ile uğraş; Kim İl Sung'a kızıyorsan, Kim İl Sung'la; yok, Berlusconi'ye veya Putin'e veya Netanyahu'ya kızıyorsan, o zaman da Berlusconi'yle veya Putin'le veya Netanyahu ile, öyle değil mi? Bu insanlarla aynı milletten oldukları için çoluğu ve çocuğu, yaşlıyı ve hastayı ne diye hedef alıyorsun?
          Kahraman olmak kolay mı? Kahraman tanımı ne zaman değişti de, yanında çalıştığı adamı katleden, yani esas itibariyle içinden yediği kaba sıçmakta beis görmeyen ahlaksız korumalar bile, kimileri tarafından kahraman sayılır oldu? Onlar kahramansa, koskoca bir imparatorluğun,  hem de topraklarında güneşin batmadığı o koskoca Britanya İmparatorluğu'nun, teröre asla bulaşmadan, hiçbir savaşçı eylem yapmadan, silaha katiyen el sürmeden, yalnızca  zararsız pasifist eylemlerle yıkılabileceğini bütün dünyaya kanıtlamış olan Mahatma Gandhi'yi vuran Hintli de kahraman mıydı yani? Ya Hrant Dink gibi silahsız, korunmasız, barışsever bir adamı,  hem de arkadan, kalleşçe ateş ederek öldüren o çocuk, nasıl oldu da kimilerince kahraman yerine konabildi? Olacak iş değil; çünkü, birincisi, o çocuk, o cinayeti kendi benzerleri adına ve kendi çıkarı için işledi. İkincisi, kendi ifadesine göre ardında belki illegal hatta belki de legal, ama kesinlikle silahlı  bir güç vardı. Üçüncüsü, düşman saydığı bir otorite figürünü değil, son derece barışsever bir insan olan  ve silah da taşımayan, korunmasız Hrant Dink'i öldürdü. Ne kahramanı?    
          Buna karşılık bence mesela Kudüs doğumlu bir Filistinli olan Edward Said ile Arjantin 'de dünyaya gelmiş olan ünlü Yahudi piyanist ve şef Daniel Barenboim iki gerçek kahraman... Kahraman, çünkü her ikisi de, kendi toplumlarının yerleşik görüşlerine, iki tarafın yönetimleri tarafından pompalanan her türlü propagandaya, önyargılara filan karşı çıkarak, dolayısıyla benzerleri tarafından ölesiye eleştirilmeyi göze alarak sağlam bir dostluk ilişkisi kurmuşlar. Said ile Barenboim 1990'lı yılların başında karşılaşmışlar ve müziğe besledikleri ortak sevgi  sayesinde dost olmuşlar. Zamanla yazışmaya başlamışlar. Yazışmalarını, "Paralleller ve Paradokslar" başlıklı  bir kitapta  bir araya toplamışlar. Bu kitap  Türkçe'ye de çevrilmiş durumda... Beni, olumlu  anlamda çok etkileyen birkaç kitaptan biri... Bu arada Barenboim-Said Vakfı'nı ve Alman yazar Goethe'nin aynı başlıklı eserinden esinlenerek Batı-Doğu Divanı* adını verdikleri klasik müzik orkestrasını kurmuşlar. Bu orkestrada  hem Yahudi hem de Filistinli müzisyenler bulunuyor. Saygın bir bilimadamı olan Said 2003 yılında ölmüş olduğu halde, sözkonusu vakıf  ile orkestra varlıklarını sürdürüyorlar.  Orkestrayı elbette Barenboim yönetiyor. Batı-Doğu Divanı orkestrası birkaç kere  Türkiye'ye de geldi. Ne yazık ki, izleme fırsatım olmadı. Oysa çok isterdim. Bana kalırsa Said'le Barenboim'in "Paralellikler ve Paradokslar" başlıklı kitaba yansıyan dostlukları kadar bu orkestra da, TV haberlerinde asla bir araya gelemezlermiş gibi görünen Filistinliler'le Yahudiler'in pekala da aynı mekanda barış içinde var olabileceklerini tekrar tekrar kanıtlıyor. Bu da bu türden başka ikilikler, anlaşmazlıklar için insana umut veriyor.
          http://youtu.be/H7zLfGDV7Fk
           Yine bence mesela, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılma sürecinde, yani 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında, ortam bozulduğunda, ölüm tehlikesini bile göze alarak Türk komşularını silahlı güçlerden, otoritelerden saklayan,  korumaya çalışan Ermeniler gibi, gün gelip de işler tam tersine döndüğünde, yani sıra onlara geldiğinde, yine ölüm tehlikesini bile göze alarak Ermeni komşularını silahlı güçlerden, otoritelerden saklayan  ve korumaya çalışan Türkler'in hepsi de birer kahraman... Bunları yapanlar  ister Ermeni olsunlar ister Türk, sıradan, kendi halinde insanlar... Adları bile bilinmiyor. Ancak naçiz kanaatim o ki, sözkonusu sürecin gerçek kahramanları onlar... Onlar: yani kendisini, ailesini, hayatını, malını ve mülkünü riske atarak komşusunu koruyanlar ve kollayanlar... Yoksa, hangi taraftan olurlarsa olsunlar, ellerinde silahlarla, sıradan insanların silahsız evlerini topluca basarak, çoluk-çocuk, genç-yaşlı  ayırtetmeden katledenler değil... Asla değil!
          Bu tür olayları yalnızca bu topraklara özgü sanmamak gerek... Diyorum ya, insanlık bir bütün... Cinayetler, canavarca eylemler, çeşit çeşit gaddarlık ve ahlaksızlık nasıl dünyanın her yerinde tekrar tekrar yaşanıyorsa, bu ve benzeri kahramanlık olayları da  birçok yerde  durmaksızın tekrarlanıyor.  Herhalde hep böyle olmuş, muhtemelen hep de böyle olacak. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler  ve yandaşları, Yahudiler'i topluca yok etmeye karar verdiklerinde, Alman halkı, işgal altındaki Hollanda halkı ve muhtemelen Almanya'nın işgal ettiği diğer ülkelerdeki daha başka halklar, bu karara açıkça karşı koyacak  gücü bulamamış olsalar ve hatta tam tersi Fransa ve İngiltere gibi hiç umulmadık kimi yerlerde hiç umulmadık kimi insanlar bu kararı alkışlamış olsalar dahi, pekçok Alman'ın, Hollandalı'nın vesairenin, pek çok Yahudi'yi ya evlerinin çatısı altında sakladıkları ya da kaçmaları için yardım ettikleri biliniyor.
          Bence sorun şurada: kötü daha az ama  kötünün, kötülüğün sesi daha yüksek çıkıyor ve insanları daha çok etkiliyor. Buna karşılık iyi daha çok, ama iyinin sesi pek çıkmıyor; çıksa da pek duyulmuyor.
          Ya da ben, olup biten saçmalıklar ve olup biten saçmalıklarla ilgili olarak yapılan yorumlar karşısında aklımı kaçırmamak için böyle bir inanç geliştirmiş durumdayım.
         Yazının girişinde de söyledim ya, buna benzer başka tesellilerim de var... Mesela bir tanesi  Türkiye'ye özgü...  İşler iyice zıvanadan çıktığında, kendi kendime diyorum ki, "Olsun! Ne yapalım! Yine de iyi bir yerde yaşıyorum sayılır. Somali'de de dünyaya gelmiş olabilirdim, Irak'ta da, Afganistan'da da... Ya da Bush ailesinin yönettiği Amerika'da,  Putin'in yönettiği Rusya'da, Sarkozy'nin Fransası'nda, Merkel'in Almanyası'nda, Berlusconi'nin İtalyası'nda veya kalkınırken züccaciye dükkanına dalmış fil gibi davranmakta herhangi bir beis görmeyen Hindistan'da, Çin'de filan...  O zaman ne yapardım? Oralarda yaşayanlar ne yapsın?"
          Biliyorum, Irak, Afganistan, Somali, hatta Hindistan, Çin vesaire gibi ülkeler sözkonusu olduğunda birçok kişi bu sözlerime katılsa da, ötekiler için dudak bükenler olabilir... Amerika, Fransa, Almanya, hatta İtalya... "Canım, bunlar gelişmiş ülkeler değil mi? Bunları Somali'yle, Irak'la, Çin'le filan karşılaştırmak mümkün mü?"  Benim gözümdeyse bu ülkeler gezmek görmek için pek hoşlar da, yaşamak için pek de o kadar hoş değiller.. Davulun sesi uzaktan hoş geliyor tabii! Ne ki  içerden dinleyince kulak zarınız patlayabiliyor. Gezmeye gttiğinizde, yalnızca dışa yansıyan parıltıyı görüyorsunuz; arka planı değil... Niye göresiniz ki? Türkiye'ye gelen yabancı turistler, arka sokakları, gecekondu semtlerini mi geziyorlar? Üstelik, hani o fırtınalar çıkartan o rüzgarlar var ya  ve zehirli tohumlar, onların çoğunu ekenler, işte bu ülkeler, hem de bütün dünyada...
          Şahsen, Almanya'nın içinden arabayla her geçişimde, o kusursuz gibi görünen kalabalık otoyolların yapılması için gözden çıkartılmış, katledilmiş, hatta fırınlarda yakılmış olan Yahudiler'le birlikte, onlar kadar  eziyet görmemiş olsalar da en azından hapislerde sürüm sürüm süründürülmüş Marksistler'i, sosyalistleri, hatta ılımlı sosyal demokratları düşünür ve Alman olmadığım için mutlu olurum mesela ben. Babam bizi, o otoyolların birinden geçirerek Dachau'ya götürdüğünde daha onbir yaşındaydım. Hayatımın en büyük, en önemli şokunu galiba orada yaşadım. Dachau'daki Yahudi Toplama Kampı'nı (http://en.wikipedia.org/wiki/Dachau_concentration_camp) gezerken ve kampın öyküsünü anlatan o dehşet verici resimlere bakarken... Ve babam resim altlarını okuyarak olup bitenleri bize anlatırken...  İkinci Dünya Savaşı boyunca bu ve benzeri kamplarda altı milyon Yahudi'nin nasıl öldürüldüğünü... Ah, of otoğraflar! O fotoğraflarda, bir deri bir kemik kalmış, iskelet gibi, hayalet gibi görünen o çocuklar, her yaştan o kadınlar, o erkekler! İnsanların yakıldığı o fırınlar... Az ötede sabun üretiminin artıkları... A, evet Almanlar, hiç değilse bazıları, geçmişte yapılmış bu korkunç hatayı sergileyecek kadar uygardılar. Kimileri de inkardaydı mamafih... Dachau'yu ararken, yolda kaybolmuştuk. Yol sorduğumuz  insanların hiçbirinin ağzından bir tarif alamadık. Hatta birçoğu Dachau adını hiç duymamış gibi davrandılar. Öyleleri çoktu.  Sonradan da karşılaştım. Almanya'da, Avusturya'da... "Hayır, o kamplarda hiçbir Yahudi öldürülmedi," diyeni bile gördüm. Üstelik de Alman asıllı da değildi; Avusturya'da yaşayan yaşlıca bir Boşnak'tı. Şimdi de bazı Sırplar, ortaya çıkartılan toplu mezarlara, olaylar sırasında haber kameramanlarınca çekilmiş görüntülere rağmen, Boşnaklar için aynı şeyleri söylüyorlar. Propaganda, etkili bir silah... Beyinler propagandayla yıkanıyor.
          Hayatım boyunca beni en dehşete düşüren şeylerden biri de, Belçika'nın başkenti Brüksel yakınlarındaki Afrika Müzesi'ydi. (http://www.africamuseum.be/home ) Çok güzel bir ortamda, çok güzel bir bahçe içinde, gayet şık bir saray...  Sarayı tamamen müzeye çevirmişler. Adamlar Afrika'ya, özellikle de Kongo'ya gitmişler. Anlaşılan o ki gider gitmez, doğayla bir tür denge içinde yaşayan ve herhalde bu sayede binlerce yıldır varlıklarını sürdürmekte olan yerli kabileleri birbirlerine düşürmüşler. Kafa ölçümleri filan yapıp  güya hangisinin daha üstün  ırk olduğunu belirlemiş, herkesi etiketlemiş ve akıllarınca bir hiyerarşik sıra oluşturmuşlar. (Galiba Darwin'i ve kuramını da bu girişime alet etmişler.)  Diyeceğim, geçtiğimiz yıllarda Ruanda'da Hutular'la Tutsiler birbirini sırayla kılıçtan geçirdiyse, bu tamamen, Tutsiler'i üstün ırk, Hutular'ı düşük ırk diye damgalamış ve böylelikle birbirlerine düşürmüş olan Belçikalılar'ın kabahati... Üstelik aynı Belçikalılar gitttikleri her yeri soyup soğana çevirmişler. Fildişi, altın, elmas, abanoz; artık ne buldularsa... Sonra da bir de müze kurrmuşlar ki bu barbarlıklarıyla övünsünler! Müzenin teması bu: kırıp döktüklerinden, çalıp çırptıklarından utanacakları yerde övünüyorlar. İnanılacak şey değil!
          Tıpkı İngilizler gibi... Çok sevdiğim birkaç arkadaşımı tenzih ederim  ama İngilizler de  genel olarak, malum, yapıp ettikleriyle pek övünürler. Halbuki, dünyanın çeşitli yerlerinde bugün de sürüp giden karışıklıkların, tatsızlıkların, haksızlıkların çoğunu başka birşeye değil ve fakat onların atalarınca ekilmiş olan  tohumlara ve rüzgarlara borçlu olduğumuz kesin...  Çinliler'e afyon içirtmek için savaş bile çıkartan onlar! Sonunda terketmek zorunda kaldıkları Hindistan'ı ve bir ara işgal edip sonra yine çekilmek zorunda kaldıkları Ortadoğu'nun ve Afrika'nın çoğu kesimini cetvelle çizgiler çizip bölenler de onlar! Hatta Afrika'dan Amerika'ya köle ticaretini başlatanlar da yine onlar!  
          Kimse kusuruma bakmasın ama ben, bu koşullarda Belçikalı ya da İngiliz olmayı da katiyen istemezdim. Yani, bu konuda verebileceğim çok örnek var ve o sözümün ardında sonuna kadar duruyorum. Şu da yanlış anlaşılmasın; bunları söylerken, üstünde yaşadığımız bu topraklarda hiç kimse, daha açık konuşmak gerekirse, adıyla sanıyla bizim atalarımız bu topraklara hiçbir zehirli tohum ya da rüzgar ekmediler filan diyor değilim Yıllardır bizim burada yaşadığımız fırtınalar da, hep geçmişte ekilmiş olan rüzgarların sonucu elbette... Sadece başka yerlerle karşılaştırıldığında, "Burası yine de ehveni şer sayılır," diye teselli bulmak mümkün diyorum. Gelip geçen yönetimler, niyeyse,  bir terör  olgusuyla yıllar yılı başa çıkamadılar ama, hiç olmazsa sıradan insanlar, birkaç istisna durum dışında etnisite  temelli savaşlara hiç girişmediler burada diye seviniyorum mesela. Hiç olmazsa bugüne kadar... Yarın ne olur, o belli değil tabii... Maalesef hangi fırtınanın nereden ve ne zaman patlayacağı önceden bilinmiyor. Dileğim o ki, çok büyük fırtınalar patlamadan, sular durulsun, ortalık yatışsın. Hem burada, hem dünyanın her yerinde...      
         Bir diğer tesellim daha var ki, o da bütün dünyaya özgü... Dünyada işler iyice sarpa sardığında ve insanların neyi niçin yaptıklarını anlayamayacak kadar dumura uğradığımda, yine kendi kendime diyorum ki, "Eh, ne de olsa biz de olup olacağı bir hayvan türüyüz... Yapılan bütün saçmalıklara, hatta canavarlıklara rağmen ve hemen hemen her konuda durmadan rüzgar ekip fırtına biçiyor gibi görünmemize rağmen, bir hayvan türü olarak başarılı olduğumuz bile söylenebilir. Yani kendimize, belki de kendi yarattığımız tanrılara yaraşır üstün nitelikler, müthiş özellikler filan yakıştırmadıkça mesele yok... Bir hayvan türü, bu kadar zamanda, ancak bu kadarını başarabilirdi. Daha fazlasını değil..."
          Garip tesellisi mi? Olabilir! Ne var ki bunları deyince, kısa bir süre için de olsa, benim içim rahatlıyor. Bir nefes alıyorum ve yola devam edebiliyorum.                   
        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder